Geniş, ahşap zeminli bir büyük oda. Bu eski Ermeni manastırının kütüphanesi mi, yönetici boşluğu mu, yoksa yemekhanesi miydi bir zamanlar? Uzundur Kumpanya Sahnesi. İstanbul’da Tarlabaşı’nın, yıllardır (beş yıl boyunca ben dâhil) onlarca ressama, dansçıya, tiyatrocuya ve film şirketlerine, derneklere mekân sağlamış İstanbul Sanat Merkezi’nin ilk katındayım. Tarih, 2 Ekim 1999, saat 18.55. “Gidiş dönüş” isimli video yerleştirme-performansa geldim.
İnsel İnal’ın tüm gün sürdürdüğü video yerleştirmeye, performansı ile Nadi Güler’in katılacağı saat, 19.00 diye açıklanmış broşür/davetiyede. Sayıları on ikiyi bulacak olan seyircilerin bir kısmı fuayede. Nadi Güler aralarında. Boş sayılabilecek bir sırt çantası, sandaletleri, uzamış sakalı ve yorgun yüzüyle gülümsüyor. Saat 19.00 olduğunda sahnenin kapılarını açıyor, karanlığa davet ediyor bizi. Tam karşıda, küçük bir ışık altında, kendi kendime “herhalde Nadi oturacak” dediğim bir sandalye var. Önünde de, bir beyaz metal kap. Olasılıkla su dolu. Bir kâğıdın üzerine sıralanmış çeşitli polaroid fotoğraflar, bir defter ve çizimler, küçük bir ses kaydediciden belli belirsiz yükselen sokak sesleri... Sol ve sağ duvarlara iki ayrı videodan akan görüntüler yansıyor. Bir duvar dibi bularak oturuyorum. Oturuyorlar. Nadi de sandığım gibi sandalyeye... Soldaki filmde, olasılıkla bir morg sedyesinde yatan cesedin ayak tırnaklarının, eldivenli ellerin tuttuğu bir makasla kesilmesini izliyoruz. Sağdakinde, yaşayan birinin kendi ayak tırnaklarını kesmesini... Biz girdiğimizde ikisinin birden akması, teknik arızaymış. Beşer dakikalık filmlermiş. Biri bitince diğeri başlıyormuş. Etkinliğin ilk gününden (20 Eylül’den) o güne kadar, her gün 12.00’den başlayarak. Nadi, oturduğu yerden “hoş geldiniz” demesinin ardından, tutuk tutuk bunları anlatıyor. Devam ettikçe anlattıkları anlıyoruz ki, o her gün yansıtıcıların düğmesine basılan 12.00 saati, onun da performansının başladığı saat oluyormuş. Sahneden ardındaki sırt çantası ve polaroid makinesiyle çıkıyor ve yürümeye başlıyormuş kentin sokaklarında. Ne için mi?
“Ne olacağını, ne yaşayacağımı hiç bilmeden, kurgulamadan. Biraz arınmak gibiydi isteğim baştan... İlk günler uzundu yürüyüşlerim. Duruyordum, izliyordum, taşıtla yol alıyordum zaman zaman. Notlar tutuyor, şu küçük kayıt cihazıyla sesler alıyor ve polarid makinemle fotoğraf çekiyordum. Sonra saat tam 19.00’da –aynı sizler gibi belki de-, buraya yetişmeye çalışıyordum. Kaç kişi ise gelen, nasıl insanlarsa, onlarla o günü, onların yönlendirdiği sorularla konuşuyordum. Bu gördüğünüz sandaletleri ben yaptım. Ayağımı kesiyordu. Önce izin verdim yaralanmasına. Dayandım. Sonra dayanamayıp, korumaya başladım bantlarla... Uzun süre tırnaklarımı kesmedim, sanki kesmemem gerekiyormuş gibi... Nedense! Bir gün kestim. O gün kimse gelmedi buraya. Kalakaldım. Aldatılmış hissettim kendim. O günden sonra daha kısa yolculuklar yaptım. Bir başka gün, üzerimdeki giysileri yıkadım, yine ilk kez. O gün de kimse gelmedi. Son üç gün, ki buradaki fotoğraflara bakınca göreceksiniz, sadece Taksim’deyim. Durup, Bienal kapsamında sergilenen gökkuşağından kemerin karşısında bekliyorum. Başladığım noktadaki her duygumu yitirdim. Neredeyim bilmiyorum. Bu bir performans mı? Demek gelmiyor içimden. Siz katılanlar için mi? Sizler neye ne kadar katılıyorsunuz? Bir alt cümlem var mı?”
“Arınmış hissediyor musun kendini?” diye sorma ihtiyacı duydum.
“Yoo, hayır!” dedi.
Ben ve birileri, ardı ardına sorular sormaya başladık. Elden ele geçen Nadi’nin “seyir defteri”ni okuyarak; her gün bir başka aydıngere çizip, üst üste getirdiğinde çok ihtimalli yorumlar çıkarılabilen yol-izlerine bakarak...
