Bir ümit kalmasa, ve seni sevmesem, öyle kolay kolay paylaşamam*

HAZİRAN DÜZKAN

26 Ekim 2015

Birumit Hero <i>Nerden geldik buraya</i> sergisinden
Fotoğraf: Mustafa Hazneci, SALT Beyoğlu, 2015.
Nerden geldik buraya sergisinden
Fotoğraf: Mustafa Hazneci, SALT Beyoğlu, 2015.
Kanat Atkaya’nın SALT Beyoğlu’nda gerçekleştirdiği söyleşiye yüksek bir katılım var. Farklı yaş gruplarından insanlarla, sevdiğimiz bir gazetecinin bir dinleyici olarak kişisel müzik yolculuğunu takip ediyoruz. Atkaya ile akran olan kimi katılımcılar, ortak bir deneyime sahip olmanın tanışıklığıyla yer yer söze giriyor. Aynı televizyon ve radyo programlarını her hafta hasretle beklemiş, aynı dergileri okumuş; aynı dükkânlarda, pasajlarda takılmış, sinema salonlarındaki konserlerde yer almış, yolu kesişmiş insanlar. Hepimiz kalbi bir dönem gitar müziğiyle atmış, belli bir havayı koklamış, içimizde aynı tohumu filizlendirmiş insanlarız. 80’lerden günümüze, bu ülke gençliğinin hep mahkûm olduğu kasvetli atmosfere benzer tınılarla katlanmışız. Atkaya’nın ve diğer katılımcıların, ana akımdan farklı bir dünyayı didikleme heveslerini çok büyük bir keyifle dinliyorum; onlar burun kıvırdıkları dergileri, insanları anlatırken ben de dahil herkesin yüzünde, bilmiş bir gülümseme var. Ta ki o dönem kendilerini heyecanlandıran kimi müzisyenlerin isimleri telaffuz edilene kadar.

Solcu bir ailenin Barışarock’lara giden solcu bir kızı olarak, elbette ki tüm Bulutsuzluk Özlemi albümlerini dinledim. Ancak yetişkinlik yıllarımda Bulutsuzluk Özlemi’ne müzikal olarak hiçbir ilgi duymadım ve bu durum baki. Mozaik’in ismini duydum. Bu yazı vesilesiyle müziklerini bir kez daha dinledim. O zaman neler dinlediklerini, nelerden ilham aldıklarını tahmin etmeye, ne yapmayı hedeflediklerini elimden geldiğince anlamaya çalıştım. Bunu da bir ölçüde başarabildiğime inanıyorum. Fakat maalesef, Mozaik’in hiçbir biçimde bana hitap etmediğini söyleyebilirim. Bu sürecin sonunda, yine müzikle yakından ilgilenen birkaç arkadaşımla birlikte, Ajda Pekkan dinleyip kulaklarımızın pasını silmeye karar verdik. Mükemmel altyapılar, güçlü sözler, akılda kalıcı bir beste ve harika bir enstrümantasyon; sonuç olarak da, dönemler-üstü bir klasikle karşı karşıyayız. Ajda Pekkan’ı ne camp’e olan ilgim nedeniyle ne de nostaljik hislerle, gerçek bir müzik düşkünü olarak seviyor, takdir ediyorum. Bu konuda yalnız olmadığıma da eminim.

Alternatif müzikle meşgul olan, ancak 80’lerin popüler müziğini, alternatif sahnesinden daha enteresan bulan insanlar hiç de azımsanmayacak bir kitleyi oluşturuyor. Ana akıma çok da hitap etmeyen müzisyenlerin Sezen Aksu, Seyyal Taner, Nilüfer şarkılarını yorumlaya yorumlaya bitirememesi bir yana, Türkçe sözlü rock da hâlâ 2000’lerin arabesk dalgasında sörf yapıyor. Bu tablo ister istemez şu soruyu sorduruyor insana: Bundan 35 yıl sonra bize benzeyen, hatta ortak güncel zevklere sahip olacağımız insanlar için, bugün eleştirmenlerden tam not alan Ceylan Ertem, Gaye Su Akyol yahut Büyük Ev Ablukada mı, yoksa Yaşar, Deniz Seki ve hatta Merve Özbey mi daha ilgi çekici olacak? Ve bizler, bunca yıldır Peyote orta katta, festivallerin küçük sahnelerinin önünde kendimizi çok orijinal hissederken, günün birinde burnumuzun dibindeki cevherleri görmemiş olmaktan dolayı suçluluk mu hissedeceğiz?

Peki müzik eleştirmenlerinin bu döngüyü kırması, yıllar sonra da anlamlı olabilecek şeyler söylemesi mümkün mü? 80’lerde MFÖ, 90’larda Mirkelam, 2000’lerde Göksel, 2010’larda ise Mabel Matiz için güzel şeyler yazmak mümkündü. Ama ya iş Soner Sarıkabadayı, Hadise, Gülşen ve hatta Serdar Ortaç, evet Serdar Ortaç hakkında anlamlı bir şeyler yazmaya geldiğinde durum nasıl? Maalesef, yerli popüler müziğe dair derinlikli bir biçimde yorumlama çabası, hem yeni hem de şimdilik durumu pek parlak görünmeyen bir uğraş. Basın bu konuda zaten kısır. Ancak yerli pop hayranları tarafından yazılan kısıtlı sayıdaki blog da, kritik namına yüksek bir tezahürat yahut alay yüklü tatminsizlik ifadelerinden başka bir şey sunamıyor. Zira konu pop müzik olduğunda, neyin aylarca dile dolanacak kadar iyi, neyinse ilk dinleyişten sonra unutulmaya mahkûm olduğunu nesnel ifadelerle belirlemek çok zor. Facebook beğenileriyle hoplayan, mavi Whatsapp tikleriyle kırılan, kısacası en gündelik dertlerle kavrulan yürekleri elinde tutan pop müzisyeniyle dinleyicisi arasındaki ilişkide, müzik eleştirmeni öylesine davetsiz bir misafir ki. Ne geçmişe ne geleceğe, sadece bugüne dair, bugünü hedefleyen bu şarkıların potansiyelini görsek dahi, onlar hakkında ağzımızdan çıkan her kelime, çok gereksiz, çok üstten ve hatta bir miktar da münasebetsiz geliyor kulağa.

