"Akdeniz" Heykeli­nin Öyküsü

ALİ H. NEYZİ

September 29, 2019

Takaf5733001 3 SALT Araştırma, Yusuf Taktak Arşivi
SALT Araştırma, Yusuf Taktak Arşivi
Bu okuma, 13 Eylül-26 Kasım tarihlerinde SALT Galata’da gerçekleştirilen İşveren Sergisi kapsamında seçilmiştir.

Yönetim sorumluluğunu üstlendiğim Halk Sigorta (günümüzde adı Yapı Kredi Sigorta oldu) için gerekli olan bir merkez binası inşa edilmesine karar almış, çalışmaları başlatmıştık. Üç ayrı mimari bürodan belirli bir ücret karşılığında üçer ayrı “avan-proje” ısmarlamıştık. Bu tür bir yaklaşım, Mimarlar Odası’nın proje yarışmasında seçimi mal sahibinin elinden alan uygulamasından kurtulmak için idi. Olayların gelişmesi ilgi çekici olduğu için ayrıntılara girmek istiyorum. Seçilmiş mimarlardan bir tanesi, günü geldiğinde bize tek bir proje teslim etti. Adama anlaşmamızı hatırlattım ve “Bize iki proje daha borçlusunuz” dedim. Adam göğsünü gere gere “Efendim sizin arsanıza yapılacak en mükemmel projeyi geliştirmiş olduğumdan eminim. Bu arsaya başka bir bina yapılamaz” demez mi! Ne yaparsın. Teşekkür ederek adamı savdım. Böyle davranan bir mimar ile çalışamayacağımı çoktan anlamıştım. İkinci ve üçüncü bürolar sözleşmeye uygun olarak üçer ayrı proje teslim ettiler. Sonuçta elimizde yedi proje oldu. Her fırsatta bu projeleri tanıdıklarıma gösteriyor ve görüş alıyordum. Sonunda aklıma başka bir fikir geldi. Projeleri çalışma yerimizin uygun bir duvarına yan yana astık ve memurlarımızın hangi binada çalışmak istediklerini belirtmelerini istedik. Bağlayıcı olmasa da tercihlerini öğrenmek istediğimizi söyledik. Bu süre içinde işyerimizi ziyarete gelen reasürör temsilcilerine de projeleri gösteriyorduk. Ünlü bir İngiliz grubunu temsilen İstanbul’a gelmiş üç kişilik bir heyet hemen galeyana geldi. Avan projelerden bir tanesi yuvarlak bir kuleyi andırıyordu. Bu proje herkesin ilgisini çekmiş ve memurların çoğunluğu da böyle bir binada çalışmaktan kıvanç duyacaklarını belirtmişlerdi. Doğrusu bu binanın benzeri bulunmaz olması benim de ilgimi çekmişti. Oysa İngilizler hep bir ağızdan “Sakın ha! Aman köşesi bulunmayan bir binaya yerleşmeye kalkmayın” diye bizi uyardılar. Anlattıklarına göre kendi şirketleri Avustralya’da böyle bir bina inşa ettirmiş. “Gösterişli olsa da içine yerleşmek adeta imkânsız oldu” diyorlardı. Sigorta şirketlerinde, açık salonlar olsa da, mutlaka bölünmüş odalara da gerek vardır. Yuvarlak bir binanın iç taksimatında hem çok yer kaybı olur, hem de iç taksimatın ileride değiştirilmesi pek çok sıkıntıya yol açabilir. Sonunda İngilizlerin dediğine uyup, memur oylamasına karşın, daha düzgün bir proje üzerinde karar kılındı.

