Arşivden çıktı: TBMM yapısının mimarı Holzmeister meslek hayatını anlatıyor

24 Mart 2017

Thth012 1 Clemens Holzmeister, TBMM ön bahçesinde, Ankara, 04.05.1978 
(Soldan sağa: Ziya Payzın, Sadun Ersin, Orhan Alsaç, Mukbil Gökdoğan, Kemal Ahmet Aru, Prof. Clemens Holzmeister, Cahit Karakaş, Hayati Tabanlıoğlu, Vedat Dalokay, Behruz Çinici)
SALT Araştırma, Hayati Tabanlıoğlu Arşivi
Kalebodur’un desteğiyle
Clemens Holzmeister, TBMM ön bahçesinde, Ankara, 04.05.1978
(Soldan sağa: Ziya Payzın, Sadun Ersin, Orhan Alsaç, Mukbil Gökdoğan, Kemal Ahmet Aru, Prof. Clemens Holzmeister, Cahit Karakaş, Hayati Tabanlıoğlu, Vedat Dalokay, Behruz Çinici)
SALT Araştırma, Hayati Tabanlıoğlu Arşivi
Kalebodur’un desteğiyle
Mimar Clemens Holzmeister (1886-1983), SALT Araştırma Altuğ-Behruz Çinici Arşivi’nde yer alan bir ses kaydında, Avusturya, Almanya, Türkiye, Brezilya ve İspanya’daki mimari projelerini ayrıntılarıyla anlatır; söz konusu yıllarda iletişimde olduğu kişiler ve üretimlerinden bahseder. Almancadan Türkçeye çevrilmiş olan 64 dakikalık bu kaydın tarihi bilinmemektedir.

GENİŞ, FERAH TOPRAKLAR […]

MESLEK HAYATIM GERİDE KALMIŞKEN


Kral Maximilian’ın çok önceleri tariflediği gibi, kıvrımlı topraklarıyla Tirol’de, ama aynı zamanda sanat akademisi ve zenginlikleriyle Viyana’da… Federal eyaletlerin hemen hepsinde; ve tabii ki özellikle Güney Tirol’e de değinmek zorundayım. Sonrası Ren topraklarına uzanıyor. Mimar olarak Ren bölgesinde ve sonrasında Saar, Elbe, Berlin ve hemen her yerde ürün verme şansına sahip oldum.

Ardından Türkiye’ye çağırılışım da neredeyse bunlarla eş zamanlı olarak gerçekleşti. […] Ve oradan da başka ülkelere doğru; sadece mimar olarak değil, aynı zamanda çizer ve ressam olarak… Yunanistan’a ve Suriye’ye ve sonrasında Kral Faysal’a bir saray inşa etmek üzere bir kez daha Bağdat’a. Ve böylece, bu süreç neticesinde bir vatan bulma noktasına geldim. İlk bölümde işte tüm bunlar; bu deneyim ve yapılar üzerine konuşmak istiyorum.

Reich’a davet edilmem 1928 yılında oldu. O dönem akademide öğretmenlik yapıyordum ve hayatımda bazı şeyleri hâlihazırda geride bırakmıştım. Davetin bana gelmesinin sebebi de, sadece eskiyi koruyan değil, eski ile yeninin mimari tasarım ve planlamasını beceriyle birleştiren bir mimar olarak tanınmamdı. Dönemin Prusya Anıtlar Kurulu Başkanı Klemen ve asistanı Metternich aracılığıyla Düsseldorf’a davet edilmem sonucunda çok ilginç bir görev üstlendim.

Köln’deki görevim St. Georg Kilisesi’nde terk edilmiş ve darmadağın halde yatan erken ve geç dönem romanesk eserleri elden geçirmekti. Eskiyi çıkartmak, değersiz olandan kurtulmak ve yeniyi bütüne tamamen uyumlu bir şekilde eklemek. Bu görevi büyük bir keyifle yerine getirdim çünkü aynı zamanda bir dizi çok sıra dışı kişilikle tanışmama da vesile oldu. Wallraf-Richartz Müzesi’nin kurucularından Profesör Witte, Köln Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü August Hoff, çok yakın bir dostlukla bağlı olduğum mimar Fahrenkamp ve ondan aşağı kalmayacak şekilde mimar Böhm bunlardan bazılarıydı. Yapılan işin doğası buydu. Sanatsal kuvvetlerin bir araya toplanması yoluyla, en başta yeni cam boyama sanatının kurucusu Thorn Prikker’i ve asistanı Wendling’i mutlu bir sona ulaştırmak.

Tarihi eser koruma kuruluşları tarafından da özellikle üzerinde durulan bu başarılı işin sonucu, ilginç bir başka görevlendirme oldu. Altenberg’deki Sistersiyen Manastırı’nda, bu olağanüstü gotik mekanda, büyük bir org galerisi inşa etme görevini üstlendim. Gerçekleşen bu yapım esnasında, daha sonraları başka görevlerimde de bana eşlik edecek olan büyük ressam Peter Hecker ile aramızda harika bir bağ ve dostluk gelişti.

Başarıyla geride bırakılan Altenberg işinden sonra Berlin’deki St. Hedwig Katedrali’nin yeniden inşası işini üstlenmek için de davet aldım. Modern ve yeni litürji prensibiyle, Tabernakel‘in [işlemeli ayin kutusu] önemli rol oynadığı bir işti. Tüm bunları yürütmek zorundaydım ama özellikle de büyük heykeltıraş Ludwig Gies önemli katkılarıyla yanımdaydı. Bu uygulamayı, eş zamanlı olarak üstlendiğim diğer işlerle birlikte yürütmeyi ve sonuçlandırmayı başardım. Bahsettiğim diğer işlerin çoğunluğunu başta Saar Bölgesi’nde olmak üzere, mevcut kiliselere ek yeni yapılar oluşturuyordu.

Orada, bu işler esnasında harika rahiplerle tanıştım. Örneğin Saar kıyısında küçük bir madenci köyü olan Merchingen’de veya Brotdorf’ta. Buralarda inşa ettiğim kiliseleri de çok güzel bir iş takip etti. Hermeskeil’de küçük, yeni bir Fransisken Manastırı.

Bu yapının o dönemde icra ettiğim en iyi işlerden biri olduğuna inanıyorum. Eş zamanlı olarak Mönchengladbach’ta ve son olarak da Kleve’de büyük bir kilise işi vardı. Tüm bu eserler savaş döneminde yıkıldı, tıpkı inşaatına bu işlerden önce başladığım Nürnberg’deki bir kilise gibi.

