Anadolu'nun Kayıp Fotoğrafları
PINAR ÖĞRENCİ
December 9, 2015
Ağustos ayında yakından takip ettiğim sanatçı Vahap Avşar’ın SALT Beyoğlu’nun giriş katında açılan sergisi “Kayıp Gölgeler” hakkında yazmak istemiş, ancak gündemin gittikçe sertleşen seçim sonrası atmosferi yüzünden yazacaklarımdan korkmuş, yazıyı ilerideki bir tarihe ertelemiştim. “Kayıp Gölgeler”, And Kartpostal Arşivi’nin içinden, kartpostal olarak basılmaya uygun görülmeyen fotoğraflar arasından yapılan bir seçkiden oluşuyor. SALT, “Kayıp Gölgeler”den kısa bir süre sonra açılan, 1980 darbesini takip eden toplumsal hareketler ve popüler kültürün mercek altına alındığı “Nerden geldik buraya” başlıklı sergiye de ev sahipliği yaptı. Vahap Avşar’ın sergisi, SALT Beyoğlu ve Galata’daki “Nerden geldik buraya” sergisi ile birlikte okunduğunda yakın geçmişe tutulan bir ayna niteliğinde.
“Kayıp Gölgeler”in bir başka versiyonu bugünlerde New York’ta P! Galeri ve Mari Sprito’nun yürütücüsü olduğu Protocinema işbirliği ile yeniden açıldı. SALT Beyoğlu’nun girişinde beton bloklar üzerinde, arkalı önlü sergilenerek birer heykel gibi etrafınızı kuşatan fotoğraflar, hem seyirci, hem de birbirleri ile iyi bir diyalog kuruyordu. New York’taki sergide ise, fotoğrafların boyutu küçülerek kartpostala yakın bir format seçilmiş. İzleyicinin de alabileceği şekilde çok sayıda basılıp, arka arkaya dizilen fotoğraflar, bu defa küçük raflar üzerinde sergileniyor.
Yazıya tekrar başladığım bugün, yine birbirinden kötü olaylar tarafından kuşatıldım. Bugün Silvan’da süren sokağa çıkma yasağının 10. günü, şehir sürekli bir şekilde bombalanıyor ve sivillerin ölüm haberleri geliyor. Yine bugün Ankara Garı Katliamı’nın üzerinden tam bir ay geçtiğini düşünürken, büyük sanatçı Cengiz Çekil’i kaybettiğimizi öğrendim. Cengiz Çekil’i ve 20 yıl önceki Ankara Garı Sergisi’ni anmadan bir Vahap Avşar yazısı yazmanın eksik olacağını düşünüyorum.
Avşar, 1985 yılında İzmir 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü sınavlarına girdiğinde, sonradan hocası olacak Cengiz Çekil ile tanışır. Çekil, Avşar’ın portfolyosundan çok etkilenir ve kısa bir süre sonra ona asistanlık teklif eder. Böylece yıllarca sürecek olan usta-çırak ilişkisi ve büyük bir dostluk hikayesi başlar. Tesadüfen aynı binada oturan Avşar ile Çekil, vakitlerinin çoğunu birlikte geçirir; birlikte çalışır, birlikte yemek yer ve sohbet ederler. İzmir’de yeni bir ekol başlatmayı ve okul kurmayı hayal ederler. Avşar, Cengiz Çekil’den hem hocam, hem arkadaşım, hem de babamdı diye bahsediyor. Çekil, usta bir sanatçı olmasının yanı sıra iyi bir eğitimciydi, İzmir’den yetişen yeni nesil sanatçılar üzerinde ciddi katkısı oldu. Avşar’ın malzeme ve form ile kurduğu sağlam ilişkinin köklerini, ustam dediği Cengiz Çekil’de aramak gerekir.
1995 yılında, Vahap Avşar, Selim Birsel, Claude Leon ve Galerici Füsun Okutan ile birlikte Sanart Festivali kapsamında bir sergi düzenlerler. Ankara Garı’ndaki bu sergiye Cengiz Çekil, Aydan Murtezaoğlu, Ayşe Erkmen gibi sanatçıları davet ederler. O dönemde, 1990’ların Türkiyesi’nde Doğu şehirlerinde Kürtler’e karşı ciddi bir savaş devam etmektedir ve sergi bu politik ortamı görmezden gelmez. Açılıştan sonraki gün Gar’a gittiklerinde, ortada sergi diye birşeyin kalmadığını görürler; bütün işlere zarar verilmiştir. Avşar “Son Damla” isimli yerleştirmesini bir tuvalette bulur ve fotoğrafını çekerek orayı terk eder. Gar Müdürü, işinin kanı çağrıştırdığını söyleyerek genç sanatçıyı azarlar. Olayın gerçekleşmesinden birkaç gün sonra Avşar, bir misafir sanatçı programı için New York’a gider ve program bitince Türkiye’ye geri dönmemeye karar verir. Bu kararı almasında Ankara Garı Sergisi’nin tahrip edilmesinin önemli payı vardır. 20 yıl sonra Ankara Garı’nın önünü gerçekten kan gölüne çevirdiklerinde Vahap Avşar’ın “Son Damla” işini hatırladım. Hiçbir şey değişmemişti; keşke Avşar haksız olsaydı, keşke işleri güncel olmasaydı da bugün hala aynı şeyleri konuşmuyor olsaydık diye geçirdim içimden.
