Sanat ve Antagonizm, Şimdi ve Burada*

Oleksiy Radinsky

August 12, 2022

Screen Shot 2022 08 11 At 161518 Deimantas Narkevičius’un <i>Into the Unknown</i> [Bilinmeyene Doğru] (2009) filminden bir kare
Varşova Modern Sanat Müzesi izniyle
Deimantas Narkevičius’un Into the Unknown [Bilinmeyene Doğru] (2009) filminden bir kare
Varşova Modern Sanat Müzesi izniyle
Kültür ve sanat alanındaki karşıtlıklar, çatışmalar ve gerilimler toplumun epeyce dikkatini çeker. Bu ilgi, boyalı basında yer almaktan tutun, “kültürel politika” üzerine analiz raporlarına kadar çeşitli şekillerde kendini gösterir. Bu açıdan bakınca genelde fark edilmeyen şey ise, kültür-sanatın süregelen toplumsal karşıtlıklardaki yapısal rolüdür. Sanatın kendi gündemindeki tartışmalar ile bugünkü toplumsal düzen arasında nasıl bir ilişki vardır? Sanat alanının aktörleri toplumsal karşıtlıklar söz konusu olduğunda hangi tarafta dururlar? Sanat verili bir toplumsal gündem üzerinden bir taraf olmak zorunda mıdır, yoksa topluma kendi gündemini empoze edebilir mi? Bu sorulara cevap verebilmek için şimdi ve burada sürmekte olan toplumsal karşıtlığın doğasını tanımlamak gerekir.

Kısa ve İdeolojik Bir Giriş
Ukrayna’nın kültürel, siyasal ve toplumsal ortamını tek bir kelimeyle tanımlamak mümkün müdür? Parçalanmış Ukrayna toplumunun benzeşmez unsurlarını tek kelimede bir araya toplayacak en yaygın ifade “Sovyet sonrası”dır [post-Sovyet]. Bu kısayollu tabir, geçerli olduğu kadar aldatıcıdır da, çünkü mevcut gerçekliği geçmişin deneyimi üzerinden tarif eder. “Sovyet sonrası” terimi belli ki bir mecazdır, geçmişe gönderme yaparak bizi bugünün mevcut koşullarına doğrudan bakmaktan alıkoyar.

Bunun şöyle bir alternatifi var: “Post-“yerine, geçmişteki bir şeye atıfta bulunmayan bir başka önek; “Sovyet” kelimesinin yerine de “mevcut gerçek sosyalizmin” yerini almış olan sosyal düzenin adını koyun. Böylece bizi çevreleyen dünyanın net bir tanımına varmış olursunuz: Yani “neo-kapitalizm.” Basitçe ifade etmek gerekirse: Neo-kapitalizm; piyasa ekonomisinin her ne pahasına olursa olsun yeniden yapılanmasını, onun özel ve sosyal hayatın her alanına nüfuz etmesini amaçlayan revizyonist bir sosyal düzendir ve bu, Sovyet ekonomi düzeninden alınan bir tür intikam olarak da görülebilir.

“Yeniden yapılanma” [restoration] kavramı bu noktada çok önemli. Devrimlerle ortadan kaldırılmış siyasi rejimler yeniden yapılandırılırken, sergiledikleri vahşet ve acımasızlıkla bu yapılanmanın maksadını katbekat aşmışlardır. Benzer bir şekilde, Sovyet sonrası bağlamda kapitalizmin yeniden yapılandırılması da kapitalist dünyanın çoğunda akla gelmedik şekillerde cereyan etmiştir. 1990’ların başlarında uygulanan “şok tedavisi”, bu tedavinin akabinde yurttaşların, kurumların ve altyapıların yoksullaştırılması, itibarsızlaştırılması ve Sosyal Darwinizm’in1 bütüncül uygulamaları, güncel kapitalizm ideolojisinin eriştiği son nokta oldu.

Sovyet sonrası “toplumsal dönüşüm”ün öyküsü; fikirlerin, toplumları değiştirmek konusunda bomba yahut geleneksel savaş araçları kadar etkili olduğunun kanıtıdır. Peki tüm bunların sanat alanı için anlamı nedir? Piyasa ilişkilerinin hüküm sürdüğü bir neo-kapitalist toplumda kültür-sanatın rolü ne ölçüde önemlidir? Kültür-sanat, neo-kapitalizmin kesintisiz ilerlemesiyle keskinleşen toplumsal karşıtlıklarda bir taraf olabilir mi?