Mimari bir eserin taçlandırılışı ise Schlageter Anıtı’nın inşa edilmesiydi. Bu, siyasal anlamıyla, o düzlemde temellenmişti ve büyük bir anıttı. Ünlenip o kadar bilinir oldu ki, buna maalesef Nazi Dönemi de dahil, Milli Anıt olarak tanınır hale geldi. Özünde büyük bir çukur ve otuz metre yüksekliğinde bir haçtan oluşan bu Alman Milli Anıtı’nın talihsizliği ise İngilizler tarafından savaştan sonraki ilk gün imha edilmesi oldu. Bunun üzüntüsü içimde çok büyük, çünkü anıtın en iyi eserlerimden biri olduğunu düşünüyorum.

Bu anlattıklarım savaştan önceki durumu özetliyor. Ama Alman Reich’ında savaştan sonra da tekrar yapı yapma fırsatı buldum. Dönemin şansölyesi Adenauer ile bir karşılaşmamızı anımsıyorum. Aslında daha önce, henüz Düsseldorf’ta, Köln’deyken, bu olağanüstü şahsiyetle temas etme; hatta bundan ötede ailesi ile dahi tanışma fırsatını bulmuştum. Ama Şansölye Adenauer resmî bir ziyaret için Viyana Hofburg’a geldiğinde bu yaşananların hepsini unutmuştum bile. Akademinin [Viyana Güzel Sanatlar Akademisi] rektörü olarak cübbem ve süslerimi giymiş şekilde kendisiyle tanıştırıldığımda Adenauer, “Ama sevgili dostum, birbirimizi Ren üzerinde yaptığımız güzel bir tekne gezisinden beri tanıyoruz. Orada kilise inşası üzerine sohbet etmiştik, hiç mi hatırlamıyorsunuz?” demişti.

Dediğim gibi, savaş öncesi dönem bu şekilde kapanmıştı. İlerleyen yıllarda başta Erpfendorf Kilisesi olmak üzere, Avusturya’da yeniden yapı yapabilme şansını bulduğumda, kilise çevreleriyle tekrardan ilişkiler kurmaya başladım. O sıralarda Walchensee’den gelen bir rahip Erpfendorf Kilisesi’ni o kadar beğendi ki, beni Walchensee’de bir kilise inşa etmekle görevlendirdi. Büyük çabalar ve zorluklar sonunda onu da yaptım. İnşaatın başlarında işin yine bir Avusturyalıya verilmiş olmasından dolayı bana karşı büyük bir güvensizlik vardı ve buna yol açan da o zamana has şartlardı.

Tüm bunlardan çıkan, Augsburg Piskoposu’nun özel teveccühüne mazhar olduğum için Augsburg’da büyük bir kilise inşa etmem oldu. Bu inşaatların hepsinde sanatçıları, ressam ve heykeltıraşı yapım sürecine dahil ettim. Örneğin Merchingen’de ikisi de Avusturyalı olan heykeltıraşlar, Bodingbauer ve Adlhart, kilisedeki harika rölyef ve figürleri meydana getirdiler. Ressam Peter Hecker de katkıda bulundu ve bu bütün işlerde aynı şekilde oldu. Thorn Prikker’in büyük öğrencisi Wendling de Brotdorf’un yapımında yer aldı. Walchensee’de de işler aynı şekilde yürüdü; sonrasında Augsburg’da da. Augsburg’da yeniden Avusturyalı bir sanatçıyı işe dahil etme fırsatını buldum. On İki Havari Kilisesi’ndeki on iki büyük pencereyi resimleme sorumluluğunu üstlenen bu sanatçı, ressam Giselbert Hoke’ydi.

Alman Reich’ında yaşadığım deneyim işte böyleydi. Fahrenkamp gibi, heykeltıraş Zschokke, ressam Nauen ve tabii ressam Campendonk gibi şahsiyetlerle… O [Heinrich Campendonk] da işlerin içinde yer almıştı. Örneğin Hamburg Blankenese’deki ilginç kilisenin pencelerini o resmetmişti. Bu esnada yine Wendling’de Mönchengladbach’taki şahane altar mozaiğini yarattı. Mönchengladbach’taki bu kilise savaşta ayakta kalan yapılardan oldu.

Kalbimde özellikle büyük bir yeri olan bir başka kilise de Berlin Moabit’teki St. Adalbert Kilisesi oldu. St. Adalbert tek cepheli, hâlihazırda mevcut yapıların arasına konumlanacak bir kiliseydi. Çok zorlu bir işti çünkü konumu şehrin komünist mahallesinde bulunuyordu ve kilisenin ana girişi yandaki avludan sağlanabiliyordu. Yapının dışarıdan algılanabilir tek cephesi aynı zamanda dışarıyla bağlantıya kapalıydı.

İşte bu işler hayatımın bütünü için son derece önemli oldular; çünkü ben orada kilise inşa etmeyi öğrendim. Fahrenkamp veya Böhm gibi harikulade öncüllerimin sergilediği örneklerden olduğu kadar, aynı zamanda yeni litürji ve yeni kilise tasarımı meseleleri üzerine yapılan sohbetlerden çıkardığım şahsi deneyimlerle…

Türkiye’den davet almam da Reich’a çağırılmamla neredeyse aynı zamanlara denk gelmişti ve bu benim için tabii ki çok tuhaf bir durumdu. Kısaca bahsetmem gerekir. Türkiye’nin babası Atatürk, modern Türkiye’yi kurmuş olan bu harika şahsiyet, aslında temelde ülkeyi Anadolu’yla sınırlandırmış gibiydi. Ancak yeni bir başkent kurdu; çünkü eski İstanbul’da farklı milletlerden insanlar çoğunluktayken, Türkler azınlıktaydı. Bu, yeni bir başkent yaratılmasının derinde yatan sebeplerinden biriydi. Diğer sebep ise tabii ki stratejik olandı: Savaş zamanında doğrudan tehlike altında olan boğazlar bölgesinden çıkıp Anadolu’nun merkezine konumlanmak. Tarihi Hitit Dönemi civarına dayanan, sonrasında Roma yerleşimi olarak da bilinen eski, çok eski bir şehir olan bu merkezin ismi de Ankara’ydı. Burada, muhteşem yazıtlarıyla Augustus Tapınağı hâlâ ayakta durmaktadır.

Bu şehir çorak toprakların ortasında konumlanmıştı. Anadolu bitap düşmüş olsa da, Ankara onun tam merkezindeydi. Atatürk’ün zihninin derinlerinde yatan görev, bu şehri devasa eserlerle yaşama döndürmekti. İşte bu amaç doğrultusunda Türkiye’ye davet edildim.

1928 yılında göreve çağrılmam kendisinin o zamanki büyükelçisi Abdülhamit Bey aracılığıyla oldu ve titreyerek bu ülkeye geldim. Fransızcayı çok az anlayabiliyorum ve Türkçem hiç yok. Bu şekilde sabah erkenden İstanbul’dan yola çıkıp Ankara’ya ulaştım. Yolda camdan dışarı baktığımda gördüğüm tek şey uçsuz bucaksız düzlüklerdi. Bomboş düzlüklerden başka hiçbir şey yok görünürde, ben burada ne yapacağım?

