"Deliren" kadının özgürlüğü
GÜLSİN HARMAN
October 19, 2015
“Nerden geldik buraya” sergisi paralel programı “Ele Güne Karşı Yapayalnız: 80’ler Türkiye Sinemasında Kadınların Özgürlüğü” kapsamında yazılmıştır.
Yıllar önce, 20’li yaşlarımın başında bir düğünde; baba tarafından ilk kez gördüğüm bir kadın akrabamı unutamıyorum. Kadınların (sınıfsal, toplumsal endişeler silsilesi nedeniyle) ağırbaşlı, hanım hanımcık, zarif gözükmeye çalıştığı düğünde kimseyi umursamıyordu. Ağzı bozuktu, içkiyi fazla kaçırmıştı, ailenin yaşlı kadınlarının özenle kabartılmış saçlarını bozuyordu, erkeklere laf atıyordu. Yakın zamanda ağır bir hastalık geçirmiş: ölümün eşiğinden dönmüş bir aile büyüğüne binbir şefkatle yaklaşılırken sırıta sırıta “Sen de iyi gebermedin” dedi. Fakat etrafı kahkahalara boğulan bir hayran kitlesiyle çevriliydi. Dışlanma, kınama ve ayıplanma ona yaklaşmıyordu. Büyük bir sevgiyle “Aman o delidir” deniliyordu. Hatta düğünü daha eğlenceli hale getirdiği, dile dökülemeyen aile içi gerilimlerin küçük intikamlarını aldığı için gizli bir minnet de vardı sanki. Diğer kadınların gözlerinde garip bir pırıltı vardı. Öyle davranmayı arzuluyorlar ve korkuyorlardı. Kim bilir “deli” sıfatını edinene kadar ne sıkıntılar çekmiştir ama bir kere eşik aşıldı mı gelen özgürlüğü kıskandığımı hatırlıyorum.
Belli bir eşikten geçtikten sonra arkasına dönüp bakmayan; toplumun kendisine yapıştıracağı “deli, orospu, kötü kadın” sıfatlarını buyur eden kadınlar özgürleşir mi? Ayşe Düzkan’ın yürütücülüğündeki “Ele Güne Karşı Yapayalnız: 80’ler Türkiye Sinemasında Kadınların Özgürlüğü” atölyesi, Türkiye’de 1980’ler sinemasında kadın özgürleşmesini merkeze alan üç film ve bir kitabı işledi. Mine (1985), Adı Vasfiye (1985), Bir Yudum Sevgi (1984) ve Kadının Adı Yok‘un (1987) kadın baş karakterleri toplumun gözünde nasıl algılandıklarına dair korku duvarını bir noktada yıkıyor. Kocasıyla yaşadığı evi terk eden Aygül (Hale Soygazi), çocuklarının duyabileceği mesafede kayınbiraderine ve eltisine “Kahpeyim, var mı diyeceğiniz?” diye haykırıyor. Çalıştığı fabrikanın önünde sevdiği adamın karısı üstüne saldırdığında “Kaldırım yosmasıyım; benimle konuşma seni de öyle sanırlar” diyebiliyor.
