Mevcut Krizde İtaatsizlik ve Politik Özneleştirme
MAURIZIO LAZZARATO
July 3, 2014
Güncel kolektif politik harekete geçme biçimleri -şiddet içersin içermesin, kentsel isyanlar ya da işçi sendikalarının mücadeleleri olsun- hep aynı tartışmalardan muzdarip: temsiliyetin reddi ve iktidarın, halkın ve toplumsal sınıfların temsilcilerine aktarılması üzerine kurulu modern siyasi gelenekten kopan örgütlenme ve ifade biçimlerinin bulunarak tecrübe edilmesi.
Bizi bölenlerin (mülkiyet, zenginlik, iktidar vb.) temsiliyetinin siyasi partiler ve işçi sendikalarına; paylaştıklarımızın (yurttaşlık, topluluk) temsiliyetinin devlete aktarılmasının reddinin kökleri, 68 “devrimi” tarafından ortaya atılmış olan yeni bir siyasi eylem kavramında bulunabilir.
Günümüzde gezegenin her tarafında baş gösteren hareketlenmeler, temsilî demokrasi içerisinde mümkün “herhangi bir alternatifin olmadığını” kanıtlamaktadır.
Bu mücadeleler içerisinde serpilen ret ve itaatsizlik, kriz hâlinde yeni siyasi eylemler arıyor ve deneyimliyor. Peki, nasıl bir krizden bahsediyoruz ve bu krizde ne tür siyasi örgütlenmeler ifade buluyor?
Félix Guattari, 1984’te verdiği bir seminerde, 70’li yılların başından bu yana Batı’nın yaşadığı krizin ekonomik veya politik bir krizden ziyade, öznellik üretiminde yaşanan bir kriz olduğunu belirtmişti. Bu savı nasıl anlamalıyız? Almanya ve Japonya, İkinci Dünya Savaşı’ndan tamamen harap olmuş, uzun süre işgal altında toplumsal ve psikolojik anlamda yıkıma uğramış ve “hammadde ya da sermaye yedeği gibi tek bir maddi varlıkları” olmadan çıktı. O zaman, bu iki ülkenin ekonomik mucizesini nasıl açıklıyoruz? Muazzam bir “öznellik sermayesi”ni (bilgi, kolektif zeka ve hayatta kalma kararlılığı) yeniden oluşturmayı başardılar. Hatta, yıkımın kendisinden yeni öznellik türleri keşfettiler. Özellikle Japonlar, arkaik öznelliklerinin bazı bileşenlerini yeniden değerlendirerek en ileri toplumsal ve maddi üretim biçimlerine dönüştürdüler. “Bir tür öznellik üretimi bileşimi sayesinde, bazıları son derece yabancılaştırıcı olan birçok yaratıcı süreci harekete geçirmeyi başardılar!”
Eğer kapitalizm, “tıpkı otomobil endüstrisinin piyasaya yeni üretim modeller sürmesi gibi öznellik modelleri üretebiliyorsa”, o zaman kapitalist politikanın ana meselesi ekonomik, teknolojik ve toplumsal akışları öznellik üretimiyle, politik ekonomi tamamen bir “öznel ekonomi” olacak şekilde ilişkilendirmektir. Bu geçici varsayım, tek bir gözlem temelinde tekrar ele alınmayı ve mevcut durumu kapsayacak şekilde genişletilmeyi hak ediyor: neoliberalizm bu ilişkiyi eklemlendirmede başarısız olmuştur.
Eski toplumsal ilişkileri ve onların özneleştirme kiplerini (işçi sınıfı, komünist veya sosyal demokrat özneleştirme, ama aynı zamanda ulusal öznellik ve burjuva öznellik vs.) yıkıma uğratan neoliberal zeminsizleştirmeye karşılık gelen yeni bir öznellik üretimi yoktur. Foucault’nun, işletmenin tüm eylemlerinde ihtiyaç duyulan “öznel harekete geçirme” olarak özetlediği, neoliberalizme özgü girişimci figürüyle özdeşleşme, soruna herhangi bir çözüm getirmemektedir. Aksine, sermaye her zaman, pazara ya da şirkete ait olmayan bir alan ile girişimciye ait olmayan bir öznelliğe ihtiyaç duymuştur; zira girişimci, şirket ve pazar, ekonomi üretse de toplumun yapısını bozmaktadır.
Tüm bireyleri bir işletmeye dönüştürme arzusunda ifade edilen girişimciye özgü özneleştirmenin genelleştirilmesi bir çelişkiye yol açar. Bireyden talep edilen öznel özerklik, etkinleşme ve sorumluluk yüklenme nitelikleri, yeni istihdam edilebilirlik normları ve dolayısıyla -aslını söylemek gerekirse- bir heteronomi oluşturur. Öte yandan, eyleme geçme, inisiyatif ve bireysel risk alma dayatması, yüzyılın hastalığı olan depresyona yol açar; depresyon ise, iş modelinin bireysel “başarısının” ürettiği tektürleşme ve varoluşsal yoksullaşmayı reddin ifadesidir.