Dışarıda bir bölük asker ve başlarında onlardan sorumlu bir subay vardı. Subay araca yaklaştı ve sordu: “Profesör Holzmeister siz misiniz? Görevim sizi Bakan Bey’e götürmek.” Ve bu şekilde, bahsettiğim bölüğün refakatinde şehre girdim. Ben hayatımda hiç asker olmadım ve oldum olası askerlere karşı büyük bir korku, ya da şöyle söylemek daha doğru olacak, büyük bir saygı duymuşumdur. Anlattığım şekilde Bakan’ın yanına götürüldüm. Girdiğim odada beklediğimin aksine sivil giyim içerisinde, çalışanlarının eşlik ettiği çok değerli bir adam, Abdülhalik Renda oturuyordu. Beni selamladı ve bana Atatürk’ün vereceği göreve, yani başta Ankara’da olmak üzere Türkiye’de yapılar inşa etmeye hazır olup olmadığımı sordu. Görevlerden ilk ikisi de Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı yapılarının inşası olacaktı.

Cesurca ve sakince “evet” dedim. O sırada yanımda refakatçi olarak kendisine çok müteşekkir olduğum biri vardı. O kişi artık hayatta olmayan mühendis Arthur Waldapfel’dı. Yıllardır Avusturyalı bir firmanın görevlendirmesi ile Ankara’daydı. Mükemmel derecede Türkçe konuşuyordu ve bütün bu ön görüşmeler esnasında bana çok büyük yardımları oldu. Sadece bu da değil. Aynı zamanda şantiye şefim, hem mühendisim, hem de statikçimdi.

Bu görüşmeyi takip eden iki hafta içerisinde kendilerine bir tasarım sunmak için uğraştım ve hedeflediğim sürede sunumu gerçekleştirdim. Bakanlık yapısının müstakil mi, diğer yapıyla birleşik mi olacağı konusundaki talepler henüz netleşmemiş olmasına rağmen, tasarruf amacını da ön planda tutarak kurumları tek yapıda toplayan bütünsel bir tasarım hazırladım. Ama generallerin yorumu şu oldu: “Hayır, bu gerçekleştirilemez. Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı birbirinden farklı kurumlar. İki yapı ayrı ayrı ama yan yana konumlanmalılar.”

Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde barındırdığı çok sayıda memur sebebiyle Genelkurmay Başkanlığı yapısından çok daha büyük bir alana ihtiyaç duyuyordu. Bana tebliğ edilen görev ise iki yapının da eşit derecede sembolik ve anlamlı görünmesiydi. Bunu gerçekleştirdim. Milli Savunma Bakanlığı yapısını bir meydan etrafında konumlandırırken Genelkurmay Başkanlığı yapısını açılmış kanatlarıyla dışarı dönük olarak tasarladım; bu tasarımlar Beyefendi’nin çok hoşuna gitti.

Sonbaharda sunumunu yaptığım tasarımların mimari projelerini bir yıl sonra inşaata teslim edebildim. Bu noktada büyük bir öncülük sergilemek zorunda kalmış olduğumuzun da göz önünde bulundurulması gerekir. Çünkü inşaat işi Türklere yabancı bir konuydu. Bunun sebebi de Türkiye’de inşaat işlerinin o güne kadar Ermenilerden soruluyor olmasıydı. Ulaşılabilir bir hedef koymak, duvar örmek, beton karıştırmak gibi bütün bu işleri, en başta dostum Waldapfel’la beraber olmak üzere ülkede birer öncü olarak yürüttük. İnşaat bir yıl sonra sona erdiğinde bu, Türkler için inanılmaz bir durumdu. Üstelik inşaat maliyeti de tam olarak hesapladığımız kadar tutmuştu. Türkler için yeni olan da işte buydu ve sonucu da, o esnada başbakanlık koltuğuna oturmuş olan Abdülhalik Renda’nın benimle bir dizi başka görev paylaşması oldu. [Holzmeister yanlış hatırlıyor; dönemin başbakanı İsmet İnönü idi.] Bahsettiğim dönem 1928 ile 1932 arasıydı, süreç istenen şekilde devam etti ve başta bakanlık yapıları olmak üzere bir dizi inşaat işi aldım. Bu esnada işi Ankara için bir nâzım planı hazırlamak olan bir şehir plancısı da göreve başlamıştı. Çok iyi bir plancı olan Jansen, Alman’dı ve Ankara’nın nâzım planını hazırladı. Bunun anlamı, kentin ana işlev bölgelerinin belirlenmesiydi. “Burası merkez, burası yönetim, burası konut, burası endüstri ve burası da trafik.” gibi.

Bu bölgeler planlandı ve plan Atatürk tarafından imzalandı. Eğer Atatürk bir şeyi imzaladıysa, o görevi yerine getirmemenin bedeli kellenizi kaybetmekti. Bu şekilde Bakanlıklar Bölgesi de teşkil edildi ve tüm bakanlıklar içinde konumlandırıldı. En son olarak da İçişleri Bakanlığı ve onunla bağlantılı Emniyet Abidesi işi vardı. Sıra bu işe gelince Anton Hanak’ı çağırdım. Benimle birlikte Ankara’ya geldi ve tüm bunlar üzerine […] Anıt, Bakanlıklar Bölgesi’nin tepesinde yer alıyor ve ona çok değer veriliyor.

Bir başka görev de, ve bu aslında aralarında en keyifli olanı, Çankaya’nın tepesinde inşa edilen Atatürk Köşkü’ydü. Atatürk orada, yukarıda ikamet ediyor ve ülkeyi elinde asasıyla yönetiyordu. Eski, biraz metruk bir Ermeni evinde…

Şantiye yöneticimle birlikte davet edilişimize gelince… Orada bütün bakanlarıyla beraber toplanmıştı ve Waldapfel beni önceden duruma hazırlamıştı bile. Dikkatli olmalıydım. Atatürk, kendisinin huzuruna çıkmak için büyük salona doğru gelen konuklarına biraz takılmaktan keyif alıyordu. Çünkü yol üzerinde konukların karşısına çıkan bir ayı postu daha önce birçok ziyaretçiyi korkudan tökezletmişti. Waldapfel dikkatimi ayı postuna çekmiş ve beni bu konuda uyarmıştı. Ben de tabii ki dikkatli oldum ve sağlam adımlarla Atatürk’ün masasına ulaştım. İlk sorusu şu oldu:

“Profesör, ne düşünürsünüz? Şimdi bu evi yıkıp yerine benim için yeni bir köşk mü inşa etmeliyiz?”

Ve ben hemen cevap verdim:

“Ama Ekselansları, böyle bir şeyi nasıl düşünebilirsiniz? Bu ev Türkiye için bir anıt konumunda çünkü siz yeni Türkiye’yi bu evden inşa ettiniz. Burası bir anıt olarak kalmalıdır.”

“Peki ne yapmalıyız o zaman?” dedi.