Vasfiye (Müjde Ar) dolmuşun ortasında ‘çırılçıplak soyunmakla’ tehdit ediyor; evli Mine (Türkan Şoray) sevgilisinin elini tutup yürüyor; ünlü gazeteci Duygu Asena otobiyografik romanıyla kendini ifşa ediyor. Mine’nin kırılma noktası; toplu bir tecavüz girişiminden zor kurtulması oluyor. Aygül karakteri için ise kırılma noktası çalışmaya başlaması. ‘Yırtma anı’ belki de işe girdiği fabrikadaki ilk gününde diş macunlarını kutuya koyduğu sonra da öğle paydosunda elinde tepsiyle yemekhanede tek başına oturacak yer araması… Peki, gazeteci Duygu Asena ‘özelini politikleştirmeye’ nasıl karar veriyor? 1978’in aralık ayında çıkmaya başlayan Kadınca‘nın genel yayın yönetmeni, dergi içeriğiyle yaptığı devrimin öznesine dönüşüyor. Kadının Adı Yok‘ta başkarakterin adı yok ama herkes onun Duygu Asena olduğunu biliyor. Mahrem, milyonlarca kadının özleşmesi için ortaya seriliyor. Hem de bireyselin kutsandığı, dayanışmanın düşman gösterildiği 1980’lerin içinde…
Bu kadınların toplum üstüne geldiğinde; özgürlüklerini engelleyen ağır baskı bir kırılma noktasında çöküyor. Tehdit ters tepiyor. Onlar bu sefer toplumun üstüne üstüne gidiyor; kendileriyle ilgili yapılacak bütün ahlaki suçlamaları en baştan onlar söylüyor. Ayşe Düzkan’ın sözleriyle: “Deliliğe vuruyorlar, durumu avantaja çeviriyorlar, karşı tarafın atacak oku kalmıyor”. Duygu Asena, hakkında dedikodu yapmak isteyenleri kapıdan içeri buyur ediyor. Cinselliği, ilişkileri hakkında konuşmak isteyenlere malzemeyi bizzat sağlıyor. Mine karakteri dışında üç karakterin özgürleşmesinde emek önemli bir rol oynuyor. Duygu’nun üst orta sınıflığı, Aygül’ün işçiliği, Vasfiye’nin kasaba kökenleri sınıf ayrımlarının ötesinde kadın kimlikleriyle ezilen sınıfına mensup oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Ezilen ve başkaldıran kadınların ortak özelliği, çalışarak ekonomik özgürlüklerini sağlayabilmeleri. Gazetecilik, fabrikada işçilik ya da pavyonda konsomatrislik… Emeğin türü ne olursa olsun, çalışmak kadınların kafa tutmasına imkan sağlıyor.
Atölyede katılımcılarla tartışılan temalar arasında yer alan ‘eşiği geçme’ meselesi, Nerden geldik buraya sergisinde ortaya konan feminizmin açtığı yollarla da örtüşüyor. Kadınlar bir noktada sokağa çıkıyor, şiddete karşı geliyor, konuşmaya başlıyor. Darbe sonrasının nefes aldırmayan ortamında ilk yasal gösteri 17 Mayıs 1987’de ev içi şiddete karşı dayanışma kampanyasının başlangıcı “Dayağa Karşı Yürüyüş” kadınlar tarafından düzenleniyor. İlk feminist dergiler Kaktüs ve Feminist çıkıyor; Kadının Adı Yok yayımlanıyor. Ayşe Düzkan, Pazartesi dergisi için 2001’de Duygu Asena’yla yaptığı söyleşide 1987 yılı için “Kadının Adı Yok‘un çıkışı çok önemli bir döneme geldi. İlk yürüyüş, ilk dergiler hep 1987 yılında. Bütün o kalkışmanın popüler alanda yansımasıydı sanki” tanımını yapıyor. 1 Mayıs 1988’de ilk sosyalist feminist dergi Kaktüs ilk sayısını yayımlıyor. 1980’lerin diğer hak mücadelelerinde de kadınlar ön planda yer alıyor. Politik örgütlenmelere nefes imkanı verilmeyen bir ortamda, kadınlar bir araya gelmenin yollarını buluyor ve ortak mücadele alanlarını saptayarak seslerini duyuruyor.
Özgürlüklerini arayan kadınlar, 1980’lerin ikinci yarısında onlara “deli” demeye hazır toplumun üstüne yürüyüşlerini hızlandırıyor. 1984’ten beri kendini feminist olarak tanımladığını aktaran Düzkan, “Biz mutlu olmak için feminist olduk, mutlu da olduk bizim jenerasyon için konuşursam. Solcularla dalga geçerim, biz bir hareket yarattık” diyor. Türkiye’de kadınların özgürleşme mücadelesini köksüz, feminizmi ‘dışarıdan ithal’ sananlar için 1980’lere dönüp bakmak son derece yararlı olabilir.