Neo-Kapitalizm Kültürü
Kapitalizmin, kendisini ifşa etmektense gizleyerek işlediği herkesin malumudur. Bir ideolojisi yokmuş; olağan ve doğal bir toplumsallık biçimiymiş gibi görünür. Ve kendisini, fikir ve ideolojilerin üretildiği kültür alanının dışında başka hiçbir alanda bu denli etkin biçimde saklamaz.

Kapitalist gerçekçilik diye bir terimin olmayışı2; onun gerçekte var olmadığı veya Sosyalist gerçekçiliğin, tüketicileri üzerinde yarattığından çok daha geçerli bir toplumsal etki yaratmadığı anlamına gelmiyor. Sosyalist gerçekçiliğin mirasına dayanan kültür kurumları ve sanatsal üretim biçimlerinin son yirmi yılda güçlerini görece muhafaza ettiği doğrudur. Fakat bunların gerçek işlevleri, kendilerini muhafaza etmek ve temsilcilerinin bedenen hayatta kalmalarını sağlamaktan ibaret kalmıştır. Kültürel faaliyetler için ayrılan ufacık devlet bütçesinin büyük kısmı da, çoğunlukla yozlaştırılmış, çıkar sağlamaya yönelik sözde etkinliklere aktarılmaktadır. Devlet destekli kültür aygıtı, muktedirlerle bir anlaşma yapmıştır: “Asgari düzeyde bir hayat” sağlayan gülünç bir finansman karşılığında bir “ulusal kültür” simülakrı yaratmak.

Dolayısıyla, Ukrayna’daki kültür alanının esas failleri başka yerde aranmalıdır. Bunlar, çağdaş sanat söylemini destekleyen kurumlardır; çağdaş sanat, biraz abartarak ifade edersek, söylemsel olarak mevcut olmayan “kapitalist gerçekçilik” yerine kullanılabilir bir terimdir. Geçtiğimiz on yılların büyük kısmında bu kurumlar –sivil toplum kuruluşlarından özel galerilere kadar– görece marjinal ve görünmez durumdaydı, mali olarak da yeterince desteklenmezdi. Son dönemlerdeyse, çağdaş sanat söyleminin kitle iletişiminin bir parçası hâline gelmesi, (hem özel hem kamusal) çok sayıda kurumda yaygınlaşması ve hatta devlet tarafından finanse edilen “ulusal projelere” sızmasıyla birlikte, durum çarpıcı biçimde değişti. Artık çağdaş sanat söyleminin kültür alanında kendi hegemonyasını kurmaya çok yaklaştığını kabul etmek gerekir. Bu hegemonya, kapitalist gerçekçiliğin, önceden “post-Sovyet” diye bilinen neo-kapitalist rejimin baskın bir kültürel biçimi olarak ortaya çıkışı anlamına gelir.

Kapitalist gerçekçilik, kötü anılan Sosyalist öncelinin aksine, sanat alanına biçimsel veya söylemsel bir sınırlama getirmez. Aksine, onun gündemi “her şey mübah”tır. Yasaları çiğnemediği ve en önemlisi, kendini geçindirecek kaynakları oluşturduğu sürece her türlü sanatsal ve yaratıcı ifade kabul görebilir. Dolayısıyla sanat, ya piyasa ekonomisinin kurallarına ya da neo-kapitalizmin süregelen politik gündemini yansıtan kültürel finansman yönergelerine tabidir.

Hatta, kapitalist gerçekçilik söylemi, çağdaş sanatçıyı özel girişimciyle aynı kefeye koyar: Kendi işini yapabilirsin ama vergi ödemek zorundasın; yahut sermaye yönetimindeki mevzuatın sağladığı çeşitli yollarla vergi kaçırabilirsin. Çağdaş sanatçıların durumunda, vergi ödeme metaforu kültürel finansmanı teminat altına alan ve genellikle de çeşitli başvuru formlarında belirtilen birkaç üstü kapalı kurala uymak anlamına gelir. Demokratik düşüncenin gelişmesi, yurttaş katılımı, iş birliğine dayalı uygulamalar, cinsiyet meseleleri ve çeşitli kimlikçi stratejilerin hepsi hoş karşılanır. Vergi kaçırmak ise, kendi işini yapabilmek için finansman yönergeleriyle oynama stratejileri olarak tarif edilir.