Ben de şöyle cevap verdim:

“Yan tarafta harika bir arazi var. Yeni köşkü oraya inşa edelim ve eskisini de koruyalım.”

Bu cevap çok hoşuna gitti ve Atatürk’ün emriyle en iyi zanaatkârların Ankara’ya çağrılması sağlandı. Ustalık gerektiren ince işler Avusturyalı sanatçılar ve zanaatkârlar tarafından yürütüldü. Sürecin bir başka sonucu da bahsi geçen bu çalışkan ustalardan bazılarının Türk gençlerinin eğitimi amacıyla oradaki okullara yönlendirilmesi oldu.

Sonuç olarak köşkün inşası bir buçuk yıl içerisinde, Atatürk’ün de büyük memnuniyetiyle, sonuçlandırıldı. Onunla evdeki bir karşılaşmamızı anımsıyorum. Genelde sonuçtan o kadar memnundu ki, bir an önce köşke taşınmak için can atıyordu. Ama bir seferinde beni sınadığını hatırlıyorum. Beni banyoya, klozetin başına kadar götürüp bir sigara ikram etmiş, sonra da izmariti klozete atmamı istemişti. Ben de öyle yapıp sifonu çektim, ama izmarit hâlâ klozetin içinde duruyordu. Atatürk çok gülmüş ve nüktedan bir şekilde “Şimdi bu yapı kötü bir yapı mı oldu?” diye eklemişti. Ben de hemen bir tedbir alıp sifon sorununu çözmüştüm. Onun oynadığı küçük oyunlardan biriydi bu. Çünkü, örneğin köşk ziyarete açılıp da yapıyla ilgili eleştiriler yapılmaya başlandığında, Atatürk Fransa Büyükelçiliği’nin mimarı olan Albert Laprade’dan köşkle ilgili fikirlerini özellikle de yazılı bir rapor olarak almıştı. Metinde yapının yeni dönemde inşa edilmiş en güzel köşklerden biri olduğuna dair yorumlar yer alıyordu. Atatürk bu metnin karşılama odasına asılmasını ve ziyarete gelen konuklar tarafından diğer her şeyden önce okunmasını teşvik etmişti. Bunu yapmadan diğer tartışmalara girmek yasaktı. İşte her mimarın böyle işverenleri olmalı.

Son olarak, bir de Ankara’daki Avusturya Büyükelçilik yapısının inşasını üstlendim. Şimdi bunlara bir şey daha eklemeliyim. Savaşın Avrupa’yı sardığı yıllarda aslında Türkiye de bundan oldukça etkilenmiş durumdaydı. Tarafsız kalınmış olmasına rağmen savaşın etkisiyle ülkede inşaat işlerinin sona erdiği bu dönemde, özellikle iki işle meşgul oldum. Birincisi, bulduğum her fırsatta ülkeyi gezmek, öğrenmek, çizimler yapmak, eşimin fotoğraflarını çekmekti. Hayatımda bir de okul vardı.

İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğretmen olarak görevlendirildim ve burada çok sayıda öğrenci yetiştirdim. Eğitimi Almanca veriyordum çünkü öğrencilerin çoğu Almanca biliyordu. Birlikte çok başarılı bir eğitim ortamı oluşturduk. Hepsi çok genç ve çalışkan insanlardı ve bu genç mimarlar bugün ülkede söz sahibi oldular. Daha geçen sene Meclis Başkanı tarafından Ankara’ya davet edildim. Mevcut parlamento yapısının büyütülmesiyle ilgili yorumlarımı alma amaçlı bu daveti de mutlulukla kabul ettim. Eşimle birlikte 1 Mayıs’ta Ankara’ya uçtuk ve çiçeklerle, krallar gibi karşılandık. Ve bizi karşılayanlar arasında kimler de vardı? Bir dizi eski öğrencim. Bir kısmı parlamento yapısının inşasında da önemli rol oynamış sadık ve cesur öğrencilerim.

Bu şekilde karşılandık, harika bir otele yerleştirildik ve bir hafta boyunca gerekli yapısal müdahalelerle ilgili tartışmalar yürüttük. O zamana kadar yapılmış olan önerilerin tersine, ben mevcut parlamento yapısının korunması gerektiğini ifade ettim ve diğer herkes de memnuniyetle bu fikrimin arkasında durdu. Çünkü parlamento onlar için neredeyse kutsal bir kavram, bir mabetti. Bir yandan da bunu sormak gerekirse, neden acaba? Sadece mimarisiyle değil, yapımında kullanılan yöresel malzemelerden ötürü de insanlar yapıya özel bir yakınlık hissediyorlardı. Özellikle de mermerler sebebiyle. Göçmen olarak yaşadığımız yıllarda benim de peşine düşüp, ülkenin türlü yöresinde arayıp bulduğum bu harikulade kırmızı, siyah, yeşil ve mavi mermerleri Türkler çok beğeniyordu. Dolayısıyla bu yapı korunmalıydı. Mevcut yapının korunduğu ve gerekli ek yapıların mevcut yapıyla ilişkilendirilerek araziye yerleştirildiği öneriler geliştirdim ve bazı prensip eskizleri hazırladım. Bunların hepsini özünde birkaç eski öğrencim ve bir kısım uzman önünde hazırlarken; bu işi ta Viyana’dan buraya yürütemeyeceğimi dile getirdim ve buradaki üç çalışkan öğrencimin önerdiğim planların geliştirilip uygulanmasından sorumlu tutulmasını önerdim. Tabii ki o zamana kadar yapmış oldukları işleri de görmüş ve bu işi yürütebileceklerine kanaat getirmiştim.

İş aynen söylediğim gibi yürüdü. Daha dün bahsi geçen öğrencilerimin bir tanesinden mektup aldım. Noel’de tashih almak amacıyla benim yanıma geleceklerini söylemiş. Gördüğünüz gibi, bunlar tabii ki insanın her gün yaşayacağı türden deneyimler değil. Türkiye’ye duyduğum bu haz… Türkiye’yi çok sevdik, bunu söylemeliyim. Orada harika bir hayatımız oldu. Boğaz kıyısında bir atölyemiz vardı. O zamanlar bir atölye kurma ihtiyacım doğmuştu ve Tarabya’da otel olarak kullanılan oldukça büyük ve geniş, eski bir yapı buldum. Orayı kiraladık. Harikulade bir yaşamdı. Palmiyeleriyle, sükûnetiyle, heybetiyle Boğaz’ın güzelliği. Özgür ama vatanımdan koparılmış…

Ve tabii ki üzücü yıllar da oldu. Vatanımızdan tamamen […] bir yaşam. Savaş geride kaldığında en azından Avusturya’ya birkaç paket gönderme şansını bulmaya başlamıştık. Ama büyük maceramız işte buydu. Bu macera bizi, en başta da ailemi, Türkiye’ye bağladı.