O yıl şansım oldu ve uzunca bir geziye çıktım. Meksika’nın başkentinde üniversiteyi gezdim. Güzel Sanatlar binasının bütün ön cephesine ülkenin ünlü bir ressamına (Rivera Diego) Meksika’nın geçmişini canlandıran resimler (mural) yaptırmışlar. Binanın önünden zor ayrıldım. Öylesine etkilenmiştim. Dönüşte bizim projeye bir de o gözle baktım. Mimarımız (benim ısrarlarım sonucu) binanın güneş görme çizimini yapmış ve açık salonlarda çalışacak insanları güneşin direkt etkisinden koruyacak şekilde binaya beton vizerler asmıştı. Sokaktan bir tür balkon gibi görünen bu çimento bloklar hem güneş ışınlarını kırıyor hem de camların (dışardan da) silinmesi işini kolaylaştırıyordu. Bende parlak fikir çok! Her kat için Anadolu geçmişini anlatan tablolar ısmarlamayı düşündüm. Bir kat Hitit, bir kat Yunan, bir kat Roma, bir kat Osmanlı ve en üst kata da Cumhuriyet’i anlatan çizimler koyabilirdik. Bu görüşümü o günlerde sık buluştuğum rahmetli Orhan Peker’e anlattığım zaman genç ustanın gözleri parladı. Ne var ki ardından şöyle bir görüşü dile getirdim: “Her dönemi başka bir ustaya ihale etmek ve böylece bir cephede beş ünlü imzayı toplamak istiyorum.” Birden Orhan’ın boynu büküldü: “Kardeşim, görüş senin, ama seni uyarmak isterim. Bu işi bir ustaya vermeyip beş ayrı ressamı başına sararsan, korkarım ileride başın fena halde ağrır.”

O sıralarda, özveri ile yaşatmaya çalıştığı, Kaptana Galerisi’ni kapatmak üzere olan Melda Hanım’ın eski eşi (ve müşterek oğulları Ahmet’in babası) İlhan Koman’ın İsveç’te akademi profesörlüğüne atandığını duymuştum. Zaten, rahmetli can insan Orhan Peker ile de Kaptana Galerisi’nde tanışmıştım. Koman’ın bir heykelini Kopenhag kentinde bir parkta görmüş ve çok beğenmiştim. Duvarlara resim yerine yurtdışında ün yapmış bir Türk yontucudan yararlanmayı düşündüm. Melda Hanım Koman ile ilişki kurmamda bana yardımcı olmayı kabul etti. Tam o sırada Kasko sigortalarını yaptığımız otomobillerin tamirleri konusunda bir merkez geliştirme projesi konuşuluyordu. İsveç’ten gelen güçlü bir reasürans şirketi temsilcileri bana bu konuda yaptıkları çalışmaları açıkladılar. Bir tamir merkezi kurmuşlar ve ülkedeki oto tamircilerine özel eğitim veriyorlarmış. Bir kapısı hasarlanmış bir otomobile kaç dakikada yeni kapı takılabileceğini adeta saniyesi ile söylüyorlarmış. Olay çok ilgimi çekmişti. Adamlar bizi davet ediyorlar ve tesislerini gösterip her türlü bilgiyi vermeyi vaat ediyorlardı. Oto tamir işleri konusunda danışmakta olduğum genç mühendisin (Sn. Bahadır Bostancı) de ağzının suyu akmıştı. Bu arada yontu konusunu da bu geziye katmak aklıma geldi. Melda Hanım galerisini kapatmıştı. Adamların davetini kabul ettik. Bir ay sonrası için İlhan Koman ile buluşmak üzere sözleştik ve üçlü bir grup halinde Stockholm’e ulaştık. Önce Bahadır Bey ile adamların tamirhanelerini gezdik. Hakikaten şaşılacak şeyler başarmışlardı. Geliştirmiş oldukları bir boyama tekniğini hiç unutamadım. Genelde otoların sac kısımları tabanca boyası denen bir püskürtme yöntemi ile gerçekleştirilir. Boyayı püskürten boruya, adamlar biraz daha geniş ikinci bir boru geçirmişler. Bu ikinci borudan püskürtmenin tersine içeri doğru çeken bir cereyan geliştirmişler. Böyle saca çarpıp dışarı sıçrayan boya tanecikleri ikinci borunun içine çekiliyordu. Sonuçta boyahane tertemiz olduğu gibi, hem boyadan tasarruf sağlanıyor, hem de bu işte çalışanların ciğerlerinin sağlam kalması güven altına alınıyordu.