And Kartpostal Şirketi 1978-1982 yılları arasında Anadolu’ya fotoğrafçılar göndererek kartpostal üretimi için fotoğraf sipariş eder. Bu fotoğraflar arasından bazıları 1980 darbesinin şiddet ortamını yansıttığı ya da standart kartpostal özellikleri taşımadığı için basılmaz. Vahap Avşar’ın And Kartpostal Arşivi’nin içinden basılmaya değer bulunmayan fotoğraflar arasından yaptığı bu seçki, Van’da geçen, çocukluk ve ilk gençlik günlerimin kamusal alana taşan anılarıyla örtüşüyor. “Çatışma” ve “kutlama” anlarının çelişkisi ile örülen bu manzaralar, Malatya’da büyüyen ve çocukluğundan beri kartpostallar üzerindeki imgelerin resimlerini yapan Avşar için de otobiyografik olsa gerek… Anadolu’nun farklı şehirlerinde çekilen bu fotoğrafların karşılık geldiği manzaralar, sadece deklanşöre basma süresine değil, coğrafyanın havasında yıllarca asılı kalmış, durum ya da durumlara karşılık geliyor. Manzaralardaki dağlar, polis ya da jandarmanın kuşattığı -bir tür hapishaneye dönüşen- şehirlerin aşılmaz duvarları gibi. Oracıkta başınızdan vurulsanız dünyanın ruhu bile duymaz, cesediniz bir evin bahçesine gömülür; ne internet ne de sosyal medyanın olmadığı günlerden bahsediyorum, 1980 darbesi sonrasında, her tarafta istihbaratçı ajanların, Renault marka beyaz arabalarla kol gezip, korku saçtığı günlerden…
İlk gençlik yıllarım, küçük bir Doğu şehri olan Van’ın muhafazakar atmosferine eklenen 1980 darbesi sonrasının korku dolu ikliminde geçti. Van Kız Meslek Lisesi’ndeki öğretmenlerimin bir kısmı, darbe sonrasında Batı şehirlerinden Doğu’ya sürülmüş, gencecik, hayat dolu insanlardı. Seçme şansım olmadan kaydımın yaptırıldığı, bir türlü alışamadığım ve bir tek arkadaş bile edinemediğim sadece kız öğrencilerin olduğu bu okulun, aslında hayatımın en büyük şansı olduğunu ileride anlayacaktım. Öğretmenlerime verilen sürgün “ceza”sı, sıkıntı dolu ergenlik günlerime hayat vermiş; onların hediye ettiği ya da önerdiği kitaplar sayesinde, küçük şehrin sınırları içinde sıkışan hayallerim, uzak şehirlerle birleşmişti. Bu arada çocuksu dünyam, henüz aklımın tam ermediği ancak bir tür sezgi ile kavramaya çalıştığım çelişkilerle doluydu. Okuldaki en sevdiğim öğretmenler ve okuduğum kitaplardaki kahramanlar “devrimci”ydi, ancak eve geldiğimde sol hareketlerin yerden yere vurulduğu tutucu bir aile atmosferi ile karşı karşıya kalıyordum. Küçük esnaf olan babam, Turgut Özal döneminde ANAP (Anavatan Partisi) Van ilçe başkanı olmuş, başka birkaç erkek akrabamız ile birlikte heyecanla parti için çalışıyordu. İlçe ilçe, köy köy dolaşan babam, partinin başarısından son derece sevinçli ve heyecanlıydı. Evde sürekli Tercüman gazetesi okunurdu. Annem, babamın seyahatlerinden huzursuz olsa da, onu kumar alışkanlığından uzak tuttuğu için parti ile ilişkisini içten içe desteklerdi. Ankara’dan Anavatan partisi üyeleri, nadiren de olsa bakanlar evimize gelir gider, birlikte yemekler yenirdi. Böyle akşamlarda görece zengin olur, babamın borç harç içindeki ticari hayatını görmezden gelirdik.
1988 yılına geldiğimizde ailemden habersiz kotardığım bir manevrayla Atatürk Lisesi’ne kaydımı aldırmış ve nihayet karma bir okulda okumaya başlamıştım. Herhangi bir fraksiyona bağlı olmayan solcu bir grubun içine katılmam uzun sürmedi ve işte o zaman hayatımın en unutulmaz dostluk hikayeleri ile birlikte kabus dolu günler başladı. Bizleri çay bahçelerinde erkekli kızlı gruplar halinde gören, sonradan MİT ajanı olduğunu anladığımız bir takım adamlar, babamı sık sık benimle ilgili olarak uyarmaya başlamıştı. Bu adamlara göre sadece illegal işler değil aynı zamanda ahlaksızlık yapıyorduk; kız çocuğuna bir çeki düzen vermeliydi, sokakta ne işi vardı? Babam arkadaşlarımla görüşmemi yasaklıyor, kitaplarımı ve şiir yazdığım defterleri sakladığım yerlerden arayarak buluyor ve yok ediyordu. Bu arada Kürt arkadaşlarımın abi ya da babaları sokak aralarında vuruluyor, ailelerinde eve ekmek getirecek kimse kalmıyordu. Bizler çocuk halimizle bu arkadaşların evlerine erzak götürüp, biriken dersane ücretlerini aramızda paylaşarak ödüyorduk. Kurduğumuz kitap kulübünde gücü yetenler kitap alıyor, alınan kitaplar herkes tarafından okunup, sonunda bir kişinin kitaplığına hediye olarak giriyordu. Felsefenin Temel İlkeleri (Georges Politzer), Sosyalizm ve Feminizm (Henri Lefebvre), Gülünün Solduğu Akşam (Erdal Öz), Kadının Adı Yok (Duygu Asena) gibi birçok yasaklı kitabı ve onlarca klasiği bu dönemde okudum. 1988’de Özal’ın elinden vurulduğu parti kongresinde, Ankara’da olan babamı çok merak etsem de, onunla aramızdaki kavgaların temel sebebi olarak gördüğüm Özal’ın kurtulmasına içten içe üzüldüğümü hatırlıyorum.