Açıkçası, sanat yoluyla yurttaş katılımını, cinsiyet meselelerini ve demokratik düşünceyi geliştirmenin yanlış olduğunu düşünmüyorum. Burada bahsettiğim daha ziyade yapısal bir sorun: Aslında aynı işlevlerden sorumlu olan devletin, kendi icraatını sadece polislik yapma ve yasaların uygulanmasıyla sınırladığı ve yurttaşlar arasındaki toplumsal bağları bozduğu, katılım ve iş birliğini hiçe saydığı bu oluşum içerisinde çağdaş sanatın gerçek rolü nedir? Ya devletin tüm bunları, sanat alanında kapitalist gerçekçiliği besleyen aynı doktrinle tamamen uyum içerisinde yaptığını fark edersek? Bu soruların yanıtları üzücü. Sanat aslında neo-kapitalist rejimin yerine getirmeyi reddettiği doğrudan (ve elzem) işlevleri yükleniyor. Bu yüzden, toplum içinde süregiden karşıtlıklarda da dolaylı olarak bu rejimin tarafını tutuyor. Yapısal olarak son derece yozlaşmış bir güç rejiminin hizmetçisi oluyor.

Bir Onarım Aracı Olarak Sanat
Sanat ve güç rejimleri arasındaki bu ittifakı daha detaylı anlamak için, çağdaş sanat kurumlarının kültür alanının aktörlerine dayattığı söylemsel stratejilere bir göz atalım. Sanat, neo-kapitalist politikaların yıkıcı etkilerini ve toplum hayata verdiği zararları onarmak amacıyla devletin terk ettiği alanlara giriyor.

Bu stratejinin güzel bir örneği, çağdaş sanatta yaygın olan “topluluk kurma trendi”. Son on yılda Ukrayna’da sanat alanında görülen en bariz değişim de şüphesiz bu. Sanatçılar ve kültür alanında çalışan diğerleri, bireysel projelerdense kolektif projeler peşinde koşmak için grup ve topluluklar kurma eğilimindeler. Ayrıca sanatsal pratikler, sanatçıların bir tür sosyal hizmetli konumunu aldığı sanat dışı topluluklarla çalışma şeklini gitgide daha çok benimsiyor. Birkaç insanın bir araya gelip ortak bir şey yapması, başlı başına ve gayet başarılı biçimde toplumla ilişkili bir sanatsal proje olarak sunulabilir.

Bir kez daha ifade etmek gerekirse, sanatın topluluk oluşturma amacıyla kullanılmasında bir beis görmüyorum; burada sorgulanması gereken daha ziyade bu pratiğin özgül bağlamı. İnsanlar arasındaki kolektif iş birliği kadar aşikâr, evrensel bir pratik; neden birdenbire, sanat da dâhil olmak üzere, her türlü yola başvurularak geliştirilmesi ve desteklenmesi gereken bir değer oluverdi? Neo-kapitalizmin toplum üzerindeki etkileriden biri yurttaşlar arası bağların kopuşu ve öyle görünüyor ki söz konusu uygulama da bu kopuşun bir sonucu. Zira bireysel ahlak her şeyin üzerinde tutuluyor ve tüm kolektif girişimler “insan doğasına” aykırı olmak üzerinden alay konusu ediliyor. Kişisel çıkarların ayrım gözetmeden topluluk çıkarlarına üstün olması gerektiği fikri, geçmişte Sovyet sonrası toplumlarına zorla benimsetilmeye çalışılmıştı. Bunun sonucunda, toplum neredeyse kendini unuttu. Margaret Thatcher’ın hayali Ukrayna’da gerçekleşti: Burada toplum diye bir şey yok, insan namına yalnızca kendi çıkarlarını düşünen “temel parçacıklar” var. Bu durumun sebep olacağı toplumsal facia öngörülebilir ve sanat da ufak tefek eksiklikleri gidererek bir grup insanın gözünde bu facianın imajını düzeltsin diye göreve çağırılıyor.