Savaştan sonra en başta Carl Ebert’le birlikte Antik Ege Tiyatrosu üzerine araştırmalar yaptık. Onunla birlikte bir de “İdeal Tiyatro” tasarladık. Ve daha bir sürü şey daha… Bu şekilde aramızda çok güzel bir dostluk da oluştu.

Anadolu’nun ve tüm bu deneyimlerin benim için değeri hayatımın ilerleyen dönemlerinde yine karşıma çıkacaktı. Şunu da söylemeliyim, bu dönem aynı zamanda Salzburg için fikirlerimin başlangıcına da tekabül ediyor.

Demin de bahsettiğim gibi, ailemle birlikte Tarabya’da atölyemizi ve evimizi açtığımız yıllarda yeğenlerimin birinden bir mektup ulaştı elime. Yaptığım işleri kitaplardan öğrenmiş olan yeğenim, hemen Brezilya’ya gidip gidemeyeceğimi soruyor ve Rio de Janeiro’da Başkan’ın benim yürütmem altında birkaç yapı inşa etmek istediğini söylüyordu.

Yıl 1939-40 civarıydı ve o zamanlar Brezilya’ya gitmek hiç de kolay bir iş değildi. Bir gemi yolculuğundan sonra çok güzel bir şekilde karşılandık. Başkan’ın yanına gittiğimde o da bana karşı son derece dostane tavırlar içindeydi; ve daha gider gitmez benimle bir dolu iş paylaşmıştı bile. Rio de Janeiro’nun genişlemesini öngören bir şehir planı, bakanlık yapıları ve bir de tiyatro yapısı. Kısaca anlatmak gerekirse, işleri alır almaz masa başına oturdum ve ortaya bir dizi tasarım çıkarttım. Bu tasarımlar oldukça beğenildi; ancak iş hizmet bedelimin netleştirilmesi noktasına geldiğinde konu oldukça uzadı. Bana bir komisyona danışılması gerektiği söylendi ve bu belirsizlik süreci daha bir yıl boyunca devam etti. Ta ki ben artık sabrımı kaybedip “Hayır, artık eve geri dönmem gerekiyor; Ankara’ya gitmem gerekiyor. Orada yerine getirilmeyi bekleyen emirlerim var; orada yürütülmesi gereken işlerim var. Ödeme konusunu şimdi halletmezsek işi bırakıyorum.” diyene kadar.

Ama bir yandan da şanslıydım; çünkü aynı esnada yürüyen başka süreçler de vardı. Ankara’daki boş zamanlarımdan başlayarak katedral inşası problemi üzerine kafa yormaya başlamıştım bile. Modern mimar veya modern mühendis bugün büyük bir katedrali nasıl inşa etmeliydi? Michelangelo’nun zamanında hesaba katmak zorunda olduğu devasa yük problemleriyle değil, bugünün beton konstrüksiyonun hafifliğiyle… Bu düşüncelerle seksen metre çapında, yüz elli metre yüksekliğinde bir katedral tasarladım. Hazırladığım bu planı bir çantaya koyup Rio’daki Kardinal Nehme’ye bizzat ulaştırdım. Bunu yapabilmemde tanınmış bir Cizvit âlim olan ve artık aramızda olmayan büyük ağabeyim Rahip Urban Holzmeister’in tavsiyelerinin büyük payı oldu. Kardinal, tasarımı gördüğünde şaşırdı ve bana mutlulukla “İşte bu Belo Horizonte’dekilerin istedikleri plan.” dedi. Belo Horizonte’de tam o sıralarda toplanan büyük uluslararası kongrenin kararı kente büyük bir katedral inşa edilmesi yönünde olmuştu ve işte elimdeki plan tam da istenen şeydi.

Belo Horizonte o zamanlar sadece 42.000 nüfuslu bir yerleşimdi. Oraya hiç gitmeden tasarımımı sundum. Başpiskopos ve arkadaşlarına yaptığım sunumda sonraki yıllarda devlet başkanı ve Brasilia şehrinin kurucusu olacak olan Vali Kubitschek de vardı. “Ama” dedi Kubitschek, “Bu katedral kaç kişi alabilir?” Odadakiler “10.000 kişi.” diye cevap verdi. “Çok az. Kapasitenin en az 15.000 olması gerekir.”

Ben tekrar projenin başına oturdum ve katedrali genişlettim. Yani yeni balkonlar ekledim vesaire. Sonra bu revize plan benimsendi ve kabul edildi. Ancak benim artık Ankara’ya dönmem gerekiyordu. İki yıl sonra ödememin onaylandığına ve projenin uygulanmasına karar verildiğine dair bir telgraf aldım. Benden istenen de uygulama projelerinin hazırlanmasıydı. Bu detaylı planları kısmen Ankara’da hazırlamak zorunda kaldım. Çokça statik problemiyle uğraşsam da projeyi başarıyla sonuçlandırdım.

Bunlar savaştan sonraki zamanlardı, 1946 civarı. O zamanlar Brezilya’ya gitme iznini alan ilk kişiler de futbolcular olmuştu. Dolayısıyla planları futbolculara teslim ettim ve onlar da Başpiskopos’a ulaştırdılar. Her şey yolunda gitti ve sonunda katedralin inşaatına başlandı. Sonra 1951 yılına kadar bir daha hiç haber alamadım. O yıl elime bir telgraf ulaştı: “Lütfen geliniz.” Gönderen Başpiskopos’tu. “Eğer hâlâ hayattaysanız ne yapıp edin ve inşaatı görmek için gelin.”

Rio’ya uçtum. Bugün bile hâlâ São Paulo’da yaşamakta olan oğlum Guido beni karşıladı ve oraya [Belo Horizonte] ulaştırdı. Orada harikulade karşılandım. Orada şantiyeyi de ziyaret ettim ve dehşet içinde gördüğüm kadarıyla inşaata merkezdeki kriptadan başlanmış, ancak kripta 180 derece ters olarak yerleştirilmişti. Tabii ki büyük bir şanssızlıktı bu. Ama en azından o gidişimde ödememin ilk parçalarını alabilmiştim. Çok yüksek bir meblağ değildi, ama bir araba edinmemize yetmişti. Bu şekilde dönüş yolculuğuna çıkmıştım. Ve o zamandan beri de başka bir şey olmadı. Belo Horizonte 40.000 kişilik küçük bir kasabadan devasa bir sanayi şehrine evrildi. Orada yaşayan milyonlarca insandan hiçbiri katedralin durumuyla ilgilenmiyor an itibariyle. Birisi bana “Sabrınız var mı? São Paulo’daki katedralin yapımına da elli yıl önce başlanmıştı ve ancak bu zamanlarda bitirildi. Sizin katedraliniz de bitirilecektir.” dedi. İkinci kez Rio’ya gittiğimde büyük bir katedral için de bir tasarım hazırladım. Ama o tasarım da ne yazık ki bir rüya olarak kaldı. 1963 yılında ise São Paulo yakınındaki Campos’ta büyük bir otel projesi aldım. 1800 metre yükseklikte, muazzam bir bitki örtüsü içine yerleşmiş bir otel. Bu tasarımı da hazırladım ama henüz bir gelişme yok konuyla ilgili.