Yıllar önce, 20’li yaşlarımın başında bir düğünde; baba tarafından ilk kez gördüğüm bir kadın akrabamı unutamıyorum. Kadınların (sınıfsal, toplumsal endişeler silsilesi nedeniyle) ağırbaşlı, hanım hanımcık, zarif gözükmeye çalıştığı düğünde kimseyi umursamıyordu. Ağzı bozuktu, içkiyi fazla kaçırmıştı, ailenin yaşlı kadınlarının özenle kabartılmış saçlarını bozuyordu, erkeklere laf atıyordu. Yakın zamanda ağır bir hastalık geçirmiş: ölümün eşiğinden dönmüş bir aile büyüğüne binbir şefkatle yaklaşılırken sırıta sırıta “Sen de iyi gebermedin” dedi. Fakat etrafı kahkahalara boğulan bir hayran kitlesiyle çevriliydi. Dışlanma, kınama ve ayıplanma ona yaklaşmıyordu. Büyük bir sevgiyle “Aman o delidir” deniliyordu. Hatta düğünü daha eğlenceli hale getirdiği, dile dökülemeyen aile içi gerilimlerin küçük intikamlarını aldığı için gizli bir minnet de vardı sanki. Diğer kadınların gözlerinde garip bir pırıltı vardı. Öyle davranmayı arzuluyorlar ve korkuyorlardı. Kim bilir “deli” sıfatını edinene kadar ne sıkıntılar çekmiştir ama bir kere eşik aşıldı mı gelen özgürlüğü kıskandığımı hatırlıyorum.
Belli bir eşikten geçtikten sonra arkasına dönüp bakmayan; toplumun kendisine yapıştıracağı “deli, orospu, kötü kadın” sıfatlarını buyur eden kadınlar özgürleşir mi? Ayşe Düzkan’ın yürütücülüğündeki “Ele Güne Karşı Yapayalnız: 80’ler Türkiye Sinemasında Kadınların Özgürlüğü” atölyesi, Türkiye’de 1980’ler sinemasında kadın özgürleşmesini merkeze alan üç film ve bir kitabı işledi. Mine (1985), Adı Vasfiye (1985), Bir Yudum Sevgi (1984) ve Kadının Adı Yok‘un (1987) kadın baş karakterleri toplumun gözünde nasıl algılandıklarına dair korku duvarını bir noktada yıkıyor. Kocasıyla yaşadığı evi terk eden Aygül (Hale Soygazi), çocuklarının duyabileceği mesafede kayınbiraderine ve eltisine “Kahpeyim, var mı diyeceğiniz?” diye haykırıyor. Çalıştığı fabrikanın önünde sevdiği adamın karısı üstüne saldırdığında “Kaldırım yosmasıyım; benimle konuşma seni de öyle sanırlar” diyebiliyor.