Sanata Karşı Duyulan Nefret
Muktedirlere hizmet etmek sanatın şimdi ve buradaki tek rolü değil. Neo-kapitalist söylem çerçevesinde dahi, sanatın düzen bozuculuğu toplumdaki çeşitli güçler için sorun teşkil eder. Gayet uzun bir süre boyunca sanat, çoğunluğu tutucu olan bir toplumda, bir tepki ya da karşı çıkışı harekete geçirmedi. Sanatın genellikle acımasız ve kışkırtıcı olan dili, kendi varlığını sürdürmeye odaklı bir toplum için fazla yabancıydı. Ancak bu durum 2000’lerde değişti ve sanat; devletin, kiliseden de aldığı büyük destekle uygulamaya koyduğu ulusal birlik görüşüne aykırı davrandığı gerekçesiyle topa tutulmaya başlandı. Sinemalarda bazı film gösterimleri yasaklandı, edebî eserlerin toplatılması için girişimlerde bulunuldu, en bariz olaraksa sanat sergileri yasaklandı ya da kapatıldı. 1990’larda sanat, toplumun ilgisizliğinden muzdaripken, 2000’lerde toplum nihayet sanat hakkında bir şeyler hissetmeye başladı; hissedilen en yaygın duygu ise nefret oldu. Bu nefretle yüz yüze gelip sonuçlarını anlayınca, sanat ve sanat kurumları toplumsal karşıtlıklar konusunda durdukları tarafı da gözden geçirdi.

Sanatın, devlet kurumları ve kilise ile süregelen barışçıl birlikteliği, artık “kültür savaşı” niteliğindeki şiddetli çatışmalara dönüşmüştü. Bunun en iyi örneği de, bu karşıtlığın iki kutbunun gerçek anlamda birbirine komşu olduğu bir yerin hikâyesidir: 1990’larda, Soros tarafından finanse edilen Doğu Avrupa sanat kurumları ağının bir parçası olarak, Kiev-Mohyla Akademisi bünyesinde kurulan Center for Contemporary Art [Çağdaş Sanat Merkezi]. Bu sanat merkezi, on sekizinci yüzyıldan kalma bir Ortodoks ruhban okulunun yerleşkesindeydi ve binayı hâlen işlemekte olan bir Ortodoks kilisesiyle paylaşıyordu. CCA sıklıkla eleştirel, radikal veya başka şekillerde aykırı sanat örnekleri ortaya koymasına karşın, ne kilise ne de akademi –ki türlerinin en güçlü kurumları– bu pratikleri pek önemsemiyordu. Hatta ne tezattır ki CCA’den ziyade, bir yükseköğrenim kurumu bünyesinde faaliyet göstermesi Ukrayna yasalarına açıkça aykırı olduğundan, kilisenin konumu sorgulandı.

Ancak bu durum, sanatla ilişkili etkinliklerin muktedir kurumların alanına müdahil olması ve onların önermelerini sorgulamaya başlamasıyla değişti. Özellikle akademisyen ve aktivistlerce CCA yerine kurulan Visual Culture Research Center [Görsel Kültür Araştırmaları Merkezi], sanat aracılığıyla eğitim politikaları ya da dinî çatışmalar gibi, sanatın dışında kalan birtakım konularla ilgileniyordu. Bu durum, sanata ve sanatla ilişkili eleştirel pratiklere karşı nefretlerini açık açık, bazen de şiddet içeren şekillerde gösteren aşırı sağ gruplarca desteklenen yerel yönetimin şiddetli tepkisine yol açtı. Sonuç olarak mevcut sanat ortamındaki gelişiminin bir simgesi niteliğindeki bu mekân kapatıldı ve gerici bir hamleyle, antisemitik yayınlarıyla bilinen milliyetçi bir tarihçinin kütüphanesi için depoya dönüştürüldü.