En nihayetinde, Brezilya vadettiği kadar büyük bir rüya olamadı. Ama son yıllarda oldukça ilgimi çeken bir başka görev de üstlendim. Madrid’de bir opera yapısı tasarımını konu alan bir mimari yarışmaya katılmıştım ve ikincilik ödülünü aldım. Birincilik ödülü Çek bir mimara gitti ancak o proje reddedilince Brezilyalı bir mimarla birlikte bu işi yapmak için görevlendirildik.

Birlikte iki ya da üç kez Madrid’e gittik; tasarladık, çalıştık. Yapı gittikçe büyümeye, her seferinde daha devasa hale gelmeye başladı. Öte yandan proje alanı ile ilgili pazarlıklar da bitmek bilmiyordu. Büyük endüstri şirketleri de aynı alana göz dikmişti. Kısa kesmek gerekirse, bu projeden de hiçbir şey olmadı. Ancak bütün güzellikleriyle ve tepeden tırnağa tadabildiğimiz İspanya unutulmaz bir deneyimdi. Bu geziler aslında büyük bir rüyayla sonuçlanıyordu ve vatanım Avusturya’ya mutluluk içinde geri dönüyordum.

[…]

Çok sayıda yurt dışı gezisi ve faaliyetten sonra şimdi sıra kalbimde özel yeri olan ikinci bölüme, yani Avusturya’daki faaliyetlerime geliyor. Eski bir demirci köyü olan Fulpmes, Stubaital’de doğdum. Ancak Fulpmes, demircilik zanaatının sanayileşme etkisiyle yok olması sonucu yıkım yaşamış bir köydü. Aynı şartların bir başka sonucu da babamın Brezilya’da çok iyi bir iş bulması sebebiyle bu ülkeye taşınmamız oldu.

Ailemde katolik eğitimi ön plandaydı. Ortaokul ve liseyi Innsbruck’ta okudum. Çok fazla şey öğrendiğimi söyleyemem. Harikulade bir çevrede şarkılar söyledik, yürüyüşler yaptık ve yıllar böylece geçti. Sonrasında mimarlık eğitimi almak için Viyana’da Teknik Üniversite’ye başladım. Yine seçkin insanlarla dolu bir çevredeydim ve orada Loegel’i tanıdım. Büyük işçi lideri Kuntschak yakın dostlarımdan biriydi. Sonra savaş başladı. Ben o zamanlarda Teknik Üniversite’de asistanlık yapıyordum ve yine aynı dönemde evlenmiştim. Kötü zamanlardı ve ben ek iş olarak Alman Yurdu Derneği’ne inşaat danışmanlığı hizmeti verip projeler hazırlıyordum. 1913 yılında Marbach’ta inşa edilen ve aynı zamanda ilk yapım da olan okul bugün hâlâ tam kapasiteyle kullanılmaktadır ve işte o dönemin ürünüdür.

Savaştan sonra durumlar, özellikle de ekonomik durumlar, o kadar kötüydü ki ailemle birlikte Innsbruck’a taşınıp Eyalet Teknik Okulu’nda eğitim verme kararı aldım. Sonraki hayatıma dair bazı şeyler de hemen Innsbruck’ta netleşmeye başlıyor. Çünkü oradayken, Nürnberg’de inşa edilecek olan yeni St. Martin Kilisesi için açılan yarışmaya katılmıştım. Gelen birincilik ödülü ve devamında aynı projenin uygulama süreçleri, çalışmak için Reich’a davet edilmemle sonuçlandı. İkinci belirleyici olay da yine bir yarışmaydı. Viyana’da inşa edilecek olan krematoryuma dair yarışmada proje birinciliği ve takiben projenin uygulanmasıyla devam eden sürecin başlangıcı da Innsbruck’ta olmuştu. Sonrasında Viyana Akademisi’ne davet edilişim de özellikle bu iş sayesinde oldu.

Linz ve Innsbruck’ta inşa edilecek tren istasyonlarını konu alan başka iki yarışmada da birincilik almış olmama rağmen bu projeler uygulanmadı. Ama bu yıllarda bir yandan ilk olarak Vorarlberg, Batschuns’da, Rankweil yakınında bir kilise inşa ettim. Bu işi Bregenz, Vorkloster’de büyük bir başka kilise ve üç okul takip etti. Özellikle tercih edildiğim ve uzun zaman geçirdiğim St. Anton, Arlberg’de Schuler Oteli’ni inşa ettim ve küçük St. Anton Kilisesi’ne yapılacak ek yapı işini üstlendim.

Ama sadece bunlarla kalmıyor tabii. Sonrasında beraber okula gittiğim eski dostum Luis Trenker’in gelişi ve beni Güney Tirol’e çekişi var. Özellikle Luis Trenker’le aramızdaki dostluğun da etkisiyle Güney Tirol benim için ikinci bir vatan haline geldi. Birlikte o şahane vadileri gezerken büyük maceralar yaşadık. Büyük keşifler yaptık. Büyük hayal kırıklıklarıyla karşılaştık ama her şeye rağmen sonunda tüm bunlardan geriye kalan inşa edilmiş birçok yapı oldu. Bu yapılar arasında Bozen’deki Pretz Ailesi Evi’ni veya yapımını ressam Rudolf Stoltz ile beraber üstlendiğimiz ve oldukça anlamlı, büyük bir iş olan Meran, Untermais’teki kilise genişletme projesini sayabilirim. Yine o sıralarda Sexten’deki Drei Zinnen Oteli, Klösterlegrund’da bir toplu konut projesi, St. Ulrich’teki Adler Oteli ve bunlardan daha küçük bir dizi başka görevi de Güney Tirol’de yürüttüğüm işler arasında sayabilirim.

Benim için en büyük ve önemli karşılaşmalardan biri Egger-Lienz’le olandı. Onunla Lienz’te savaşta hayatını kaybetmiş askerler anısına bir şapel inşa ettik ve bu benim için unutulmaz bir deneyimdi.

1924 ile 1938 yılları arasını Viyana’da geçirdim. Orada krematoryumu inşa ettim ve her şeyden önce akademide öğretmenlik yapmaya başladım. Unutulmaz dostum ve asistanım Max Fellerer de orada, yanımdaydı. Bu okulun sorumlulukları, hedefleri ve başarıları üzerine en doğru yorumu en iyi öğrencilerimden biri olan Holzbauer’in methiyesinin kapanış sözleri yapıyor. Şöyle diyor: “Bugün Avusturya içinde ve yurt dışında tanınan Avusturyalı mimarların sayısı ile Holzmeister öğrencilerinin sayısı neredeyse birbirine denk gelmektedir. Ve bu öğrencilerden çoğunun eserlerinde katı kuramsal takıntılar ve tıkanmış estetik kriterler yerine mimari tavizlerden oluşmuş zengin bir çeşitlilik göze çarpıyorsa, bunlar kesinlikle ‘Meister’in sayesindedir.”