Avşar’ın fotoğraflarındaki ortak imgelerden biri olan Renault marka beyaz araba, Anadolu şehirlerindeki izlenme ve kontrol durumunun sembollerinden biri olarak göze çarpıyor. Aslında bugünden bakınca, sadece devlete bağlı gizli ajanların değil aynı zamanda sivil halkın bir kısmının da “izleme” ve “kontrol” mekanizmasının bir parçası olduğunu düşünüyorum. Devletten paçayı sıyırsanız bile, küçük şehirde etrafınızı zincirlerle kuşatan akraba, konu komşu ve tanıdıkların kuşku dolu gözlerinden kurtaramazsınız kendinizi. 2010 yılında, Orhan Pamuk’un “Kar” kitabını okuduktan yıllar sonra, bir yetişkin olarak ziyaret ettiğim Kars şehrinde, çocukluğumdaki gibi bir izlenme duygusunu tekrar yaşadım. “Kar” en favori Orhan Pamuk kitabım olmasa da, şehir ve doğa betimlemeleri inanılmazdır. Pamuk’un kitabının tamamına sirayet eden “takip edilme” durumunu Kars sokaklarında dolaşınca iyice anladım. Darbe dönemi çoktan bitse de, şehirlerin geleneksel yapısından kaynaklanan “takip” alışkanlığı hala devam ediyordu. Her köşe başındaki polisin varlığı ihtiyaçtan değil, göz dağı vermek ve korku salmak içindi sanki. Tıpkı Van’da olduğu gibi insanlar birbirinin özel hayatıyla gereğinden fazla ilgileniyor, halk arasında başka tür bir polislik yapılıyordu. Van ve Kars şehirlerindeki bu benzerliğin, Ermeni Kırımı’ndan sonra şehre yerleştirilen çok sayıdaki Türk nüfusun, korku ile bilenen muhafazakar ve milliyetçi yönelimlerinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Vahap Avşar’ın sergisini ilk gördüğümde yanımdaki arkadaşıma bazı fotoğraflar gösterip –”Bak burası Van, … burası da Van” diye işaret ettikten bir süre sonra yanıldığımı farkettim. Italo Calvino’nun “Görünmez Şehirler”inde Marco Polo’nun gizliden gizliye hep Venedik’i anlattığı gibi sanki Avşar’ın bütün fotoğrafları da Van’ı anlatıyordu… Sonradan anladım ki yanılmamın sebebi fotoğraflardaki şehirlerin benzerliğiydi. Özellikle Mardin, Tunceli ya da Bitlis gibi bir tepe ya da dağın etekleri üzerine kurulmayan “düz” şehirler birbirine çok benziyordu. Anadolu’nun geç yapılaşan şehir merkezlerindeki Hükümet Konağı, Valilik, Postane, Adliye gibi yapılar genellikle 2. ulusal dönem yapı estetiğini yansıtıyordu. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerin kamu yapılarıyla, oran, malzeme ve işçilik açısından yarışamayacak olan bu yapılar, yine de büyük şehirlerdeki öncülerine benzer nitelikler taşır. Genellikle sıvalı olan cephelerin pencereleri taş ya da mozaik söve ile kaplanır. Tekel Binası ve Şehir Müzesi gibi bazı yapıların cephelerinde o yöreye ait bazalt ya da mermer gibi taşlar kullanılır. Az katlı olan bu yapılar, şehirlerin az çok özenilerek yapılan yegane iyi mimarlık örnekleridir. Tarihi merkezi olmayan bazı şehirlerin meydanlarında yer alan büyük cami ve minareler, şehir peyzajlarının tek eğrisel formları olarak öne çıkar ve manzaranın belirleyici faktörü olur. Meydanları süsleyen havuzlar, Atatürk heykelleri ve temizliğin imandan geldiğini söyleyen demir yığını taklar, fotoğraflardaki ortak şehir düzenleme elemanları olarak göze çarpıyor. Eternit çatılı evler, tabelalarla donatılmış iş yeri cepheleri, tek katlı kapalı çarşılar vb. ise sözkonusu şehirlerin sivil mimarlık örnekleri hakkında ciddi fikir veriyor. Anadolu şehirlerindeki iki / üç katlı evlerin arkasından yükselen heybetli dağlar, bugün güncel imar yasalarının izin verdiği yüksek yapılaşma ve şehirleri saran dev alışveriş merkezlerinin gölgesinde kaldı artık.
