Bugünün sorumluluğu: İfşa etmek
SENA AKALIN
November 27, 2015
24 Ekim Cumartesi günü, SALT’ın Nerden geldik buraya sergisi kapsamında Hafıza Merkezi kurucularından Murat Çelikkan’nın yönetiminde “Türkiye’de Geçmişle Yüzleşme” atölyesinde yaklaşık dört saat Türkiye’de yüzleşememe meselesini konuştuk. Murat Çelikkan, atölyenin ikinci kısmında bizlere: “Şimdi bu masada oturan sizler tarafından bir Hakikat Komisyonu kurduğumuzu varsayalım, komisyon üyeleri olarak bu ülkede yaşanan hangi katliamla, ağır insan hakları ihlallerinin gerçekleştiği hangi olayla yüzleşmeye karar verirdiniz?” diye sordu. Yüzleşmeye nereden başlasak? Ülke tarihimizde katliamlardan, işkencelerden, faili meçhullerden bol ne var? Ama nasıl bir sırayla yüzleşeceğiz? Her birimiz söz alıyoruz. Birimiz “En acil olarak Ermeni meselesiyle yüzleşmeliyiz çünkü en başa dönüp böyle büyük bir sorunla doğru düzgün yüzleşirsek bu bir nevi katarsis olur, diğer meselelerle de yüzleşebiliriz” diyor. Başka bir ses, “Dersim Katliamı” diyor, masanın başındaki biri söz alıp 12 Eylül darbesi suçlarına: Diyarbakır ve Madımak cezaevlerinde yaşanan korkunç cinayet ve işkencelere işaret ediyor. Yanımdaki arkadaşım “Sivas Katliamı” diyor, karşımdaki “90’larda gerçekleşen faili meçhulleri unutmamalıyız” diye ekliyor. Biri daha söz alıyor ve “Roboski Katliamı” diyor, bu liste Soma maden faciası, Vartinis Katliamı, 6-7 Eylül olayları şeklinde uzayıp gidiyor ve biz saydığımız korkunç olaylardan hangi biriyle yüzleşeceğimize bir türlü karar veremiyoruz. Dışarıdan biri baksa acısıyla nasıl başa çıkacağını şaşırmış bir toplumu temsil ettiğimizi düşünebilir. Hepimizin yüzleşmek istediği meseleler farklı, hatta bazılarımızın kişisel sebepleri bile var fakat kim söz alıp başka bir meseleye değinse hepimiz onu onaylıyoruz. O zaman karanlık geçmişimizde yaşanan bunca felaketin bir tanesiyle bile toplum olarak tam anlamıyla yüzleşememiş olmamızı nasıl açıklayabiliriz?
Yüzleşme korkusu
Murathan Mungan, “Yüzleşme Korkusu” başlıklı yazısında (Birikim sayı 210-Ekim 2006) ülke olarak bunca felaketle yüzleşemeyişimizi toplumun içine işlemiş olan ve toplumsal kimliğimizin bir parçası haline gelen yüzleşme korkusu olarak açıklıyor: “Türkiye insanı, yalnızca devletten, polisten ve benzerlerinden korkmaz; asıl gerçeklerle yüzleşmekten korkar; gerçeğin irili ufaklı her çeşidinden korkar. Onlarla nasıl başa çıkacağını bilemez çünkü. Yüzleşmeye kalktığı takdirde, bunun altından nasıl kalkabileceği konusunda, aileden, okuldan, toplumdan bir eğitim ve yardım almadığı gibi, bunu göze aldığında, köşeye kıstırılacağı kolektif bir tepkiyle karşılaşacağını da bilir. Ancak reddetmek, görmezden gelmek, yok saymak, bahaneler bulmak, kabul edilebilir gerekçeler uydurmak, akla yatkınlaştırmak ya da sorunu erteleyip durmak konusunda eğitilmiştir.”
Peki toplum olarak yüzleşmekten bu kadar korkarken acaba işlenen suçlara ortak olmuyor muyuz? Evet, en ufak bir sarsıntıya bile mahal vermek istemeden, etliye sütlüye karışmayıp hayatımıza devam ettikçe bu ülkede gözümüzün önünde insanlar katledilip, ailelerinden zorla koparılıp kaybedilseler bile katillere “Söz, kılımız bile kıpırdamayacak, buyurun siz devam edebilirsiniz” güvencesini veriyoruz. Bu güvenceyi vermekle kalmıyoruz ayrıca o çok söz edilen “gelecek nesillere bırakacağımız mirasa” da suskunluğumuzla eşsiz bir katkıda bulunuyoruz.