Öğrencilerim için her zaman bir arkadaş olmuş olmaktan gurur duyuyorum. Beraber birçok eğitim gezisine çıktığımız için mutluyum; ki hayatım boyunca bulunduğum bütün ülkelerde mesleğime bu geziler yüzünden sıkça ara vermişimdir. Yunanistan’da, Fransa’da, İspanya’da ve diğer yerlerde tüm bu gezileri öğrencilerimle beraber yaptım ve birçok kez esas belirleyici olan oralarda çok fazla çizim yapıyor olmamızdı. Bir eğitim yöntemi olarak buna hâlâ sıkı sıkıya bağlıyım.

Uzun yıllar sonra dört yüz kişilik büyük bir öğrenci topluluğu ve aileleriyle tekrar bir araya geldikten sonra hep Dürnstein’da kutladığımız doğum günlerimde buluşmaya başladık. Bir dönem çokça çizim yaptık. Orada aynı zamanda Wachau Sokağı’na bazı katkılarda bulundum ve hâlen bu güzel şehrin onursal hemşehrisiyim. Sekseninci, seksen beşinci ve doksanıncı doğum günlerim bu şekilde geçti. Her seferi harika, olağanüstü birer olaydı ve insanlar her seferinde şunu söylediler: “Orası kutlama yapmayı öğrenmek için doğru yer.”

Akademinin rektörlüğünü üstlendiğim yıllar içerisinde biraz sessizleşmiş bu kurumun içinden hayat dolu bir şeyler çıkarttım. Her şeyden önce, büyük saygı duyduğum meslektaşım Peter Behrens ile birlikte mimarlık okulunu büyüttük. Bunu teknik olarak bakıldığında en başta, yapı inşasının her alanında eğitim veren mükemmel öğretmenleri işe alarak yaptık.

Ama aynı zamanda bir sahne tasarımı sınıfını da yürüttüm çünkü tiyatroyla hep çok içli dışlı olmuştum ve bu sanatla aramda tabii ki özellikle Burg Tiyatrosu’nun büyük oyuncusu, kızım Judith’ten ötürü de özel bir bağ vardı. Sonra, biraz dirençle karşılaşmış olmakla birlikte, alçı müzesini boşalttık ve bu sayede Feuerbach tavan resimli o muazzam mekanı tekrar hakiki bir kutlama salonu olarak düzenledik. Söylediğim gibi, değerli orijinalleri tabii ki koruyarak, bitişik odalardaki alçıları temizledik ve bu yolla bir dizi çok güzel sergileme odası yarattık.

İçinde kendimi çok iyi hissettiğim bir akademik kadroydu. Harika Peter Behrens oradaydı, Profesör Bacher, Sterrer ve başkaları da. Uzun lafın kısası, çok etkin şekilde yanımda duran bir topluluktu. Viyana’dan ve oradaki faaliyetlerimden bahsederken değinmek istediğim bir nokta da krematoryumu inşa edişim ve bu vesileyle Anton Kolig’i krematoryumdaki iki devasa resmi yapması için işe dahil etmiş olmam.

Viyana Belediyesi için dışarıda, Rott Sokağı’nda bir konut inşaatı yürüttüm. Ama bugün Marx Meydanı’nın bulunduğu Heiligenstadt bölgesi için yaptığım büyük bir proje, belediye meclisi tarafından çok basit bulunduğu için reddedildi. Sonrasında, orada ne yazık ki bugün bir konut için fazla anıtsal olduğu kanaatinde olduğumuz devasa yapılar ortaya çıktı.

Tüm bunlar esnasında, sorumluluklarım ve devam eden inşaatlarım sebebiyle Ren Bölgesi ve Türkiye’ye gezilerim de sürekli olarak devam ediyordu. Zaten çok büyük bir tiyatro budalası olduğum için var olan bağlantılarım sayesinde Burg tiyatrosu ve opera için sahne tasarımları yaptım. Mimarlar Odası’nın (ZVAÖ) başkanlığını yürüttüm ve Doktor Rudolf’le beraber Neuland Okulu’nu inşa ettim. Bu süreç beni sosyal konulara yeniden yaklaştırırken, özellikle de Viyana’da yapmış olduğum en anlamlı yapıya, yani Şansölye Kilisesi’ne götürdü. Bu, siyasi içeriğiyle tanımlanan bir işti.

Şansölye Kilisesi başta Seipel için, öldürülmesinin ardından da Dollfuß için inşa edildi. İkisinin mezarı da kriptada, mahzen bölümünde öngörülmüştü. Karl Sterrer altar duvarına büyük bir mozaik yaparken bütün bu işlerin masrafını kilisenin kurucusu ve muazzam bir insan olan Bayan Burjan-Domanig karşıladı. O, kendisini bu eserin ortaya çıkmasına büyük bir hazla adamıştı ve bunun için hepimizi bir araya toplamanın önemini anlamış biriydi.

Ancak tüm bunlarla eş zamanlı olarak olan biten sadece Ren Bölgesi, Türkiye maceralarım ya da oralarda yaptığım işler değildi. Bilakis, Salzburg Festivali ve Festival Salonu Projesi hayatım boyunca zihnimde olan bir meseleydi. Önceleri, daha Innsbruck’tayken bile festival her zaman ilgimi çekiyordu. “Jedermann”ın katedral meydanındaki ilk sahnelenişlerini, üniversite kilisesindeki kayıtları, ve tabii yapılan büyük gösteri yürüyüşünü, Heilbrunnen’da büyük bir festival salonu inşa edilmesi yönündeki büyük arzuyu ve uğranılan yenilgiyi… Bunların hepsini yaşadım. Max Reinhardt büyük bir festival salonuna alternatif olarak başpiskoposluğa ait Felsenreitschule’nin [Binicilik Okulu] bir bölümünün genişletilerek bu amaçla yeniden inşasını önerdiğinde, iş benim bizzat projenin içine girmemle sonuçlandı. Bu şekilde 1926 yılında Vali Rehrl tarafından çağırıldım ve Mimar Hütter tarafından başlanan ancak bitirilemeyen tiyatroyu sonuçlandırmak ve genişletmekle görevlendirildim. Bu vesileyle hali hazırda yapılmış küçük sahne korundu ve bana başta giriş holleri olmak üzere mekanın tamamının uygun şekilde genişletilmesi görevi verildi. Orada, büyük salondaki işleri halleden en başta Faistauer’di. Ön salonda yer alan ve aradan geçen zamanda tahrip edilen harika mozaiği yapan Kolig’di ve bütün bunların hepsi Başkan Button’un unutulmaz idaresi altında oldu.