Avşar’ın kayıp fotoğraflarındaki şehirlerin belirleyici renkleri çatışma “gri”si ve kutlama “kırmızı”sıdır. Sözkonusu “gri”, sıkıcı Avrupa şehirlerindeki parlak yüzeylerden oluşan “modern şehir grisi”nden ziyade, toz ve toprakla karışarak, kavak ağaçlarından ve bazalt taşından kahverengi çalan, boz bir Anadolu grisidir. Aylarca karla kaplı olan dağların kaya grisi muhteşemdir. Zirvelerden eteklere kadar akan gri, şehirlerin beton grisine karışınca koyulaşır. Polis ve askerlerden oluşan erkek bir griye döner, ortalık duman olur…
Fotoğrafların ikinci hakim rengi olan kırmızı ise mevcudiyet sebebini doğadan değil, Türk bayrağından alır. 23 Nisan Çocuk Bayramı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ve 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramları kamusal alanı kırmızıya boyamak için tasarlanmıştır sanki… Şehirlerin etnik yapısındaki demografik yoğunluk ne olursa olsun, “bayrak”, kamu tarafından empoze edilen bir güç göstergesidir. Dünyanın birçok ülkesinde kullanımı kurallarla sınırlanan bayrak, Türkiye’de fütursuzca asılır, kendi gibi olmayana gösterilmiş bir sopa gibi caydırıcı özellik taşır. İlkokul 5. sınıftaki bir bayrak töreninde, bayrağı tamamen göndere çektiğimi zannedip İstiklal Marşı’nın bitmesini beklemiştim, oysa bayrağı direğin yarısına kadar yukarı çekmişim. Marş bitiminde okul müdürümüzün bana bütün okulun önünde attığı meydan dayağını ve ettiği hakaretleri hatırlayınca bugün bile tüylerim diken diken oluyor.
Batı’yı bilmem ama benim için Doğu Anadolu’nun rengi, bütün renkleri içinde taşıyan ve aslında renk bile olmayan “beyaz”dır. Şehirlerin etrafını sarıp, geçit vermeyen koca dağlar, yılın büyük çoğunluğunda beyazla kaplıdır. Pencereden dışarı baktığınızda önünüzde uzanan yollar yumuşacık beyazdır. Erken gelen akşamların bir örtü gibi indiği beyaz, sabah güneşle ısınır. Dağlardan topladığınız beyaz, sofranızdaki pekmeze karışır; dondurma olur, tatlanır. Doğu’da sivil hayat her şeyden çok beyazdır. Temizlik Allah’tan ya da imandan değil, baharda nehirlere akan beyazdan gelir…
Avşar’ın seçkisi, şehirlerin mimarisi yanında insan profili hakkında da fikir veriyor. Fotoğraflardaki şehirlerin sokakları erkeklerle doludur. Erkekler şehir merkezinde elele ya da omuz omuza rahatça dolaşır, şakalaşır ancak genç kız ve kadınların sokakta, kamusal alanda görülmesi hoş karşılanmaz. Sayfiye yerlerindeki göl kıyısı, akarsu kenarı, köprü önü gibi manzaralarda da yine erkekler egemendir, muhabbetler hep erkek erkeğedir. Erkekler bir araya gelip, rakı sofrası kurar, dertleşir, bütün bir günü doğa içinde geçirebilir. Kadınlar ise ancak “aile” ortamında bu tür pikniğin bir parçası olabilir; kadın kadına göl kıyısında içki içmek, yürüyüş yapmak, gölde yüzmek açık açık yasak değilse de toplum tarafından hoş karşılanmaz. Van’a her gidişimde, kız arkadaşlarımla birlikte gölün muhteşem manzarasının tadını çıkaramadan büyüdüğümü düşünür, ortaokul yıllarında okul yönetiminden habersiz, sınıfımızı pikniğe götüren Veysel öğretmeni sevgiyle anarım.
Avşar işlerinde, kendini güvende hissetmediği bir toplumu tasvir eder. Gençlik yıllarından beri ısrarla üzerinde durduğu temalar, yıllar sonra bugün hala geçerliliğini koruyor. Kayıp Gölgeler’deki fotoğrafların öne çıkan figürleri, Avşar’ın sanat hayatının farklı dönemlerinde işlediği toplumsal kontrol, baskı ve güvenlik temaları ile örtüşüyor. Sanatçının 90’lardan bu yana sanat pratiğini takip edenler için, fotoğraflardaki asker, polis, polis arabası, Atatürk, bayrak gibi imgeler hiç yabancı değil. Resim, heykel, yerleştirme, video gibi farklı medyumları kullanarak kavramsallaştırdığı söz konusu imgeler, bu defa anonim fotoğrafçıların yıllar sonra gün yüzüne çıkan fotoğrafları ile görünür oluyor. Avşar’ın yıllarca benzer konuları ısrarla tema etmesi ile And Kartpostal Arşivi’nin peşine düşerek sonunda satın alması arasında ciddi bir süreklilik ve takdir edilmesi gereken bir ısrar var.