Kayıtsızlığımızla bilerek veya bilmeyerek yaptığımız şeylerden biri de devletin çoğu kez kendi güvenlik güçlerince işlenen suçlara karşı kullandığı cezasızlık zırhını güçlendirmek. Bu zırh, adalet mekanizması içerisinde faillerin yargılanmasında zaman aşımları, tanıkların korunmaması, delil yetersizlikleri gibi “teknik aksaklıklar” şeklinde işliyor. Bu davalar adliyelerin tozlu raflarına kaldırıldıkça, mağdurlar cezai anlamda bir kez daha mağdur ediliyorlar. Bir de mağdurların toplum hayatında mağdur edilme boyutu var ki bu da işte toplumun önlenemez suskunluğu ve duyarsızlığıyla ne yazık ki sürüp gidiyor.
İfşa sorumluluğu
Bundan beş sene önce, Buenos Aires’te yüksek lisans tezimi yazarken, saha araştırması kapsamında görüştüğüm kişilerden biri, Andrea’ydı. Andrea’nın babası 1976-1983 yılları arasında her yeri suça batmış askeri diktatörlükte, işkence merkezlerinde çalışırken birebir işkencelere katılmış kıdemli bir istihbarat memuruydu. Andrea’ya büyürken kendisinin ya da ailesinin babasının yaptıklarından haberdar olup olmadığını sorduğumda bana cevap olarak şöyle demişti: “Hayır babam bana ve herkese devlet memuru olduğunu söylemişti. Ama garip olan şuydu; babamın bu söylediğini kimse sorgulamıyor gibiydi. Annem ya da babamın ailesi, arkadaşları, babamın ortalama bir devlet memuruna göre eve çok daha fazla para getirmesini ya da gecenin alakasız saatlerinde “göreve gitmesini” sorgulamamıştı. Çünkü Arjantin’de askeri darbe boyunca topluma suskunluk ve korku egemendi. Kimse kimseye bir şey sormak, öğrenmek istemiyordu. Herkes kendi işini yaparak bir nevi gerçekleştirilen korkunç cinayetlerin sorumluluğundan kaçmak istiyordu”
Andrea, babasının bir işkenceci olduğunu darbe yıllarından çok sonra Menem iktidarının hukuki kanalların önünü kesip, darbe suçlarını hasır altı etmeye çalıştığı bir dönemde öğrendi. HIJOS (Hijos por la Identidad y la Justicia contra el Olvido y el Silencio-Unutmaya ve Sessizliğe karşı Kimlik ve Adalet için Çocuklar) örgütünün, Arjantin yargı mekanizmasının darbe suçlarının faillerini cezalandırmadaki isteksizliğini protesto etmek için düzenlediği ‘ecraches’ (maske düşürme) eylemleri kapsamında bir araya gelen “Adalet yoksa biz de ifşa ederiz” diyen kalabalıklar işkenceye katılmış askerlerin, istihbarat görevlilerinin evlerinin önünde toplanarak bu evleri fişleyip duvarlarına “Burada bir işkenceci yaşıyor” gibi cümleler yazmaya başladıklarında Andrea’nın babası, başına geleceklerden korkmuş ve ailesine işlediği suçları teker teker anlatmak zorunda kalmıştı.
Andrea, o günden beri babasıyla konuşmadığını söyledi bana. İfşa protestoları, Arjantin’de darbe döneminin yüksek rütbeli generallerinin yanı sıra işkencelerde görev almış istihbarat görevlilerini, işkence merkezlerinde işkencecilere tıbbi destek vermiş doktorları ve işkenceye maruz kalan hamile kadınların doğumdan sonra bebeklerini kaçıran kilise mensuplarını; kısacası darbe rejiminin suç mekanizmasında yer almış, ona doğrudan veya dolaylı yolla destek vermiş bütün failleri toplumun gözünde görünür kılmayı amaçlamıştı. Néstor Kirchner hükümeti göreve geldikten sonra tekrar hız kazanan dava süreçlerine kadar çoğu cezasızlık zırhıyla korunmuş bu kişiler, sivil toplum örgütlerinin ve halkın örgütlenmesiyle en azından toplumun gözünde cezasız kalmayacaklarını gördüler.