Asıl anlaşılmaz olan ise, Türkiyeli müzik eleştirmenlerinin alternatif müzik sahnesi mensupları için de bir kritik geleneği oluşturamaması. Tuttuğu takıma toz konduramayan, sürekli federasyonu suçlayan futbol yazarları gibi, müzik eleştirmenleri de ana akım dışı her şeyi değeri anlaşılmayan yeni bir soluk olarak değerlendirmeye meyilli. Kanat Atkaya da, gençliğine nazaran çok daha az seçici olduğunu, alternatif olan çoğu müzisyeni sevdiğini söylüyor. Oysa durum pek de yaşla alakalı değil, hepimiz yerli müzisyenlere dair pozitif hislerle doluyuz. Çoğu geçimini müzikle sağlayamayan, muhtemelen hiçbir zaman da sağlayamayacak olan; hasbelkader profesyonelleşse dahi asla stadyum konserlerine, büyük albüm satışlarına kavuşamayacağını bilen; radyoların burun kıvırdığı albümlerini geniş kitlelerle buluşturmak için sosyal medyaya mahkûm olan; buna rağmen sanata dair içten bir inançla müzik yapmaya çalışan bu müzisyenlere destek olmak elbette önemli. Ancak internetin yarattığı imkânlar da düşünüldüğünde, her müzisyene yanlış zamanda yanlış yerde doğmuş birer idealist muamelesi yapmak pek gerçekçi olmuyor. Örneğin ben, bu satırları yazarken bir yandan da Kaan Tangöze’nin kısa zaman önce yayımladığı solo albümü dinliyorum. Bu albümü, Duman’ın altın yıllarının gençliğine denk gelmesinden dolayı çok mutlu olan, şarkılarının da on yıllar boyunca dillere pelesenk olacağına dair şüphe duymayan birisi olarak dinlediğimi bilmenizi isterim. Albüm, çoğunlukla hükümet karşıtı sözlere sahip, fakat yer yer klişeye düşüyor; daha acısı, melodik olarak da çok güçlü olduğu söylenemez. Çok az şarkı insanda ikinci kez dinleme isteği uyandırıyor. Kimi şarkıların, son yıllarda siyasetle daha meşgul olan ve bununla birlikte, her geçen gün kendini daha da yenik hisseden kuşağımızın ortak ruh halini çok içli bir biçimde yansıttığını söylemek mümkün ama hep bir ağızdan söylenecekleri konusunda kuşku duymamak imkânsız. Gitar ve mızıka dışında bir enstrümanın kullanılmadığı bu akustik albümün, son derece samimi hislerle kaydedildiği aşikâr. Ancak sırtını dayadığı politik-folk geleneğinin inceliğine, ruhuna ulaştığını söylemek çok zor. Müzik basınında çalışmış/çalışan birkaç arkadaşımla da konuşuyorum; çoğu bahsettiklerim konusunda hemfikir. Ancak maalesef ne ana akım basın, ne bağımsız kültür-sanat yayınları ne de bloglar bundan bahsedecek. Zira, değil ki böyle bir albümü ölümüne gömmek, şefkatli bir biçimde eleştirmek dahi, gerek siyasi gerekse sanatsal olarak bizim tarafımızda duran bir ismin cesaretini kırmaya eş değer addedilecek.

Sırf bir grup kibirli eleştirmen burun kıvırdı diye müzisyenler daha üstüne düşünülmüş albümler yayınlar mı, bunu bilemeyiz. Ancak Tangöze örneğinden gidersek sırf bir grup kibirli eleştirmen burun kıvırdı diye, politik müziğin kitleselleşmesinin önü bıçak gibi kesilecek değil. Belki birkaç dostu küstürürüz, belki birkaç röportajdan oluruz ancak hem dinleyicinin daha iyi müziği, hem müzisyenin daha adil bir kritiği hak ettiğini dosta düşmana göstersek, fena mı olur? Bu ülkeden, bu ülkenin güzel ama yalnız müzisyenlerinden bir ümidimiz kalmasaydı, sevmeseydik bunları içimize atar, paylaşmazdık. Ancak, dostun biraz da acı söylemesinin zamanı gelmedi mi?

- - -

Kanat Atkaya’nın “Nerden geldik buraya” sergisi kapsamında gerçekleştirdiği “Ne dinledik, ne okuduk?” (9 Ekim, SALT Beyoğlu) başlıklı konuşması üzerine yazılmıştır.

*Nilüfer, “Bazen Hayaller Kurarım”, Geceler (1987)

Söz: Kayahan - Müzik: Luiz Bonfa
PAYLAŞ