Türkiye’nin Batısı ile Doğusu arasında bir kardeşlik duygusunun ancak tesis edilebildiği ve çelişkili bir biçimde silahların yeniden konuştuğu günlerde açılan sergi, Anadolu ile bağlarımızın kopuk imgelerini tamamlıyor. Toplumdaki umut ve gelecek vaad eden gelişmelerin önünü tıkayan bir polis devleti ile karşı karşıya olduğumuz bugünlerde Vahap Avşar’ın sergisi yakın geçmişe bakıp hatırlamak için iyi bir fırsat oldu. Bu yazı yayınlandığında Silvan’daki sokağa çıkma yasağı ve abluka biter mi dersiniz?
*Pınar Öğrenci, Art Unlimited, Aralık 2015
“Kayıp Gölgeler”in bir başka versiyonu bugünlerde New York’ta P! Galeri ve Mari Sprito’nun yürütücüsü olduğu Protocinema işbirliği ile yeniden açıldı. SALT Beyoğlu’nun girişinde beton bloklar üzerinde, arkalı önlü sergilenerek birer heykel gibi etrafınızı kuşatan fotoğraflar, hem seyirci, hem de birbirleri ile iyi bir diyalog kuruyordu. New York’taki sergide ise, fotoğrafların boyutu küçülerek kartpostala yakın bir format seçilmiş. İzleyicinin de alabileceği şekilde çok sayıda basılıp, arka arkaya dizilen fotoğraflar, bu defa küçük raflar üzerinde sergileniyor.
Yazıya tekrar başladığım bugün, yine birbirinden kötü olaylar tarafından kuşatıldım. Bugün Silvan’da süren sokağa çıkma yasağının 10. günü, şehir sürekli bir şekilde bombalanıyor ve sivillerin ölüm haberleri geliyor. Yine bugün Ankara Garı Katliamı’nın üzerinden tam bir ay geçtiğini düşünürken, büyük sanatçı Cengiz Çekil’i kaybettiğimizi öğrendim. Cengiz Çekil’i ve 20 yıl önceki Ankara Garı Sergisi’ni anmadan bir Vahap Avşar yazısı yazmanın eksik olacağını düşünüyorum.
Avşar, 1985 yılında İzmir 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü sınavlarına girdiğinde, sonradan hocası olacak Cengiz Çekil ile tanışır. Çekil, Avşar’ın portfolyosundan çok etkilenir ve kısa bir süre sonra ona asistanlık teklif eder. Böylece yıllarca sürecek olan usta-çırak ilişkisi ve büyük bir dostluk hikayesi başlar. Tesadüfen aynı binada oturan Avşar ile Çekil, vakitlerinin çoğunu birlikte geçirir; birlikte çalışır, birlikte yemek yer ve sohbet ederler. İzmir’de yeni bir ekol başlatmayı ve okul kurmayı hayal ederler. Avşar, Cengiz Çekil’den hem hocam, hem arkadaşım, hem de babamdı diye bahsediyor. Çekil, usta bir sanatçı olmasının yanı sıra iyi bir eğitimciydi, İzmir’den yetişen yeni nesil sanatçılar üzerinde ciddi katkısı oldu. Avşar’ın malzeme ve form ile kurduğu sağlam ilişkinin köklerini, ustam dediği Cengiz Çekil’de aramak gerekir.
1995 yılında, Vahap Avşar, Selim Birsel, Claude Leon ve Galerici Füsun Okutan ile birlikte Sanart Festivali kapsamında bir sergi düzenlerler. Ankara Garı’ndaki bu sergiye Cengiz Çekil, Aydan Murtezaoğlu, Ayşe Erkmen gibi sanatçıları davet ederler. O dönemde, 1990’ların Türkiyesi’nde Doğu şehirlerinde Kürtler’e karşı ciddi bir savaş devam etmektedir ve sergi bu politik ortamı görmezden gelmez. Açılıştan sonraki gün Gar’a gittiklerinde, ortada sergi diye birşeyin kalmadığını görürler; bütün işlere zarar verilmiştir. Avşar “Son Damla” isimli yerleştirmesini bir tuvalette bulur ve fotoğrafını çekerek orayı terk eder. Gar Müdürü, işinin kanı çağrıştırdığını söyleyerek genç sanatçıyı azarlar. Olayın gerçekleşmesinden birkaç gün sonra Avşar, bir misafir sanatçı programı için New York’a gider ve program bitince Türkiye’ye geri dönmemeye karar verir. Bu kararı almasında Ankara Garı Sergisi’nin tahrip edilmesinin önemli payı vardır. 20 yıl sonra Ankara Garı’nın önünü gerçekten kan gölüne çevirdiklerinde Vahap Avşar’ın “Son Damla” işini hatırladım. Hiçbir şey değişmemişti; keşke Avşar haksız olsaydı, keşke işleri güncel olmasaydı da bugün hala aynı şeyleri konuşmuyor olsaydık diye geçirdim içimden.