Nüfusun çoğunluğu açısından ekonomik bir özneye dönüşme (“insan sermayesi”, “kişisel girişimci”), sanki bütün bunlar bir şirketin nihai kâr-zarar hanesinin bir parçasıymışçasına, maaş ve gelirlerdeki azalma, iş güvencesizliği, işsizlik ve yoksulluğu yönetme talebinden öte bir şey değildir. Ve kapitalizm, tekrarlanan “finansal” bozgunların yarattığı krize daha da battıkça, giderek artan oranda bilgi ve veri toplumu ile görkemli özneleştirmelerine (bilişsel işçiler, simge manipülatörleri, mücadeleci yaratıcılar ve kazananlar) dair retoriğini terk etmektedir. Kriz, borcu ve boyun eğdirme kiplerini, yani borçlu insanı öne çıkarır.
Kredi ve finans aracılığıyla herkesin zenginleşeceğine dair vaatler bir kez çökünce, geriye kalan tek politika sadece kreditörlerin, yani sermaye “varlıklarının” sahiplerinin korunması olur. Özel mülkün merkezîliğini onaylamak adına, “üretim” ve “öznellik üretimi” arasındaki bağlantı, borç ve borçlu insan temelinde oluşturulur. Borç ekonomilerinde, sermaye her zaman bir özneleştirme noktası işlevi görür; ancak bu, yalnızca bazılarını “kapitalistler”, ötekileri “işçiler” olarak değil, aynı zamanda “kredi verenler” ve “borçlular” olarak imlemek amacıyla yapılır. Borçlu insanın negatif bir özneleşme süreci tecrübe ettiği açıktır; borçlu insan -sürekli peşlerinde koşulsa da- bilgi, etkinlik ve hareketlilik akışlarının, salt baskıcı ve geriye giden bir özneleştirmeye vardığı bir durumun semptomudur. Bu artık bir yenilikçilik, yaratıcılık, bilgi veya kültür meselesi değil, vergi vermeyi reddederek “refah devleti”nin faydalarından cömertçe beslenen sermaye sahiplerinin toplumun diğer kesimlerinden “ayrılması” meselesidir. Bunun sonucunda, üretim kavramının çok net olmasından, “finansal krizin” sırf ekonomik bir kriz değil; aynı zamanda her bireyi bir iş sahibi, bir işletme, bir hissedara dönüştürmeyi arzulayan ve ABD’de ipotek teminatlı menkul kıymetlerin çöküşüyle mutlak bir başarısızlığa uğrayan neoliberal yönetişimin bir krizi olduğu sonucu çıkarılabilir. Ekonomik başarısızlık ile iş sahibi, hissedar ve girişimcinin öznel imgelerinin üretimindeki başarısızlık arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu başarısızlıkların kökeni, neoliberal öznel imgelerin iki katmanlı reddinden kaynaklanır: “insan sermayesi”ne dönüşmenin reddi ve krizle birlikte “borçlu insan”a dönüşmenin reddi.
“Sol”un siyasi parti ve sendikalarının bu proleter reddedişlere, bu kapitalist çıkmazlara verecek cevabı yoktur, çünkü onların da elinde önerebilecekleri herhangi bir yedek öznellik bulunmamaktadır. Halk, işçi sınıfı, emek, üreticiler ve istihdam, artık öznellikle ilişkiye girememekte, özneleştirme vektörleri işlevi sergilememektedir. Kol işçileri ve maaşlı işçiler artık, devrimci veya hatta reformist özneleştirmenin yeşereceği alanları değil, yalnızca istatistik ve seçimlerde beliren sosyo-profesyonel birer kategoriyi temsil etmektedir.
Güncel eleştirel kuramlar da, benzeri şekilde kapitalizm ve özneleştirme süreci arasındaki ilişkiyi eklemlendirmeyi başaramaz. Bilişsel kapitalizm, bilgi toplumu ve kültürel kapitalizm (Rifkin), üretim ve öznellik arasındaki ilişkiyi ancak çok indirgemeci bir şekilde temsil eder; çünkü bir yandan bilgi, veri ve kültür, “üretimi” oluşturan “ekonomiler” çokluğunu kapsamaya yaklaşmaz, diğer yandan ise öznel figürleri (bilişsel işçiler, simge manipülatörleri vs.) “öznellik üretimini” oluşturan tabi kılınma ve özneleştirme kipleri çokluğunu içermez.1 ile deneyimimim bu yönde oldu.] Üretim ve öznellik üretimine dair hegemonik bir paradigma sunma iddiaları, krizin de gösterdiği gibi, sınıf mücadelesinin kaderinin bilgi, veri ve kültür etrafında dönmediği olgusu tarafından yalancı çıkarılmaktadır. Eğer bu kuramlar üretim ve öznellik üretimi arasındaki bağlantıyı yoksullaştırıyorsa, Rancière ve Badiou bunun hiç farkında değiller. Bu kuramlar açısından bu ilişkinin hiçbir anlamı bulunmamaktadır. Aksine, “ekonomi” ve “öznellik” arasında kökten bir ayrımın ifade edilmesi ihtiyacını vurgularlar, bunun sonucunda ise ekonomiye dair ekonomist, politikaya dair ise öznelci veya “idealist” bir kavramsallaştırma geliştirirler.
Dolayısıyla -Guattari gibi- öznelliğin, kendisini özneleştirebilecek bir yol veya içinde kendisini özneleştirebileceği bir ortam bulamadığında ısrarcı olabiliriz: “Bu, majör bir kriz. Peki, neyin krizi? Bence büyük bir kriz, zira neredeyse herkesin dilinde şu soru var: Kahretsin, gerçekten de bir dine, bir fikre ihtiyacımız var […] böyle belirsizlik içerisinde kalmaya devam edemeyiz!”