İlhan Koman ise şehir dışındaymış. Bizim Evliya (daha sonra bu deyimi neden kullandığımı açıklayacağım) Stockholm’de bir kanala bağlı büyücek bir ahşap teknede yaşarmış. Yaz aylarında teknesini güneyde bir limana tamire çekmiş. Onunla buluşabilmek için trenle bir saatlik bir yola gitmemiz gerektiği belli oldu. Çaresiz bir günümüzü bu ziyarete ayırdık. Trenden indiğimizde İlhan Koman bizi karşıladı. Ak sakallı, gözleri fıldır fıldır ve ak sakalını yalancı çıkartacak kadar genç, sırım gibi adeta safi sinir bir adam. Bizi aldı teknesinin yanına götürdü. Uzun uzun özür diledi. Ahşap tekneye dayanmış belki yirmi metrelik bir demir merdivenden tırmanıp teknenin güvertesine ulaştık. İnanılır gibi değildi. Koca teknenin içi adeta bir köşk gibi döşenmişti. Kuyruklu piyano bile vardı. Karaya vurmuş koca mavnanın yemek salonunda bizlere ikram edilen dumanda kurutulmuş somon balığının tadını bugün bile unutmadım. Kadehler kaldırıldı ve tanışıldı. Bu tanışmak konusunun üzerinde durmam gerekir. İlhan Evliya ile tanışmak başlı başına önemli bir iş idi. Zira ben, yontucunun eserini satın alacak müşteri olarak kabul edilmiyordum. Hazret önce beni tanıyacak ve benimle iş yapıp yapmayacağına karar verecekti. Sevmediği adamı teknesine bile almazdı Evliya! Sanırım artık sırası geldi. İlhan Koman son derece kendine özgü ve her konuda içgüdülerine dayanan bir kişi idi. Yakınlaşabildiği ve biraz olsun güvendiği biri olursa, o kişi hemen “Evliya” olur ve artık “Evliya” diye çağrılırdı. Koman’ın evliyaları sınıfına girememiş iseniz istediğiniz parayı teklif edin, ondan bir heykel alamazdınız. Doğal olarak bir yontucunun geçimini sağlamak için eserini pazarlaması gerekir değil mi? İşte şimdi başınız derde girdi demektir. Pazarlama deyiminin daha “pazar” kısmını bile ağzınıza aldığınızda kendinizi kapının dışında bulurdunuz. İlhan Koman, yontusunun zevkine varamayacağına inandığı birisi ile konuşmayı bile kabul etmezdi.

Nitekim o günkü ziyaretimiz daha çok Türkiye’de tanıdığım ve onun da eski dostu olan ressam ve diğer sanatkârların hal ve durumları, benim onlar ile tanışıklığımın derecesinin tartıya vurulması ile geçti. Ayrılmadan önce, beraberimde getirdiğim ve İstanbul’da inşaatı başlamış olan binanın bir projesini, öndeki bahçe ve çevreyi gösteren birkaç fotoğrafı kendisine teslim ettim. Bize yakışacak bir yontu için bir maket yapıp yollamasını ve sadece maket için ne ödemem gerekeceğini bildirmesini istedim. Maket yönetim kurulunun onayından geçerse, o zaman maliyet ve zaman sorununa sıra geleceğini söyledim. En azından işi ciddiye aldığımı sezinlemişti Evliya. Yine de hemen evet demedi. “Bir düşüneyim. Yıllar önce bir İsveç sigorta şirketi için bir ön hazırlık yapmıştım ama o proje gerçekleşmedi. Biliyorsun ben hareketli şeyler severim. Maket teklifin iyi. Umarım bir şey çıkarırım,” demekle yetindi. Doğrusu ya bu kadar kısa sürede ancak tanıştığım ve dehasını hemen sezinlediğim bu usta kişinin daha fazla üzerine varmaya cesaret edememiştim. Akşama otelde Bahadır Bey “Yahu ağabey, nasıl anlaştınız, ben pek anlayamadım” demekten kendini alamadı. Ona yanıtım şöyle oldu: “Adamı sıkboğaz etmenin âlemi yok. Konuşmalarından belli ki hâlâ yurduna âşık. Yine de Avrupa’nın çoğu büyük kentinde yontuları meydanlara konmuş ama Türkiye’de önemli hiçbir işi yok. Bugün önemli olan onu bize inandırmak ve teklifimizde ciddi olduğumuzu belli etmekti. Adamın para ve pulda gözü yok. Kanımca zaman içinde düşünecek ve kararını verecek. Bizim inşaatın bitmesine önümüzde bir yıldan fazla var. Umarım İlhan Koman bu işe girmeyi göze alacaktır.”