And Kartpostal Şirketi 1978-1982 yılları arasında Anadolu’ya fotoğrafçılar göndererek kartpostal üretimi için fotoğraf sipariş eder. Bu fotoğraflar arasından bazıları 1980 darbesinin şiddet ortamını yansıttığı ya da standart kartpostal özellikleri taşımadığı için basılmaz. Vahap Avşar’ın And Kartpostal Arşivi’nin içinden basılmaya değer bulunmayan fotoğraflar arasından yaptığı bu seçki, Van’da geçen, çocukluk ve ilk gençlik günlerimin kamusal alana taşan anılarıyla örtüşüyor. “Çatışma” ve “kutlama” anlarının çelişkisi ile örülen bu manzaralar, Malatya’da büyüyen ve çocukluğundan beri kartpostallar üzerindeki imgelerin resimlerini yapan Avşar için de otobiyografik olsa gerek… Anadolu’nun farklı şehirlerinde çekilen bu fotoğrafların karşılık geldiği manzaralar, sadece deklanşöre basma süresine değil, coğrafyanın havasında yıllarca asılı kalmış, durum ya da durumlara karşılık geliyor. Manzaralardaki dağlar, polis ya da jandarmanın kuşattığı -bir tür hapishaneye dönüşen- şehirlerin aşılmaz duvarları gibi. Oracıkta başınızdan vurulsanız dünyanın ruhu bile duymaz, cesediniz bir evin bahçesine gömülür; ne internet ne de sosyal medyanın olmadığı günlerden bahsediyorum, 1980 darbesi sonrasında, her tarafta istihbaratçı ajanların, Renault marka beyaz arabalarla kol gezip, korku saçtığı günlerden…
İlk gençlik yıllarım, küçük bir Doğu şehri olan Van’ın muhafazakar atmosferine eklenen 1980 darbesi sonrasının korku dolu ikliminde geçti. Van Kız Meslek Lisesi’ndeki öğretmenlerimin bir kısmı, darbe sonrasında Batı şehirlerinden Doğu’ya sürülmüş, gencecik, hayat dolu insanlardı. Seçme şansım olmadan kaydımın yaptırıldığı, bir türlü alışamadığım ve bir tek arkadaş bile edinemediğim sadece kız öğrencilerin olduğu bu okulun, aslında hayatımın en büyük şansı olduğunu ileride anlayacaktım. Öğretmenlerime verilen sürgün “ceza”sı, sıkıntı dolu ergenlik günlerime hayat vermiş; onların hediye ettiği ya da önerdiği kitaplar sayesinde, küçük şehrin sınırları içinde sıkışan hayallerim, uzak şehirlerle birleşmişti. Bu arada çocuksu dünyam, henüz aklımın tam ermediği ancak bir tür sezgi ile kavramaya çalıştığım çelişkilerle doluydu. Okuldaki en sevdiğim öğretmenler ve okuduğum kitaplardaki kahramanlar “devrimci”ydi, ancak eve geldiğimde sol hareketlerin yerden yere vurulduğu tutucu bir aile atmosferi ile karşı karşıya kalıyordum. Küçük esnaf olan babam, Turgut Özal döneminde ANAP (Anavatan Partisi) Van ilçe başkanı olmuş, başka birkaç erkek akrabamız ile birlikte heyecanla parti için çalışıyordu. İlçe ilçe, köy köy dolaşan babam, partinin başarısından son derece sevinçli ve heyecanlıydı. Evde sürekli Tercüman gazetesi okunurdu. Annem, babamın seyahatlerinden huzursuz olsa da, onu kumar alışkanlığından uzak tuttuğu için parti ile ilişkisini içten içe desteklerdi. Ankara’dan Anavatan partisi üyeleri, nadiren de olsa bakanlar evimize gelir gider, birlikte yemekler yenirdi. Böyle akşamlarda görece zengin olur, babamın borç harç içindeki ticari hayatını görmezden gelirdik.
1988 yılına geldiğimizde ailemden habersiz kotardığım bir manevrayla Atatürk Lisesi’ne kaydımı aldırmış ve nihayet karma bir okulda okumaya başlamıştım. Herhangi bir fraksiyona bağlı olmayan solcu bir grubun içine katılmam uzun sürmedi ve işte o zaman hayatımın en unutulmaz dostluk hikayeleri ile birlikte kabus dolu günler başladı. Bizleri çay bahçelerinde erkekli kızlı gruplar halinde gören, sonradan MİT ajanı olduğunu anladığımız bir takım adamlar, babamı sık sık benimle ilgili olarak uyarmaya başlamıştı. Bu adamlara göre sadece illegal işler değil aynı zamanda ahlaksızlık yapıyorduk; kız çocuğuna bir çeki düzen vermeliydi, sokakta ne işi vardı? Babam arkadaşlarımla görüşmemi yasaklıyor, kitaplarımı ve şiir yazdığım defterleri sakladığım yerlerden arayarak buluyor ve yok ediyordu. Bu arada Kürt arkadaşlarımın abi ya da babaları sokak aralarında vuruluyor, ailelerinde eve ekmek getirecek kimse kalmıyordu. Bizler çocuk halimizle bu arkadaşların evlerine erzak götürüp, biriken dersane ücretlerini aramızda paylaşarak ödüyorduk. Kurduğumuz kitap kulübünde gücü yetenler kitap alıyor, alınan kitaplar herkes tarafından okunup, sonunda bir kişinin kitaplığına hediye olarak giriyordu. Felsefenin Temel İlkeleri (Georges Politzer), Sosyalizm ve Feminizm (Henri Lefebvre), Gülünün Solduğu Akşam (Erdal Öz), Kadının Adı Yok (Duygu Asena) gibi birçok yasaklı kitabı ve onlarca klasiği bu dönemde okudum. 1988’de Özal’ın elinden vurulduğu parti kongresinde, Ankara’da olan babamı çok merak etsem de, onunla aramızdaki kavgaların temel sebebi olarak gördüğüm Özal’ın kurtulmasına içten içe üzüldüğümü hatırlıyorum.