Peki o zaman, öznellik üretiminin ilk ve en önemli kapitalist üretim biçimi olduğu bu tarihsel anda, politik ve varoluşsal bir kırılmanın koşulları nelerdir? Öznelliğin iş dünyası ve devlet tarafından endüstriyel kitlesel üretiminin önüne geçmek için bu üretimin kendine özgü hangi araçlarına ihtiyaç duyulmaktadır? Hem tabi kılınmanın hem de köleleştirmenin pençelerinden kurtulmayı mümkün kılacak bir özneleştirme süreci için ne tür örgütlenmeler yaratılmalıdır?
1980’lerde Foucault ve Guattari, farklı yollardan, tutsak olduğumuz çıkmazdan bizi çıkarabilecek belki de yegane güncel politik sorular olarak, öznellik üretimi ve “kişinin kendisiyle ilişkisi”nin tesisini işaret ettiler. İkisi de kendi yöntemleriyle, iktidar ilişkileri ve bilgi ilişkilerine dair yeni ve indirgenemez bir boyut keşfettiler. Kendini konumlandırma ve varoluşsal olumlama (Guattari) potansiyeli olarak “kendi’yle ilişki” (Foucault), iktidar ilişkileri ve bilgi ilişkilerinden -hem bir kaynaktan çıkma hem de iki kola ayrılma anlamlarıyla- türer. Ancak, öznel boyut iktidar ve bilgi ilişkilerinden türese de, onlara bağlı değildir.
Foucault’ya göre; “ben kaygısı” (souci de soi), dandy’nin “güzel hayat” idealinin peşinde koşmasından ziyade, “varoluş estetiği” ile buna karşılık gelen politika arasındaki ilişkinin sorgulanması anlamına gelir. “Başka bir hayat ve başka bir dünya”ya dair sorular, ön koşulu yerleşik âdet, alışkanlık ve değerlerden kopmada yatan “militan” bir hayattan doğar. Guattari’nin estetik paradigması, toplumsal ve politik olanın bir estetikleştirmesine değil, öznelliğin üretimini yeni bir militanlık biçimi ve yeni bir siyasi örgütlenme yönteminin temel pratiği ve meselesine dönüştürmesine varır.
Özneleştirme süreçleri ve örgütlenme kipleri, işçi hareketi içerisinde her zaman “reformcular” ile “devrimciler” arasında kırılma ve siyasi bölünmelerle sonuçlanan asli önemde tartışmalara sebep olmuştur. Giriştiği “öznellik savaşlarını” (Guattari) görmeyi reddedersek işçi hareketinin tarihini anlayamayız. “Paris Komünü’nde belirli bir işçi türü öyle bir ‘mutant’a dönüştü ki, burjuvazi onu yok etmekten başka bir çözüm bulamadı. Paris Komünü, başka bir çağda Aziz Bartelomeus Yortusu Kıyımı’nda Protestanların katledildiği gibi yok edildi.”
Bolşevikler kendilerine özellikle, diğer başka şeylerin yanı sıra, Komün’ün yenilgisine cevaben yeni bir militan öznellik türünü nasıl keşfedebileceklerini sordular. “Mikropolitik” (Guattari) ve “mikrofiziksel” (Foucault) olana ışık tutmakla başlayıp politik özneleştirme sürecini incelemek, bizi makropolitik boyutu konu edinme ve yeniden şekillendirme ihtiyacından muaf kılmaz. Aksine: “Ya birisi, herhangi biri -Bolşevik, Maoist veya her kimse- yeni öznellik üretimi araçları üretecek ya da kriz kötüleşmeye devam edecek.”
Bugün, 1970’lerdekinden tamamen farklı bir durum yaşadığımız için, yukarıdaki alıntıda Guattari’nin hatırlattığı makropolitikaya geçiş bana daha da gerekli geliyor. O zamanlar aciliyet taşıyan mesele, çeşitli komünist parti ve sendikaların programlarını belirleyen donuklaşmış, kemikleşmiş makropolitikalardan kurtulmaktı. Bugün bu kuvvetler ya kaybolduğundan ya da tamamiyle kapitalizmin mantığına kaynaştırıldığından, önemli olan, bir yandan bizi (politik ve toplumsal anlamda) temsilî demokrasiden çekip çıkarabilecek ve Guattari’nin “moleküler devrim” dediği şeye bağlayabilecek, diğer yandan endüstriyel kapitalizmde grevin gördüğü işlevin aynısını yerine getirecek; tabi kılınma ve köleleştirme süreçlerini engelleyip askıya alacak gücü tekrar etkinleştirecek bir makropolitika bulmak, deneyimlemek ve ortaya koymak. Bunun yokluğunda neoliberal gelgit dalgası, programını eksiksiz olarak dayatmaya devam edecek: maaşlar en düşük geçim düzeyine çekilecek, “refah devleti”nin hizmetleri asgariye indirilecek, “kamusal” alandan geriye ne kaldıysa özelleştirilecek; bütün bunlar da, halk gerileyen bir borçluluk cenderesine itilirken gerçekleşecek.