“Bizim ne olmamızı, nereden bu perf... yani ne ise ona nasıl katılmamızı bekliyorsunuz? Seyirci olarak, bize gösteri yapacağını haberleyen sanatçıyla işini tartışarak mı? Dertleşerek mi?”
“Bu iki filmle ilişki kurulacak bir ön-kurgulu performans olmasını, olabilmesini mi dilerdiniz?”
“Bu dağınıklık, yoksunluk hâli, iyi bir şey mi sizin için?”
“Sadece bu perf.. yani ne ise onun içinden mi tartışıyorsunuz bu asal olarak yaratım sorununu? Yoksa yaratımınızın tümü için mi?”
En çok soru soranlardan biriydim, bu benzeri soruları soranlar arasında... Ama aslında kendimi o ortamın en tutuk dillisi de hissediyordum bir yandan. Çünkü, hem hemen tüm yaratımını bildiğim, izlediğim ve yüksek değer verdiğim Nadi Güler karşımdaydı, hem de arkadaşım Nadi... İkincisinin kesinlikle uzun uzun derin bir tartışmayla sürdürülecek bir dayanışmaya ihtiyacı vardı. Tüm ketumluğuna rağmen, bu dostça söyleşiye bu denli hazır bir başka anını görmemiştim onun. Diğeri ise, sanatsal yaratımının her girdabını, tıkanışını, sancısını, yoksunluğunu, hatta küskün hiddetini, inanılmaz bir çaresizlikle katılımcılarıyla tartışmaya başlamış bir sanatçı portresiydi:
“Yaratımın tüm doğası için tartışıyorum evet... Bir gece biri geldi, izledi, dinledi beni ve tüm doğallıyla seslendi: Yapma be Nadi kardeşim! Yürüyüp de ne olacak; yıpratma kendini gözüm! Bir başka gece, uzun uzun şu iki tırnak kesme ritüeliyle, yaşamla ve ölümle benim yürüyüşüm arasındaki bağlantıları kurmaya çalışan uzun tartışmalar yaşadım. Morga ilk kez gitmiştim, bu filmi İnsel çekerken... Yanı sıra... O garip koku... Ama en çok, ölü bedenin teninin, rengiyle de yapısıyla da bu ayakkabının köselesiyle ne kadar aynı olduğunu görmek çarptı beni.
Sonra ne bileyim, bir gün Sarayburnu’nda boyacı çocuklar tenekelerini ters çevirip müzik yaptıklarında kaydetmek. Fotoğraf çekmek istedim. Vazgeçtim. Hep vazgeçmeye başladım, bu yürüyüşü süsleyecek binlerce ayrıntıdan. Düşündüm. Bilirler, hayatta zaten çok yürüyen bir insanım. Ama ne ne kadar değişikti bilmiyordum. Buraya gelirken, ayaklarımın geri geri gittiği çok gece oldu.”
Biri sordu: “Devam etmeyi, gelmemeyi hiç düşünmedin mi?”
Güldü, “çok düşündüm; ötesi, istedim. Ama yine geldim. O gün kimse gelmedi.”
Bu çoğul diyalog, iki buçuk saat sürdü. Sophie Calle’in yine yürüyüş üzerine, ama baştan kurgulu ve hedefli işlerinden bahsettik. Tüm diyalogların yine de bir çıkış noktası olarak, onun varlığının, o mekânda yine de baskın olmasından, akan dilimiz üzerinde geçici iktidarlar kurmasından... Her birimizde değişik değişik yaşanan şefkat ve dayanışma duygusunun izlerinden... Birileri, oradan çıkarken, birileri de aylar yıllar sonra, o geceki umulmayan diyaloğun etkisinin ne olacağını tahmin edip, seslendirmeye çalıştı. Sonra, ortamı hem hüzün sardı, hem yoğun bir düşüncelilik hâli. Biri “çıkın!” demiyordu. “Bitti!” demiyordu. Zaman geçiyordu. Yaşadığım deneyimin beni kuşattığını hissettim. Daha oradayken, orada kalmasın, o bir hafta içinde çoğaldığından daha çok çoğalsın istedim. Elbet oradan çıkacaktık ve ben çıkınca neler yapacağımı üç aşağı beş yukarı biliyordum. Nadi Güler kalmayacaktı elbet, bizi kuşattığı o bereketli boşlukta. Kalmayacaktı değil mi? Kalmaması mı iyiydi, kalması mı? O boşluk, o mekânla mı sınırlıydı? Ya Nadi Güler’in zihni ve bedeniyle mi?!
Hakan Akçura’nın “Nadi Güler’in gidişi ve hepimizin dönüşü…” adlı yazısı ilk olarak 1999-2000 yılları arasında Superonline’nın “Çağdaş ve Geleneksel Sanatlar” bölümünde Akçura’nın Kekeme köşesinde yayımlanmıştır.