Avşar’ın fotoğraflarındaki ortak imgelerden biri olan Renault marka beyaz araba, Anadolu şehirlerindeki izlenme ve kontrol durumunun sembollerinden biri olarak göze çarpıyor. Aslında bugünden bakınca, sadece devlete bağlı gizli ajanların değil aynı zamanda sivil halkın bir kısmının da “izleme” ve “kontrol” mekanizmasının bir parçası olduğunu düşünüyorum. Devletten paçayı sıyırsanız bile, küçük şehirde etrafınızı zincirlerle kuşatan akraba, konu komşu ve tanıdıkların kuşku dolu gözlerinden kurtaramazsınız kendinizi. 2010 yılında, Orhan Pamuk’un “Kar” kitabını okuduktan yıllar sonra, bir yetişkin olarak ziyaret ettiğim Kars şehrinde, çocukluğumdaki gibi bir izlenme duygusunu tekrar yaşadım. “Kar” en favori Orhan Pamuk kitabım olmasa da, şehir ve doğa betimlemeleri inanılmazdır. Pamuk’un kitabının tamamına sirayet eden “takip edilme” durumunu Kars sokaklarında dolaşınca iyice anladım. Darbe dönemi çoktan bitse de, şehirlerin geleneksel yapısından kaynaklanan “takip” alışkanlığı hala devam ediyordu. Her köşe başındaki polisin varlığı ihtiyaçtan değil, göz dağı vermek ve korku salmak içindi sanki. Tıpkı Van’da olduğu gibi insanlar birbirinin özel hayatıyla gereğinden fazla ilgileniyor, halk arasında başka tür bir polislik yapılıyordu. Van ve Kars şehirlerindeki bu benzerliğin, Ermeni Kırımı’ndan sonra şehre yerleştirilen çok sayıdaki Türk nüfusun, korku ile bilenen muhafazakar ve milliyetçi yönelimlerinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Vahap Avşar’ın sergisini ilk gördüğümde yanımdaki arkadaşıma bazı fotoğraflar gösterip –”Bak burası Van, … burası da Van” diye işaret ettikten bir süre sonra yanıldığımı farkettim. Italo Calvino’nun “Görünmez Şehirler”inde Marco Polo’nun gizliden gizliye hep Venedik’i anlattığı gibi sanki Avşar’ın bütün fotoğrafları da Van’ı anlatıyordu… Sonradan anladım ki yanılmamın sebebi fotoğraflardaki şehirlerin benzerliğiydi. Özellikle Mardin, Tunceli ya da Bitlis gibi bir tepe ya da dağın etekleri üzerine kurulmayan “düz” şehirler birbirine çok benziyordu. Anadolu’nun geç yapılaşan şehir merkezlerindeki Hükümet Konağı, Valilik, Postane, Adliye gibi yapılar genellikle 2. ulusal dönem yapı estetiğini yansıtıyordu. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerin kamu yapılarıyla, oran, malzeme ve işçilik açısından yarışamayacak olan bu yapılar, yine de büyük şehirlerdeki öncülerine benzer nitelikler taşır. Genellikle sıvalı olan cephelerin pencereleri taş ya da mozaik söve ile kaplanır. Tekel Binası ve Şehir Müzesi gibi bazı yapıların cephelerinde o yöreye ait bazalt ya da mermer gibi taşlar kullanılır. Az katlı olan bu yapılar, şehirlerin az çok özenilerek yapılan yegane iyi mimarlık örnekleridir. Tarihi merkezi olmayan bazı şehirlerin meydanlarında yer alan büyük cami ve minareler, şehir peyzajlarının tek eğrisel formları olarak öne çıkar ve manzaranın belirleyici faktörü olur. Meydanları süsleyen havuzlar, Atatürk heykelleri ve temizliğin imandan geldiğini söyleyen demir yığını taklar, fotoğraflardaki ortak şehir düzenleme elemanları olarak göze çarpıyor. Eternit çatılı evler, tabelalarla donatılmış iş yeri cepheleri, tek katlı kapalı çarşılar vb. ise sözkonusu şehirlerin sivil mimarlık örnekleri hakkında ciddi fikir veriyor. Anadolu şehirlerindeki iki / üç katlı evlerin arkasından yükselen heybetli dağlar, bugün güncel imar yasalarının izin verdiği yüksek yapılaşma ve şehirleri saran dev alışveriş merkezlerinin gölgesinde kaldı artık.