Guattari, kendine özgü yöntemiyle salt Marx’a değil, Lenin’e de sadık kaldı. Artık şüphe yok ki, Leninizmin yarattığı öznellik üretimi araçlarını (parti, işçi sınıfının öncü olarak kavramsallaştırılması, “profesyonel militan” vs.) mevcut sınıfın bileşimine uyarlamak mümkün değil. Guattari’nin Leninist deneycilikten muhafaza ettiği şey, yöntem: “sosyal demokrasiden” kopma ve öznelliğin örgütlenme kipleri etrafında mevzilendirilecek yeni siyasi yenilikçilik aygıtlarının inşası ihtiyacı.
İktidar ve bilgi ilişkilerinin üstesinden öz-duygulanım, öz-olumlama ve öz-konumlandırma güçleri gelmektedir; çünkü bunlar, yerleşik iktidar ve bilgi biçimlerinden sıyrılmakta, bir kırılma ve yeni bir politik özneleştirme ile net bir özneleştirme sürecinin başlangıcı için gerekli ön koşulları oluşturmaktadır.
Guattari’ye göre; bu siyasi özerkliğin olumlanması ilk defa, henüz var olmayan bir işçi sınıfını, bu kelimenin tam anlamıyla “icat eden” Birinci Enternasyonal’in yarattığı öznel kırılma aracılığıyla ifade edilmişti (Marx’ın çağının komünizmi, esasta zanaatkârlar ve lonca üyelerine dayanıyordu). Kapitalizmde, özneleştirme süreçleri aynı anda hem ekonomik, toplumsal, siyasi ve mekanik dalgalanmalarla bir araya gelmeli, hem de kendilerini onlardan özgürleştirmelidir. Bu işlemlerin ikisi de vazgeçilmezdir: köleleştirme ve tabi kılınmaların öznellik üzerindeki boyunduruğundan başlayarak, her zaman bir kendi kendini keşfediş ve tanımlayış olan kırılmayı örgütlemek.
Ben’in üretiminin kuralları, “hassas alanlar” inşa ederken icat ettiğimiz “tercihe bağlı” ve süreç yönelimli kurallar ve mikropolitik düzeyde öznellik ile makropolitik düzeyde kolektif ifade örgütlerinin “başka bir hayat” ve “başka bir dünya”nın ötekiliğinin yaratılması aracılığıyla (Foucault) tekilleştirilmesidir (Guattari). Buradan da bilişsel, bilgisel veya dilbilimsel enstrüman veya paradigmalara değil, ahlaksal-estetik niteliğe sahip -Guattari’nin “estetik paradigması” ve Foucault’nun “varoluş estetiği”- politik araç ve paradigmalara başvurulur.
Ancak öznelliğin bir mutasyonu şekillenirken, yeni bir varoluş biçimlenirken (Guattari) ekonomik, dilbilimsel, teknik, toplumsal ve iletişimsel akışlarla yeni bir ilişki deneyimleyebileceğiz. Yeni söylem, bilinç ve siyaset biçimleri yaratmak istiyorsak, adlandırılamaz bir noktadan; anlatı, bilgi, kültür ve bilincin sıfırlandığı bir noktadan geçmemiz gerekiyor. Bundan üretimi, bilincin bilinç aracılığıyla üretimi olarak kavramsallaştıran totolojik bir absürdite doğuyor. Bilişsel kapitalizm, bilgi toplumu ve kültürel kapitalizmin, yenilik ve yaratıcılık kuramları olduklarını iddia eden kuramları -tam da dil, bilinç, bilgi ve kültür bu amaç için büyük oranda yetersiz olduklarından- “yaratım” ve “yenilikçiliğin” gerçekleştirildiği süreci kavrayamamaktadır.
Siyasi özneleştirme, gerçekleşebilmek için, baskın anlamların askıya alındığı ve mekanik köleleştirmenin boyunduruğunun etkisizleştirildiği bu anlardan geçmek zorundadır. Grev, isyan, ayaklanma ve mücadele, genel anlamda kopuş ve kronolojik zamanın askıya alındığı zamanlardır. Tabi kılınma ve köleleştirme biçimleri etkisizleştirilir; ortaya çıkan saf, kusursuz öznellikler değil, özneleştirmenin yeşerme alanları, başlangıçlar, embriyolardır; gerçekleştirilmeleri ve tomurcuklanmaları, temsil tekniklerine başvurulmaksızın “arzu üretimi” ve “özneleştirme” arasındaki ilişkiyi açık seçik ifade etmek zorunda olan bir inşa sürecine bağlı olacaktır.
Eğer kriz, bundan böyle sadece olumsuz ve gerileyen tabi kılınma ve köleleştirme biçimleri üretirse (borçlu insan), kapitalizm üretim ve öznelliğin üretimini bir araya getirmek için sermayenin mülkiyet haklarını korumaktan başka yol bulamazsa, kuramın araçları, aynı zamanda kapitalizme karşı bir varoluşsal mutasyon olacak bir politik özneleştirmenin koşullarını tasavvur edebileceğini göstermelidir. Çünkü kapitalizm şimdiden tarihsel ölçekte bir krizden geçmektedir.
- - -
Bu makale, 22 Nisan-15 Haziran 2014 tarihlerinde SALT Beyoğlu’nda gerçekleştirilen İtaatsizlik Arşivi (Park) sergisi için hazırlanan gazetede yayımlanmıştır.