Türkiye’ye geri dönecek olursak bugün yüzleşmekten korkarak karanlığa gömdüğümüz geçmişin sadece bizim geçmişimiz olmadığını, 12 Eylül Darbesi’nin, Dersim’in, Sivas’ın, Roboski’nin mağdurlarının da geçmişi olduğunu unutmamalıyız. Devleti ‘vatandaştan’ koruyan güvenlik güçleri mensubu kamu görevlilerinin işlediği insan hakları ihlalleri devletin idari ve yargısal yollara başvurmasıyla cezasız kalıyor olabilir. Bu durumda bugün bu toplumun bir parçası olarak her birimize düşen en büyük sorumluluk Arjantin örneğinde olduğu gibi örgütlenerek ifşa etmek: Yazarak gündemde tutarak, protesto ederek, gerçeklerin göz ardı edildiği, mağdurun sessizleştirildiği söylemlere karşı gelip yaşanılan bütün haksızlıkları bıkmadan usanmadan hatırlatarak…
- - -
Nerden geldik buraya sergisi paralel programı Türkiye’de Geçmişle Yüzleşme kapsamında yazılmıştır.
Yüzleşme korkusu
Murathan Mungan, “Yüzleşme Korkusu” başlıklı yazısında (Birikim sayı 210-Ekim 2006) ülke olarak bunca felaketle yüzleşemeyişimizi toplumun içine işlemiş olan ve toplumsal kimliğimizin bir parçası haline gelen yüzleşme korkusu olarak açıklıyor: “Türkiye insanı, yalnızca devletten, polisten ve benzerlerinden korkmaz; asıl gerçeklerle yüzleşmekten korkar; gerçeğin irili ufaklı her çeşidinden korkar. Onlarla nasıl başa çıkacağını bilemez çünkü. Yüzleşmeye kalktığı takdirde, bunun altından nasıl kalkabileceği konusunda, aileden, okuldan, toplumdan bir eğitim ve yardım almadığı gibi, bunu göze aldığında, köşeye kıstırılacağı kolektif bir tepkiyle karşılaşacağını da bilir. Ancak reddetmek, görmezden gelmek, yok saymak, bahaneler bulmak, kabul edilebilir gerekçeler uydurmak, akla yatkınlaştırmak ya da sorunu erteleyip durmak konusunda eğitilmiştir.”
Peki toplum olarak yüzleşmekten bu kadar korkarken acaba işlenen suçlara ortak olmuyor muyuz? Evet, en ufak bir sarsıntıya bile mahal vermek istemeden, etliye sütlüye karışmayıp hayatımıza devam ettikçe bu ülkede gözümüzün önünde insanlar katledilip, ailelerinden zorla koparılıp kaybedilseler bile katillere “Söz, kılımız bile kıpırdamayacak, buyurun siz devam edebilirsiniz” güvencesini veriyoruz. Bu güvenceyi vermekle kalmıyoruz ayrıca o çok söz edilen “gelecek nesillere bırakacağımız mirasa” da suskunluğumuzla eşsiz bir katkıda bulunuyoruz.
Kayıtsızlığımızla bilerek veya bilmeyerek yaptığımız şeylerden biri de devletin çoğu kez kendi güvenlik güçlerince işlenen suçlara karşı kullandığı cezasızlık zırhını güçlendirmek. Bu zırh, adalet mekanizması içerisinde faillerin yargılanmasında zaman aşımları, tanıkların korunmaması, delil yetersizlikleri gibi “teknik aksaklıklar” şeklinde işliyor. Bu davalar adliyelerin tozlu raflarına kaldırıldıkça, mağdurlar cezai anlamda bir kez daha mağdur ediliyorlar. Bir de mağdurların toplum hayatında mağdur edilme boyutu var ki bu da işte toplumun önlenemez suskunluğu ve duyarsızlığıyla ne yazık ki sürüp gidiyor.