Yanılmıyorsam bir süre sonra odama bir genç girdi. Elinde kocaman bir karton kutu vardı. “Ali Ağabey, maketi getirdim. Babamın selamı var. Bana elli bin lira verecekmişsin, Anadolu’da geziye çıkacağım” dedi. Önce epeyce afallamıştım. Kısa sürede gelenin Evliya’nın oğlu Ahmet Koman olduğunu ve getirdiği kutunun içinde Evliya’nın hazırladığı maketin bulunduğunu anlamıştım. Hemen muhasebeden birini çağırdım ve avans olarak elli bin lira getirmelerini, gerekli evrakı daha sonra tamamlayacağımı söyledim. Ahmet parayı alıp yerinden fırlayacaktı ama durdurdum. “Hele şu paketi bir aç, ne getirdiğini bir göreyim” dedim. “Tabii” dedi. Onun da elleri babasınınki gibi becerikli idi. Paketi ustaca açtı ve kırmızı “papiere-mache” denen bir tür kâğıttan yapılmış Akdeniz heykelinin maketini masama bıraktı ve arkasına bakmadan çekip gitti. Onun gittiğinden haberim bile olmamıştı. Masamdaki inanılmaz yontuya adeta büyülenmiş gibi bakakalmıştım. Odama giren Sevgi Hanım “Bu da ne?” diye sordu. Büyü bozulmuştu. Kalkıp maketi daha yüksek bir kitaplığın üzerine yerleştirdim. “Şimdi bir daha bakar mısınız? Hatta şöyle etrafında bir dolanır mısınız?” Dediğimi ikimiz de ağır ağır yaptık. Yontunun ne mene bir kadın olduğu hemen ortaya çıkmıştı. “Lütfen bana Ersin Alok’u bulun.” Sevgi Hanım dışarı çıktı. İki dakika sonra Ersin telefondaydı. “Bana bak, elinde ne varsa bırak. Hemen bir taksiye atla ve bana gel. İnanamayacağın bir şey göreceksin.” Ersin cin gibidir, benim boş konuşmayacağımı bilir. Sesimden de ne kadar ciddi olduğumu anlamıştı. On beş dakika geçmeden Ersin odamdaydı. Ben hâlâ maketin etrafında dolanıyor, bazen eğilip aşağıdan, bazen çevirip arkasından bakıyordum. Ersin maketi görünce çarpıldı. “Ağabey bu nerden çıktı?” O da benim gibi odada maketin etrafında dönmeye başlamıştı. Biraz sonra olayı anlattım. Heyecanla boynuma sarıldı. Bunun büyük bir olay olacağında hemfikirdik. Baktım Ersin kalktı, maketi koynuna aldı, gidiyor. Hemen yolunu kestim: “Sen çıldırdın mı? Bu maketten ben ayrılamam.” Ersin açıkladı. “Ağabeyciğim, kimse bu meredi benim görüntüleyeceğim gibi ortaya çıkaramaz. Ben şimdi gideceğim ve Tanrı bilir sabah güneş doğana kadar en az yüz poz resim çekeceğim. O tatlı kalçalar, göğüsler hepsi bir bir ortaya çıkarılacak ve siyah beyaz basılacak. Vallahi beni kimse durduramaz.” Baktım adam ciddi. Üstelik söylediği şey doğru. Bu maketi tanıtmanın en güzel yolu fotoğraflarından oluşacak bir sergi ile gerçekleşebilir. Bıraktım gitti. Maketi de götürdü. O gece başka türlü çektim kafayı. Şaka değil, kente inanılmaz bir katkı olacaktı bu iş gerçekleşirse.

Bu anlatıyı burada keseceğim. Akdeniz yontusunun nasıl ve ne koşullarda gerçekleştiğini ayrı bir bölümde anlatmam yerinde olacaktır. Ülkemizde yaşanmış akla sığmaz olayları gelecek öykümde açıklamak istiyorum.

- - -

Ali H. Neyzi’nin bu yazısı 2005 tarihinde yayımlanan Lara Feneri III: Çakıp Sönen Anılar (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) kitabından alınmıştır. Yazının orijinaline sadık kalınmıştır.
Share