Vasfiye (Müjde Ar) dolmuşun ortasında ‘çırılçıplak soyunmakla’ tehdit ediyor; evli Mine (Türkan Şoray) sevgilisinin elini tutup yürüyor; ünlü gazeteci Duygu Asena otobiyografik romanıyla kendini ifşa ediyor. Mine’nin kırılma noktası; toplu bir tecavüz girişiminden zor kurtulması oluyor. Aygül karakteri için ise kırılma noktası çalışmaya başlaması. ‘Yırtma anı’ belki de işe girdiği fabrikadaki ilk gününde diş macunlarını kutuya koyduğu sonra da öğle paydosunda elinde tepsiyle yemekhanede tek başına oturacak yer araması… Peki, gazeteci Duygu Asena ‘özelini politikleştirmeye’ nasıl karar veriyor? 1978’in aralık ayında çıkmaya başlayan Kadınca‘nın genel yayın yönetmeni, dergi içeriğiyle yaptığı devrimin öznesine dönüşüyor. Kadının Adı Yok‘ta başkarakterin adı yok ama herkes onun Duygu Asena olduğunu biliyor. Mahrem, milyonlarca kadının özleşmesi için ortaya seriliyor. Hem de bireyselin kutsandığı, dayanışmanın düşman gösterildiği 1980’lerin içinde…
Bu kadınların toplum üstüne geldiğinde; özgürlüklerini engelleyen ağır baskı bir kırılma noktasında çöküyor. Tehdit ters tepiyor. Onlar bu sefer toplumun üstüne üstüne gidiyor; kendileriyle ilgili yapılacak bütün ahlaki suçlamaları en baştan onlar söylüyor. Ayşe Düzkan’ın sözleriyle: “Deliliğe vuruyorlar, durumu avantaja çeviriyorlar, karşı tarafın atacak oku kalmıyor”. Duygu Asena, hakkında dedikodu yapmak isteyenleri kapıdan içeri buyur ediyor. Cinselliği, ilişkileri hakkında konuşmak isteyenlere malzemeyi bizzat sağlıyor. Mine karakteri dışında üç karakterin özgürleşmesinde emek önemli bir rol oynuyor. Duygu’nun üst orta sınıflığı, Aygül’ün işçiliği, Vasfiye’nin kasaba kökenleri sınıf ayrımlarının ötesinde kadın kimlikleriyle ezilen sınıfına mensup oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Ezilen ve başkaldıran kadınların ortak özelliği, çalışarak ekonomik özgürlüklerini sağlayabilmeleri. Gazetecilik, fabrikada işçilik ya da pavyonda konsomatrislik… Emeğin türü ne olursa olsun, çalışmak kadınların kafa tutmasına imkan sağlıyor.
Atölyede katılımcılarla tartışılan temalar arasında yer alan ‘eşiği geçme’ meselesi, Nerden geldik buraya sergisinde ortaya konan feminizmin açtığı yollarla da örtüşüyor. Kadınlar bir noktada sokağa çıkıyor, şiddete karşı geliyor, konuşmaya başlıyor. Darbe sonrasının nefes aldırmayan ortamında ilk yasal gösteri 17 Mayıs 1987’de ev içi şiddete karşı dayanışma kampanyasının başlangıcı “Dayağa Karşı Yürüyüş” kadınlar tarafından düzenleniyor. İlk feminist dergiler Kaktüs ve Feminist çıkıyor; Kadının Adı Yok yayımlanıyor. Ayşe Düzkan, Pazartesi dergisi için 2001’de Duygu Asena’yla yaptığı söyleşide 1987 yılı için “Kadının Adı Yok‘un çıkışı çok önemli bir döneme geldi. İlk yürüyüş, ilk dergiler hep 1987 yılında. Bütün o kalkışmanın popüler alanda yansımasıydı sanki” tanımını yapıyor. 1 Mayıs 1988’de ilk sosyalist feminist dergi Kaktüs ilk sayısını yayımlıyor. 1980’lerin diğer hak mücadelelerinde de kadınlar ön planda yer alıyor. Politik örgütlenmelere nefes imkanı verilmeyen bir ortamda, kadınlar bir araya gelmenin yollarını buluyor ve ortak mücadele alanlarını saptayarak seslerini duyuruyor.
Özgürlüklerini arayan kadınlar, 1980’lerin ikinci yarısında onlara “deli” demeye hazır toplumun üstüne yürüyüşlerini hızlandırıyor. 1984’ten beri kendini feminist olarak tanımladığını aktaran Düzkan, “Biz mutlu olmak için feminist olduk, mutlu da olduk bizim jenerasyon için konuşursam. Solcularla dalga geçerim, biz bir hareket yarattık” diyor. Türkiye’de kadınların özgürleşme mücadelesini köksüz, feminizmi ‘dışarıdan ithal’ sananlar için 1980’lere dönüp bakmak son derece yararlı olabilir.