Kütüp­hane Çocuğu

VASIF KORTUN

November 8, 2013

Kutuphane Hero
1975’te liseyi okumak üzere Robert Kolej’i kazandığımda dünyam değişti, kütüphaneyle ilk kez orada karşılaştım. Tavana kadar uzanan kitap dolu raflar, uzun ahşap çubuklara takılı günlük gazeteler, masalara gömülü pikaplar… 1970’lerde, lise yıllarında böyle bir deryanın içine düşmüş olmanın nasıl bir ayrıcalık olduğunun farkındaydım ve bu tür bir ayrıcalık, sorumluluk anlamına geliyordu. Kitapların arka kapaklarının iç tarafında, daha önce kimler tarafından kütüphaneden alındıklarına baktığımda, Lale Müldür ve Soli Özel gibi şimdi aşina olduğumuz isimleri gördüğümü hatırlarım. Berbat bir öğrenciydim, dersler umurumda değildi, kütüphanede öğrendiklerim çok daha heyecan vericiydi. Beat külliyatı ile tesadüfen orada tanıştım. City Lights kitapçısını; J. Kerouac, A. Ginsberg ve L. Ferlinghetti’yi oradan öğrendim, şiirlerini çevirdim. O zamanın Ada Yayınları’ndan Ferit Edgü’nün Ginsberg çevirisi çıktığında, bu yayınevinin zamanına göre çok farklı olan kitap tasarımlarını merak ettiğimi, oradan çıkmış Bedri Rahmi kitabından İlhan Berk şiirlerine sıçradığımı hatırlarım. Kitaptan kitaba, tasarımdan yayıncıya bir maceraydı. Boğaziçi Üniversitesi’nin kitapları çok daha fazlaydı ama ne yeterince samimi ne de yeterince oturaklıydı sanki.

1980’lerin başında Amerika’da, iki yıl boyunca, haftada 20 saat üniversite kütüphanesinin tüm yeni dergilerini katalogladım. Her sayının bilgisi daktiloyla, alt orta bölümü yuvarlak delikli küçük kütüphane kartlarına yazılır; bunun bir kopyası kart kataloguna, ana kopyası da ofisteki kataloğa alınırdı. Dergilerin ciltlenmeye yollanmasından okuyucuya sunulmasına kadarki tüm süreç üzerimdeydi. Dergilere boğulmak bambaşka bir keyifti. O zaman bir meseleyi çok iyi anladım. Araştırma asla çizgisel değildir ve raflarda gezinirken beklenmedik yayınlar, tuhaf kitaplar ufkunuzu açıverir; bu, dünyanın en büyük hazlarından biridir. Kimi kütüphanelerin rafları kamuya kapalı olsa bile bir başka keyif vardır, başkalarıyla birlikte başka başka şeyler okurken aynı mekânı paylaşma keyfi. Bunun en güzelini, New York Public Library’nin eski büyük okuma odasında yaşadım. Yüksek lisans ve doktora çalışmaları sırasında, Smithsonian Cooper-Hewitt, National Design Museum’un gece referans kütüphaneciliğinde çalıştım. Sonrasında da, Metropolitan Museum’un kamuya kapalı devasa araştırma kütüphanesinin dehlizlerinde, 19. yüzyıl Türkiye sanatıyla ilgili Son Halife Abdülmecid Efendi’nin ressamlığı üzerine çok heyecan verici yayınlarla karşılaştım. İşin güzeli hâlâ da oradalar, okunmayı bekliyorlar.

Kamu kütüphaneleri görünür olmayan, kitaba rağbet etmeyen kentlerle otobüslerinde bile okunan kentler arasındaki uçurum, Türkiye’de ortalamada bir kişinin on yılda bir kitap okuyor olması gibi ürkütücü istatistikler ya da aradığım yayınları bir türlü bulamamak beni obsesif biçimde yayın ve belge toplamaya yönlendirdi. 1998’de Türkiye’ye temelli olarak döndüğümde, o zamana kadar topladığım malzeme -önce bir kamu üniversitesine, ardından da özel bir üniversiteye bağışlama ve ilerletmeye yönelik başarısız çabalardan sonra- Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi ile mekânsallaştı. 2001’den bugüne inanılmaz bir bağış desteğiyle, çanta ve valizlerde taşınan kitaplar ve alımlarla büyüyerek ciddi bir nitelik kazandığı gibi, Osmanlı Bankası Arşiv Araştırma Merkezi ve Garanti Galeri’nin arşiv ve kütüphaneleriyle birleşerek 2011’de SALT Araştırma’ya dönüştü. SALT Galata yapısında, daha önce banka şubesinin bulunduğu iç avlunun SALT Araştırma’yla yer değiştirmesi basit ve net bir işlemdi. Hakiki özkaynak bilgidir ve bilgi paylaşıldıkça, serbestçe dolaştıkça güç de dağılır.

Kutuphane 1

Platform günlerine dönersem, en büyük sıkıntımız, kütüphanenin ofis katına sıkışmış, görünmez olmasıydı. 2007’de, kütüphaneyi üç aylığına İstiklal Caddesi’nin giriş katındaki galeriye indirdik. Yani, kamusal mekânın en önemli simge mekânlarından biri olan açık kütüphaneyi “sahneledik”. Sahneledik diyorum, çünkü hem kullanılıyordu hem de düz ayak “açık” bir kütüphane olgusunu “oynamaktaydı”. Raf düzeneği polistirenden yapılmıştı ve oturma birimi üstünde rengarenk koltuklar olan bir amfiteatr şeklindeydi. Akşamları kütüphaneyi devasa bir perdeyle kapatıp, konferanslar ve gösterimler için kullanıyorduk. Aynı yıllar, sanatçı Martha Rosler’ın kütüphanesinin, bir sergi ve kütüphane olarak müzeleri gezmesine şahit oldu ve sanat dünyası, arşiv ve kütüphane olgularını yeniden araştırmaya başladı. Soruya belki şuradan da yaklaşılabilir. Geriye ne kaldı onlardan başka?

Ruhumuzun Büyülü Tapınakları, İstanbul Kütüphanelerinden Anılar, TKD İstanbul Şubesi Yayını, 2013
Share