İngilizceden çeviren: Nazım Hikmet Richard Dikbaş
Bizi bölenlerin (mülkiyet, zenginlik, iktidar vb.) temsiliyetinin siyasi partiler ve işçi sendikalarına; paylaştıklarımızın (yurttaşlık, topluluk) temsiliyetinin devlete aktarılmasının reddinin kökleri, 68 “devrimi” tarafından ortaya atılmış olan yeni bir siyasi eylem kavramında bulunabilir.
Günümüzde gezegenin her tarafında baş gösteren hareketlenmeler, temsilî demokrasi içerisinde mümkün “herhangi bir alternatifin olmadığını” kanıtlamaktadır.
Bu mücadeleler içerisinde serpilen ret ve itaatsizlik, kriz hâlinde yeni siyasi eylemler arıyor ve deneyimliyor. Peki, nasıl bir krizden bahsediyoruz ve bu krizde ne tür siyasi örgütlenmeler ifade buluyor?
Félix Guattari, 1984’te verdiği bir seminerde, 70’li yılların başından bu yana Batı’nın yaşadığı krizin ekonomik veya politik bir krizden ziyade, öznellik üretiminde yaşanan bir kriz olduğunu belirtmişti. Bu savı nasıl anlamalıyız? Almanya ve Japonya, İkinci Dünya Savaşı’ndan tamamen harap olmuş, uzun süre işgal altında toplumsal ve psikolojik anlamda yıkıma uğramış ve “hammadde ya da sermaye yedeği gibi tek bir maddi varlıkları” olmadan çıktı. O zaman, bu iki ülkenin ekonomik mucizesini nasıl açıklıyoruz? Muazzam bir “öznellik sermayesi”ni (bilgi, kolektif zeka ve hayatta kalma kararlılığı) yeniden oluşturmayı başardılar. Hatta, yıkımın kendisinden yeni öznellik türleri keşfettiler. Özellikle Japonlar, arkaik öznelliklerinin bazı bileşenlerini yeniden değerlendirerek en ileri toplumsal ve maddi üretim biçimlerine dönüştürdüler. “Bir tür öznellik üretimi bileşimi sayesinde, bazıları son derece yabancılaştırıcı olan birçok yaratıcı süreci harekete geçirmeyi başardılar!”
Eğer kapitalizm, “tıpkı otomobil endüstrisinin piyasaya yeni üretim modeller sürmesi gibi öznellik modelleri üretebiliyorsa”, o zaman kapitalist politikanın ana meselesi ekonomik, teknolojik ve toplumsal akışları öznellik üretimiyle, politik ekonomi tamamen bir “öznel ekonomi” olacak şekilde ilişkilendirmektir. Bu geçici varsayım, tek bir gözlem temelinde tekrar ele alınmayı ve mevcut durumu kapsayacak şekilde genişletilmeyi hak ediyor: neoliberalizm bu ilişkiyi eklemlendirmede başarısız olmuştur.
Eski toplumsal ilişkileri ve onların özneleştirme kiplerini (işçi sınıfı, komünist veya sosyal demokrat özneleştirme, ama aynı zamanda ulusal öznellik ve burjuva öznellik vs.) yıkıma uğratan neoliberal zeminsizleştirmeye karşılık gelen yeni bir öznellik üretimi yoktur. Foucault’nun, işletmenin tüm eylemlerinde ihtiyaç duyulan “öznel harekete geçirme” olarak özetlediği, neoliberalizme özgü girişimci figürüyle özdeşleşme, soruna herhangi bir çözüm getirmemektedir. Aksine, sermaye her zaman, pazara ya da şirkete ait olmayan bir alan ile girişimciye ait olmayan bir öznelliğe ihtiyaç duymuştur; zira girişimci, şirket ve pazar, ekonomi üretse de toplumun yapısını bozmaktadır.
Tüm bireyleri bir işletmeye dönüştürme arzusunda ifade edilen girişimciye özgü özneleştirmenin genelleştirilmesi bir çelişkiye yol açar. Bireyden talep edilen öznel özerklik, etkinleşme ve sorumluluk yüklenme nitelikleri, yeni istihdam edilebilirlik normları ve dolayısıyla -aslını söylemek gerekirse- bir heteronomi oluşturur. Öte yandan, eyleme geçme, inisiyatif ve bireysel risk alma dayatması, yüzyılın hastalığı olan depresyona yol açar; depresyon ise, iş modelinin bireysel “başarısının” ürettiği tektürleşme ve varoluşsal yoksullaşmayı reddin ifadesidir.
Nüfusun çoğunluğu açısından ekonomik bir özneye dönüşme (“insan sermayesi”, “kişisel girişimci”), sanki bütün bunlar bir şirketin nihai kâr-zarar hanesinin bir parçasıymışçasına, maaş ve gelirlerdeki azalma, iş güvencesizliği, işsizlik ve yoksulluğu yönetme talebinden öte bir şey değildir. Ve kapitalizm, tekrarlanan “finansal” bozgunların yarattığı krize daha da battıkça, giderek artan oranda bilgi ve veri toplumu ile görkemli özneleştirmelerine (bilişsel işçiler, simge manipülatörleri, mücadeleci yaratıcılar ve kazananlar) dair retoriğini terk etmektedir. Kriz, borcu ve boyun eğdirme kiplerini, yani borçlu insanı öne çıkarır.