Avşar’ın kayıp fotoğraflarındaki şehirlerin belirleyici renkleri çatışma “gri”si ve kutlama “kırmızı”sıdır. Sözkonusu “gri”, sıkıcı Avrupa şehirlerindeki parlak yüzeylerden oluşan “modern şehir grisi”nden ziyade, toz ve toprakla karışarak, kavak ağaçlarından ve bazalt taşından kahverengi çalan, boz bir Anadolu grisidir. Aylarca karla kaplı olan dağların kaya grisi muhteşemdir. Zirvelerden eteklere kadar akan gri, şehirlerin beton grisine karışınca koyulaşır. Polis ve askerlerden oluşan erkek bir griye döner, ortalık duman olur…
Fotoğrafların ikinci hakim rengi olan kırmızı ise mevcudiyet sebebini doğadan değil, Türk bayrağından alır. 23 Nisan Çocuk Bayramı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ve 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramları kamusal alanı kırmızıya boyamak için tasarlanmıştır sanki… Şehirlerin etnik yapısındaki demografik yoğunluk ne olursa olsun, “bayrak”, kamu tarafından empoze edilen bir güç göstergesidir. Dünyanın birçok ülkesinde kullanımı kurallarla sınırlanan bayrak, Türkiye’de fütursuzca asılır, kendi gibi olmayana gösterilmiş bir sopa gibi caydırıcı özellik taşır. İlkokul 5. sınıftaki bir bayrak töreninde, bayrağı tamamen göndere çektiğimi zannedip İstiklal Marşı’nın bitmesini beklemiştim, oysa bayrağı direğin yarısına kadar yukarı çekmişim. Marş bitiminde okul müdürümüzün bana bütün okulun önünde attığı meydan dayağını ve ettiği hakaretleri hatırlayınca bugün bile tüylerim diken diken oluyor.
Batı’yı bilmem ama benim için Doğu Anadolu’nun rengi, bütün renkleri içinde taşıyan ve aslında renk bile olmayan “beyaz”dır. Şehirlerin etrafını sarıp, geçit vermeyen koca dağlar, yılın büyük çoğunluğunda beyazla kaplıdır. Pencereden dışarı baktığınızda önünüzde uzanan yollar yumuşacık beyazdır. Erken gelen akşamların bir örtü gibi indiği beyaz, sabah güneşle ısınır. Dağlardan topladığınız beyaz, sofranızdaki pekmeze karışır; dondurma olur, tatlanır. Doğu’da sivil hayat her şeyden çok beyazdır. Temizlik Allah’tan ya da imandan değil, baharda nehirlere akan beyazdan gelir…
Avşar’ın seçkisi, şehirlerin mimarisi yanında insan profili hakkında da fikir veriyor. Fotoğraflardaki şehirlerin sokakları erkeklerle doludur. Erkekler şehir merkezinde elele ya da omuz omuza rahatça dolaşır, şakalaşır ancak genç kız ve kadınların sokakta, kamusal alanda görülmesi hoş karşılanmaz. Sayfiye yerlerindeki göl kıyısı, akarsu kenarı, köprü önü gibi manzaralarda da yine erkekler egemendir, muhabbetler hep erkek erkeğedir. Erkekler bir araya gelip, rakı sofrası kurar, dertleşir, bütün bir günü doğa içinde geçirebilir. Kadınlar ise ancak “aile” ortamında bu tür pikniğin bir parçası olabilir; kadın kadına göl kıyısında içki içmek, yürüyüş yapmak, gölde yüzmek açık açık yasak değilse de toplum tarafından hoş karşılanmaz. Van’a her gidişimde, kız arkadaşlarımla birlikte gölün muhteşem manzarasının tadını çıkaramadan büyüdüğümü düşünür, ortaokul yıllarında okul yönetiminden habersiz, sınıfımızı pikniğe götüren Veysel öğretmeni sevgiyle anarım.
Avşar işlerinde, kendini güvende hissetmediği bir toplumu tasvir eder. Gençlik yıllarından beri ısrarla üzerinde durduğu temalar, yıllar sonra bugün hala geçerliliğini koruyor. Kayıp Gölgeler’deki fotoğrafların öne çıkan figürleri, Avşar’ın sanat hayatının farklı dönemlerinde işlediği toplumsal kontrol, baskı ve güvenlik temaları ile örtüşüyor. Sanatçının 90’lardan bu yana sanat pratiğini takip edenler için, fotoğraflardaki asker, polis, polis arabası, Atatürk, bayrak gibi imgeler hiç yabancı değil. Resim, heykel, yerleştirme, video gibi farklı medyumları kullanarak kavramsallaştırdığı söz konusu imgeler, bu defa anonim fotoğrafçıların yıllar sonra gün yüzüne çıkan fotoğrafları ile görünür oluyor. Avşar’ın yıllarca benzer konuları ısrarla tema etmesi ile And Kartpostal Arşivi’nin peşine düşerek sonunda satın alması arasında ciddi bir süreklilik ve takdir edilmesi gereken bir ısrar var.
Türkiye’nin Batısı ile Doğusu arasında bir kardeşlik duygusunun ancak tesis edilebildiği ve çelişkili bir biçimde silahların yeniden konuştuğu günlerde açılan sergi, Anadolu ile bağlarımızın kopuk imgelerini tamamlıyor. Toplumdaki umut ve gelecek vaad eden gelişmelerin önünü tıkayan bir polis devleti ile karşı karşıya olduğumuz bugünlerde Vahap Avşar’ın sergisi yakın geçmişe bakıp hatırlamak için iyi bir fırsat oldu. Bu yazı yayınlandığında Silvan’daki sokağa çıkma yasağı ve abluka biter mi dersiniz?
*Pınar Öğrenci, Art Unlimited, Aralık 2015