İfşa sorumluluğu
Bundan beş sene önce, Buenos Aires’te yüksek lisans tezimi yazarken, saha araştırması kapsamında görüştüğüm kişilerden biri, Andrea’ydı. Andrea’nın babası 1976-1983 yılları arasında her yeri suça batmış askeri diktatörlükte, işkence merkezlerinde çalışırken birebir işkencelere katılmış kıdemli bir istihbarat memuruydu. Andrea’ya büyürken kendisinin ya da ailesinin babasının yaptıklarından haberdar olup olmadığını sorduğumda bana cevap olarak şöyle demişti: “Hayır babam bana ve herkese devlet memuru olduğunu söylemişti. Ama garip olan şuydu; babamın bu söylediğini kimse sorgulamıyor gibiydi. Annem ya da babamın ailesi, arkadaşları, babamın ortalama bir devlet memuruna göre eve çok daha fazla para getirmesini ya da gecenin alakasız saatlerinde “göreve gitmesini” sorgulamamıştı. Çünkü Arjantin’de askeri darbe boyunca topluma suskunluk ve korku egemendi. Kimse kimseye bir şey sormak, öğrenmek istemiyordu. Herkes kendi işini yaparak bir nevi gerçekleştirilen korkunç cinayetlerin sorumluluğundan kaçmak istiyordu”
Andrea, babasının bir işkenceci olduğunu darbe yıllarından çok sonra Menem iktidarının hukuki kanalların önünü kesip, darbe suçlarını hasır altı etmeye çalıştığı bir dönemde öğrendi. HIJOS (Hijos por la Identidad y la Justicia contra el Olvido y el Silencio-Unutmaya ve Sessizliğe karşı Kimlik ve Adalet için Çocuklar) örgütünün, Arjantin yargı mekanizmasının darbe suçlarının faillerini cezalandırmadaki isteksizliğini protesto etmek için düzenlediği ‘ecraches’ (maske düşürme) eylemleri kapsamında bir araya gelen “Adalet yoksa biz de ifşa ederiz” diyen kalabalıklar işkenceye katılmış askerlerin, istihbarat görevlilerinin evlerinin önünde toplanarak bu evleri fişleyip duvarlarına “Burada bir işkenceci yaşıyor” gibi cümleler yazmaya başladıklarında Andrea’nın babası, başına geleceklerden korkmuş ve ailesine işlediği suçları teker teker anlatmak zorunda kalmıştı.
Andrea, o günden beri babasıyla konuşmadığını söyledi bana. İfşa protestoları, Arjantin’de darbe döneminin yüksek rütbeli generallerinin yanı sıra işkencelerde görev almış istihbarat görevlilerini, işkence merkezlerinde işkencecilere tıbbi destek vermiş doktorları ve işkenceye maruz kalan hamile kadınların doğumdan sonra bebeklerini kaçıran kilise mensuplarını; kısacası darbe rejiminin suç mekanizmasında yer almış, ona doğrudan veya dolaylı yolla destek vermiş bütün failleri toplumun gözünde görünür kılmayı amaçlamıştı. Néstor Kirchner hükümeti göreve geldikten sonra tekrar hız kazanan dava süreçlerine kadar çoğu cezasızlık zırhıyla korunmuş bu kişiler, sivil toplum örgütlerinin ve halkın örgütlenmesiyle en azından toplumun gözünde cezasız kalmayacaklarını gördüler.
Türkiye’ye geri dönecek olursak bugün yüzleşmekten korkarak karanlığa gömdüğümüz geçmişin sadece bizim geçmişimiz olmadığını, 12 Eylül Darbesi’nin, Dersim’in, Sivas’ın, Roboski’nin mağdurlarının da geçmişi olduğunu unutmamalıyız. Devleti ‘vatandaştan’ koruyan güvenlik güçleri mensubu kamu görevlilerinin işlediği insan hakları ihlalleri devletin idari ve yargısal yollara başvurmasıyla cezasız kalıyor olabilir. Bu durumda bugün bu toplumun bir parçası olarak her birimize düşen en büyük sorumluluk Arjantin örneğinde olduğu gibi örgütlenerek ifşa etmek: Yazarak gündemde tutarak, protesto ederek, gerçeklerin göz ardı edildiği, mağdurun sessizleştirildiği söylemlere karşı gelip yaşanılan bütün haksızlıkları bıkmadan usanmadan hatırlatarak…
Nerden geldik buraya sergisi paralel programı Türkiye’de Geçmişle Yüzleşme kapsamında yazılmıştır.