Kredi ve finans aracılığıyla herkesin zenginleşeceğine dair vaatler bir kez çökünce, geriye kalan tek politika sadece kreditörlerin, yani sermaye “varlıklarının” sahiplerinin korunması olur. Özel mülkün merkezîliğini onaylamak adına, “üretim” ve “öznellik üretimi” arasındaki bağlantı, borç ve borçlu insan temelinde oluşturulur. Borç ekonomilerinde, sermaye her zaman bir özneleştirme noktası işlevi görür; ancak bu, yalnızca bazılarını “kapitalistler”, ötekileri “işçiler” olarak değil, aynı zamanda “kredi verenler” ve “borçlular” olarak imlemek amacıyla yapılır. Borçlu insanın negatif bir özneleşme süreci tecrübe ettiği açıktır; borçlu insan -sürekli peşlerinde koşulsa da- bilgi, etkinlik ve hareketlilik akışlarının, salt baskıcı ve geriye giden bir özneleştirmeye vardığı bir durumun semptomudur. Bu artık bir yenilikçilik, yaratıcılık, bilgi veya kültür meselesi değil, vergi vermeyi reddederek “refah devleti”nin faydalarından cömertçe beslenen sermaye sahiplerinin toplumun diğer kesimlerinden “ayrılması” meselesidir. Bunun sonucunda, üretim kavramının çok net olmasından, “finansal krizin” sırf ekonomik bir kriz değil; aynı zamanda her bireyi bir iş sahibi, bir işletme, bir hissedara dönüştürmeyi arzulayan ve ABD’de ipotek teminatlı menkul kıymetlerin çöküşüyle mutlak bir başarısızlığa uğrayan neoliberal yönetişimin bir krizi olduğu sonucu çıkarılabilir. Ekonomik başarısızlık ile iş sahibi, hissedar ve girişimcinin öznel imgelerinin üretimindeki başarısızlık arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu başarısızlıkların kökeni, neoliberal öznel imgelerin iki katmanlı reddinden kaynaklanır: “insan sermayesi”ne dönüşmenin reddi ve krizle birlikte “borçlu insan”a dönüşmenin reddi.
“Sol”un siyasi parti ve sendikalarının bu proleter reddedişlere, bu kapitalist çıkmazlara verecek cevabı yoktur, çünkü onların da elinde önerebilecekleri herhangi bir yedek öznellik bulunmamaktadır. Halk, işçi sınıfı, emek, üreticiler ve istihdam, artık öznellikle ilişkiye girememekte, özneleştirme vektörleri işlevi sergilememektedir. Kol işçileri ve maaşlı işçiler artık, devrimci veya hatta reformist özneleştirmenin yeşereceği alanları değil, yalnızca istatistik ve seçimlerde beliren sosyo-profesyonel birer kategoriyi temsil etmektedir.
Güncel eleştirel kuramlar da, benzeri şekilde kapitalizm ve özneleştirme süreci arasındaki ilişkiyi eklemlendirmeyi başaramaz. Bilişsel kapitalizm, bilgi toplumu ve kültürel kapitalizm (Rifkin), üretim ve öznellik arasındaki ilişkiyi ancak çok indirgemeci bir şekilde temsil eder; çünkü bir yandan bilgi, veri ve kültür, “üretimi” oluşturan “ekonomiler” çokluğunu kapsamaya yaklaşmaz, diğer yandan ise öznel figürleri (bilişsel işçiler, simge manipülatörleri vs.) “öznellik üretimini” oluşturan tabi kılınma ve özneleştirme kipleri çokluğunu içermez.1 ile deneyimimim bu yönde oldu.] Üretim ve öznellik üretimine dair hegemonik bir paradigma sunma iddiaları, krizin de gösterdiği gibi, sınıf mücadelesinin kaderinin bilgi, veri ve kültür etrafında dönmediği olgusu tarafından yalancı çıkarılmaktadır. Eğer bu kuramlar üretim ve öznellik üretimi arasındaki bağlantıyı yoksullaştırıyorsa, Rancière ve Badiou bunun hiç farkında değiller. Bu kuramlar açısından bu ilişkinin hiçbir anlamı bulunmamaktadır. Aksine, “ekonomi” ve “öznellik” arasında kökten bir ayrımın ifade edilmesi ihtiyacını vurgularlar, bunun sonucunda ise ekonomiye dair ekonomist, politikaya dair ise öznelci veya “idealist” bir kavramsallaştırma geliştirirler.
Dolayısıyla -Guattari gibi- öznelliğin, kendisini özneleştirebilecek bir yol veya içinde kendisini özneleştirebileceği bir ortam bulamadığında ısrarcı olabiliriz: “Bu, majör bir kriz. Peki, neyin krizi? Bence büyük bir kriz, zira neredeyse herkesin dilinde şu soru var: Kahretsin, gerçekten de bir dine, bir fikre ihtiyacımız var […] böyle belirsizlik içerisinde kalmaya devam edemeyiz!”