Bu çatışmanın hikâyesi şimdilerde de oynanıyor, ancak çok daha geniş “ulusal” bir ölçekte. Art Arsenal’in, yani artık kendisini çağdaş sanatın geliştirilmesine adamış olan devletin ilk kültürel mega-projesinin şu anki durumu bu. Devlet politikasına çağdaş sanat gündemi eklenmesi de, bir bakıma, kültürel hegemonyanın el değiştirmesinin ve kapitalist gerçekçiliğin yerel kültür-sanat sahnesinin öncü ilkesi olarak tesis edilmesinin açık bir göstergesi. Ancak bu görüş, kültür politikalarına ilişkin gelenekçi ve dinî yaklaşımlarla çatışmaktadır ve yukarıda da belirtildiği gibi, Art Arsenal’in kilise kurumlarına olan fiziksel yakınlığı bu çatışmaya somut bir örnek teşkil etmektedir. Kilise kurumları belli ki kendi duvarlarına yönelen çağdaş sanat pratikleri karşısında tehdit altında hissediyor ve bu korku, devlet aygıtının kurumun başındaki temsilcilerine de sirayet ediyor. Yakın dönem sanatında yaşanan muhtemelen en çarpıcı ihtilafa da bu durum sebep oldu: Devlet-kilise ittifakını eleştiren bir eser, bizzat kurumun yöneticisi tarafından imha edildi. Mevcut sanata ilişkin yerel bağlamdaki tartışmaların gelecek yıllardaki akıbetini de bu ihtilaf belirleyecek.

Sanatın Karşı Hamlesi
Son dönemdeki “kültür savaşları” neticesinde sanatın ve sanat kurumlarının rolünün gözden geçirilmesi, sanatın mevcut bir toplumsal karşıtlık durumunda aldığı konumda büyük bir değişime neden olabilir. Sanat, rejimin bir hizmetkârı ya da avare bir yabancı olmaktansa, toplumsal alanda hâkim bir oyuncu hâline geliyor. Sanat kurumları ise, açıkça bir politik oyun yahut propaganda aracı olarak kullanılmaları bir kenara, politik açıdan sahip oldukları mutlak önemi anlamaya başlıyorlar. Sanat kurumları ve çağdaş sanatta güncel bir eğilim olarak sanatçı kolektifleri, neo-kapitalist toplumda onlara biçilmiş, harap toplumun yaralarını sarma ya da o yaralara sebep olanların pahalı birer oyuncağı olma işlevini altüst edebiliyor. (Özel, kamusal ve bu ayrımı aşan) sanat kurumları, toplumu dönüştürme amaçlı pratikleri çatıları altına alıp onlara kol kanat gerebiliyor. Bu da sanatın, yoksun bırakıldığı toplumsal rolü geri kazanmasını –gerçekliği taklit etmesini değil, onu bizzat biçimlendiren olmasını– mümkün kılacaktır.

- - -

*Özgün başlığı “Art and Antagonism, Here and Now” olan ve 2018’de Museum of Modern Art (MoMA, New York) tarafından yayımlanan Theory of Post-1989 Central and Eastern Europe (ed. Ana Janevski ve Roxana Marcoci ile Ksenia Nouril) derlemesinde yer alan bu yazı, Yağmur Telaferli tarafından çevrilmiştir. Yazı ilk olarak 2013’te şurada yayımlanmıştır: “Sztuka i antagonizm. Tu i teraz”, Krytyka Polityczna no. 40-41, Instytucja krytyczna, Warszawa-Kijów, 2013, s. 376-380. (c) Wydawnictwo Krytyki Politycznej 2013 (İngilizceden Lehçeye çev. Julian Kutyla).

Oleksiy Radinsky, Kievli sanatçı ve yazar. 2008’de bağımsız bir sanat kolektifi olarak kurulan Visual Culture Research Center (Kiev) üyesidir. Pratiğinde toplumsal hareketlerin temsil biçimlerine odaklanan Radinsky’nin deneysel ve belgesel film çalışmaları arasında Landslide (2016), The Film of Kyiv. Episode One (2017), Facade Colour: Blue (2019) ve Circulation (2020) yer alıyor.
  • 1.
    Sosyal Darwinizm, canlıların evrimi ile toplumsal gelişim süreçleri arasında paralellik kuran ve bu süreçleri Darwin'in evrim kuramı üzerinden açıklamaya çalışan yaklaşım. (ç.n.)
  • 2.
    Yazarın 2017'de eklediği not: Bu yazı kaleme alındığı sırada, Ukrayna'daki eleştiri ortamı Mark Fisher'ın "Kapitalist Gerçekçilik" üzerine çalışmalarına henüz vâkıf değildi. Dolayısıyla, terimin bu yazı içerisindeki kullanımında, Fisher'ın –bahedilen fikirleri şüphesiz çok daha tutarlı kılacak– kuramı referans alınmamıştır.
Share