Peki o zaman, öznellik üretiminin ilk ve en önemli kapitalist üretim biçimi olduğu bu tarihsel anda, politik ve varoluşsal bir kırılmanın koşulları nelerdir? Öznelliğin iş dünyası ve devlet tarafından endüstriyel kitlesel üretiminin önüne geçmek için bu üretimin kendine özgü hangi araçlarına ihtiyaç duyulmaktadır? Hem tabi kılınmanın hem de köleleştirmenin pençelerinden kurtulmayı mümkün kılacak bir özneleştirme süreci için ne tür örgütlenmeler yaratılmalıdır?
1980’lerde Foucault ve Guattari, farklı yollardan, tutsak olduğumuz çıkmazdan bizi çıkarabilecek belki de yegane güncel politik sorular olarak, öznellik üretimi ve “kişinin kendisiyle ilişkisi”nin tesisini işaret ettiler. İkisi de kendi yöntemleriyle, iktidar ilişkileri ve bilgi ilişkilerine dair yeni ve indirgenemez bir boyut keşfettiler. Kendini konumlandırma ve varoluşsal olumlama (Guattari) potansiyeli olarak “kendi’yle ilişki” (Foucault), iktidar ilişkileri ve bilgi ilişkilerinden -hem bir kaynaktan çıkma hem de iki kola ayrılma anlamlarıyla- türer. Ancak, öznel boyut iktidar ve bilgi ilişkilerinden türese de, onlara bağlı değildir.
Foucault’ya göre; “ben kaygısı” (souci de soi), dandy’nin “güzel hayat” idealinin peşinde koşmasından ziyade, “varoluş estetiği” ile buna karşılık gelen politika arasındaki ilişkinin sorgulanması anlamına gelir. “Başka bir hayat ve başka bir dünya”ya dair sorular, ön koşulu yerleşik âdet, alışkanlık ve değerlerden kopmada yatan “militan” bir hayattan doğar. Guattari’nin estetik paradigması, toplumsal ve politik olanın bir estetikleştirmesine değil, öznelliğin üretimini yeni bir militanlık biçimi ve yeni bir siyasi örgütlenme yönteminin temel pratiği ve meselesine dönüştürmesine varır.
Özneleştirme süreçleri ve örgütlenme kipleri, işçi hareketi içerisinde her zaman “reformcular” ile “devrimciler” arasında kırılma ve siyasi bölünmelerle sonuçlanan asli önemde tartışmalara sebep olmuştur. Giriştiği “öznellik savaşlarını” (Guattari) görmeyi reddedersek işçi hareketinin tarihini anlayamayız. “Paris Komünü’nde belirli bir işçi türü öyle bir ‘mutant’a dönüştü ki, burjuvazi onu yok etmekten başka bir çözüm bulamadı. Paris Komünü, başka bir çağda Aziz Bartelomeus Yortusu Kıyımı’nda Protestanların katledildiği gibi yok edildi.”
Bolşevikler kendilerine özellikle, diğer başka şeylerin yanı sıra, Komün’ün yenilgisine cevaben yeni bir militan öznellik türünü nasıl keşfedebileceklerini sordular. “Mikropolitik” (Guattari) ve “mikrofiziksel” (Foucault) olana ışık tutmakla başlayıp politik özneleştirme sürecini incelemek, bizi makropolitik boyutu konu edinme ve yeniden şekillendirme ihtiyacından muaf kılmaz. Aksine: “Ya birisi, herhangi biri -Bolşevik, Maoist veya her kimse- yeni öznellik üretimi araçları üretecek ya da kriz kötüleşmeye devam edecek.”
Bugün, 1970’lerdekinden tamamen farklı bir durum yaşadığımız için, yukarıdaki alıntıda Guattari’nin hatırlattığı makropolitikaya geçiş bana daha da gerekli geliyor. O zamanlar aciliyet taşıyan mesele, çeşitli komünist parti ve sendikaların programlarını belirleyen donuklaşmış, kemikleşmiş makropolitikalardan kurtulmaktı. Bugün bu kuvvetler ya kaybolduğundan ya da tamamiyle kapitalizmin mantığına kaynaştırıldığından, önemli olan, bir yandan bizi (politik ve toplumsal anlamda) temsilî demokrasiden çekip çıkarabilecek ve Guattari’nin “moleküler devrim” dediği şeye bağlayabilecek, diğer yandan endüstriyel kapitalizmde grevin gördüğü işlevin aynısını yerine getirecek; tabi kılınma ve köleleştirme süreçlerini engelleyip askıya alacak gücü tekrar etkinleştirecek bir makropolitika bulmak, deneyimlemek ve ortaya koymak. Bunun yokluğunda neoliberal gelgit dalgası, programını eksiksiz olarak dayatmaya devam edecek: maaşlar en düşük geçim düzeyine çekilecek, “refah devleti”nin hizmetleri asgariye indirilecek, “kamusal” alandan geriye ne kaldıysa özelleştirilecek; bütün bunlar da, halk gerileyen bir borçluluk cenderesine itilirken gerçekleşecek.
Guattari, kendine özgü yöntemiyle salt Marx’a değil, Lenin’e de sadık kaldı. Artık şüphe yok ki, Leninizmin yarattığı öznellik üretimi araçlarını (parti, işçi sınıfının öncü olarak kavramsallaştırılması, “profesyonel militan” vs.) mevcut sınıfın bileşimine uyarlamak mümkün değil. Guattari’nin Leninist deneycilikten muhafaza ettiği şey, yöntem: “sosyal demokrasiden” kopma ve öznelliğin örgütlenme kipleri etrafında mevzilendirilecek yeni siyasi yenilikçilik aygıtlarının inşası ihtiyacı.
İktidar ve bilgi ilişkilerinin üstesinden öz-duygulanım, öz-olumlama ve öz-konumlandırma güçleri gelmektedir; çünkü bunlar, yerleşik iktidar ve bilgi biçimlerinden sıyrılmakta, bir kırılma ve yeni bir politik özneleştirme ile net bir özneleştirme sürecinin başlangıcı için gerekli ön koşulları oluşturmaktadır.
Guattari’ye göre; bu siyasi özerkliğin olumlanması ilk defa, henüz var olmayan bir işçi sınıfını, bu kelimenin tam anlamıyla “icat eden” Birinci Enternasyonal’in yarattığı öznel kırılma aracılığıyla ifade edilmişti (Marx’ın çağının komünizmi, esasta zanaatkârlar ve lonca üyelerine dayanıyordu). Kapitalizmde, özneleştirme süreçleri aynı anda hem ekonomik, toplumsal, siyasi ve mekanik dalgalanmalarla bir araya gelmeli, hem de kendilerini onlardan özgürleştirmelidir. Bu işlemlerin ikisi de vazgeçilmezdir: köleleştirme ve tabi kılınmaların öznellik üzerindeki boyunduruğundan başlayarak, her zaman bir kendi kendini keşfediş ve tanımlayış olan kırılmayı örgütlemek.
Ben’in üretiminin kuralları, “hassas alanlar” inşa ederken icat ettiğimiz “tercihe bağlı” ve süreç yönelimli kurallar ve mikropolitik düzeyde öznellik ile makropolitik düzeyde kolektif ifade örgütlerinin “başka bir hayat” ve “başka bir dünya”nın ötekiliğinin yaratılması aracılığıyla (Foucault) tekilleştirilmesidir (Guattari). Buradan da bilişsel, bilgisel veya dilbilimsel enstrüman veya paradigmalara değil, ahlaksal-estetik niteliğe sahip -Guattari’nin “estetik paradigması” ve Foucault’nun “varoluş estetiği”- politik araç ve paradigmalara başvurulur.
Ancak öznelliğin bir mutasyonu şekillenirken, yeni bir varoluş biçimlenirken (Guattari) ekonomik, dilbilimsel, teknik, toplumsal ve iletişimsel akışlarla yeni bir ilişki deneyimleyebileceğiz. Yeni söylem, bilinç ve siyaset biçimleri yaratmak istiyorsak, adlandırılamaz bir noktadan; anlatı, bilgi, kültür ve bilincin sıfırlandığı bir noktadan geçmemiz gerekiyor. Bundan üretimi, bilincin bilinç aracılığıyla üretimi olarak kavramsallaştıran totolojik bir absürdite doğuyor. Bilişsel kapitalizm, bilgi toplumu ve kültürel kapitalizmin, yenilik ve yaratıcılık kuramları olduklarını iddia eden kuramları -tam da dil, bilinç, bilgi ve kültür bu amaç için büyük oranda yetersiz olduklarından- “yaratım” ve “yenilikçiliğin” gerçekleştirildiği süreci kavrayamamaktadır.
Siyasi özneleştirme, gerçekleşebilmek için, baskın anlamların askıya alındığı ve mekanik köleleştirmenin boyunduruğunun etkisizleştirildiği bu anlardan geçmek zorundadır. Grev, isyan, ayaklanma ve mücadele, genel anlamda kopuş ve kronolojik zamanın askıya alındığı zamanlardır. Tabi kılınma ve köleleştirme biçimleri etkisizleştirilir; ortaya çıkan saf, kusursuz öznellikler değil, özneleştirmenin yeşerme alanları, başlangıçlar, embriyolardır; gerçekleştirilmeleri ve tomurcuklanmaları, temsil tekniklerine başvurulmaksızın “arzu üretimi” ve “özneleştirme” arasındaki ilişkiyi açık seçik ifade etmek zorunda olan bir inşa sürecine bağlı olacaktır.
Eğer kriz, bundan böyle sadece olumsuz ve gerileyen tabi kılınma ve köleleştirme biçimleri üretirse (borçlu insan), kapitalizm üretim ve öznelliğin üretimini bir araya getirmek için sermayenin mülkiyet haklarını korumaktan başka yol bulamazsa, kuramın araçları, aynı zamanda kapitalizme karşı bir varoluşsal mutasyon olacak bir politik özneleştirmenin koşullarını tasavvur edebileceğini göstermelidir. Çünkü kapitalizm şimdiden tarihsel ölçekte bir krizden geçmektedir.
Bu makale, 22 Nisan-15 Haziran 2014 tarihlerinde SALT Beyoğlu’nda gerçekleştirilen İtaatsizlik Arşivi (Park) sergisi için hazırlanan gazetede yayımlanmıştır.
İngilizceden çeviren: Nazım Hikmet Richard Dikbaş
- 1.Bu sav, işçiler ve nüfusun büyük çoğunluğu için geçerliyse, mücadelelerinde asla "bilişseller" olarak özneleşmeyen "bilişseller" arasında da kabul görür. En azından benim Coordinations des intermittents et précaires d'Ile de France [Île-de-France Sezonluk ve Güvencesiz Çalışan İşçiler Koordinasyonu