Bir taraftan sürekli olarak Max Reinhardt, Hofmannsthal ve operanın da işin içine girmesiyle Bruno Walter ve Toscanini… Ve o yıllarda Max Reinhardt’ın önerisiyle Felsenreitschule’nin içinde Faust Şehri’ni inşa ettim.

Bu, birinci bölümdü. İkinci tadilat ise yeni bir sahnenin inşası zorunlu hale geldiğinde gerçekleşti. Toscanini ve Rehrl arasında şiddetli bir tartışma yaşanmış ve Toscanini Rehrl’e acilen düzgün bir sahne inşa edilmediği takdirde orada bir daha sahne almayacağını iletmişti. Böylece, Vali Rehrl’in önerisiyle bütün planı 180 derece döndürdük, mevcut sahneyi giriş bölümü haline getirirken yeni bir sahne inşa ettik. Bu proje şehir silüetinin korunması ve bakımı açısından oldukça sıkıntılıydı çünkü yeni sahne yapısı sebebiyle kütlede bariz bir büyüme söz konusuydu ve yapı sadece taban alanıyla değil, yüksekliğiyle de göze çarpıyordu. Doğru görünen, bu kütlenin tam karşıdaki Mönchsberg’in [Mönch Dağı] kayalarıyla mimari olarak bağlanmasıydı.

Toscanini Meydanı işte bu şekilde oluştu. Ve bazıları tarafından Salzburg’daki en anlamlı işim olarak gösterilen Mönchsberg Merdiveni de aynı şekilde.

Bu tabii ki birçok sanatçıyı da kendine çeken büyük bir işti ve yeni salon hem opera hem de konserler için düşünülmüştü. Şunu söylemem lazım, daha o zamanlardan Mozart’a gerçek bir yuva yaratma niyeti içimdeydi. Bu amaca o zaman için tam olarak erişememiştim ve o yeni Büyük Salon’u inşa etme şansını ancak 1956 yılında bulacaktım.

Yani 1937-38 yıllarında salonun tadilatı, yeni sahnenin inşası ve sonra 1938 yılında veda. Üçüncü Reich, Faistauer’in, Kolig’in, Adlhart’ın enfes işlerini imha etmekten daha iyisini yapmayı bilmedi. Biz savaştan sonra Faistauer’in fresklerini kurtarmayı başarmış olsak da salonun kendisi alçıdan bir gösteriş abidesine çevrilmişti.

Bunlar Salzburg Festivali için sessiz, acılı ve kederli yıllardı. Ancak savaştan sonra, vatana geri dönebildiğim 1947 yılından sonra, yeni salonun inşası noktasına gelinebildi. Ama öncesinde bir dizi ciddi ön çalışma vardı. Ben Mönchsberg üzerinde devasa bir salonun projelerini çalıştım. Eyaletin görevlendirmesiyle Rosenhügel [Rosen Tepesi] üzerine bir proje hazırladım ve temeli de atıldı ama bunların hiç biri yeterli ve tatmin edici değildi.

Yapılacak yeni salon için eskisinden farklı bir yer aramanın gerekli olup olmadığı konusunda beni düşündüren, Don Giovanni’si için salonda ve dışarıda sahne tasarımları yaptığım Herbert Graf oldu. Eski salon korunup, yenisi doğrudan doğruya eskisinin yanına yapılabilirdi. Haus der Natur [Doğa Evi Müzesi] bu fikre tabii ki karşıydı. Birçokları bu fikre karşıydı. Trafiğe yapacağı etki açısından karşı olanlar vardı, kent silüetini bozma veya uygunsuz şekilde etkileme tehlikesine karşı olanlar vardı. Tüm bunların üstesinden uzun komisyon toplantılarında geldik.

Burada, ilerleyen yıllarda şansölyelik görevine gelecek Vali Klaus’un desteği çok özeldi. Ve tabii ki her şey bittikten sonra Herbert von Karajan’ın büyük denetlemesi ve onayı da öyle. Mekanı akustik açıdan saatler süren büyük bir incelemeyle selamlayan Karajan, yaptığı prova sonrasında bana telefon edip şunu söylemişti: “Hayran kaldım, büyülendim.” Ve o şekilde de kaldı. Bu eserin başarısında ve süregelen harika performansları mümkün kılmasında belirleyici olan iyi akustiği oldu.

Daha ilk tasarımlardan başlayarak, büyük akustikçi Adolf Schweiger’in yardımlarını almıştım ve mekanın hacmi, genişlik yükseklik ilişkisi ve tümüyle ilgili belirleyici çalışmalar inşaat süresi boyunca devam etti. Yapımı bittikten sonra salonda, fevkalade bir akustikçi olan Profesör Keilhorz’un gözetiminde belli akustik düzenlemeler yapıldı.

Bu salonun inşası tabii ki çok fazla sanatçıyı da kendine çekti. Ben, sanatların birlikteliğini her daim teşvik etmekle veya övmekle kalmadım, böyle işleri bizzat yürüttüm de. Yapılan yeni salonda, Kokoschka’nın harikulade goblenlerini, başta Tony Schneider-Manzell’inkiler olmak üzere büyük kapıların üzerinde yer alan kabartmaları, yine Boeckl’in yaptığı goblenleri ve tabi Karl Plattner’le Wolfgang Hutter’in yan localarda yaptığı resimleri görebiliriz. Tavan resimlerini yapan Carl Unger ve ismini burada sayamayacağım daha bir dizi başka sanatçı da bu işin başarıyla bitirilmesinde rol oynadı. Ortaya çıkan eser bugün yerinde duruyor ve sanki ezelden beri oradaymış gibi hissettiriyor.

Avusturya’ya 1947 yılında geri döndüğümde, hayatımda ilk kez yıkılmış bir Viyana’yı deneyimledim. Her yerde felaket ve keder vardı. Akademide benim yokluğum süresince olağanüstü asistanım Boltenstern tarafından doldurulmuş olan eğitimci pozisyonuma geri döndüm. Tekrar bir grup öğrenciyi eğitecek olmanın büyük mutluluğunu hissettim ve sonrasında da bu sınıfı başarıyla mezun ettim.

Rektörlük yaptığım zamanda da oldukça aktiftim. Hanak, Andre, Wotruba, Dobrowsky, Gütersloh, Bauser ve Boeckl gibi harika sanatçıların okulda görev almaları konusunda katkılarım oldu. Boşalmış olan mimarlık birinci sınıf hocalığı için Roland Rainer’i tavsiye ettim. Kendi halefim olarak Blischke’yi önerdim ve sınıfı birkaç sene boyunca o yürüttü. Şu anda yine eski öğrencim Gustav Peichl aynı görevi yapıyor.

1947’den 1957’ye kadar geçen bu yıllarda Almanya’da, Bavyera’da iki büyük proje yürüttüm. Bunlar, Walchensee’de büyük bir kilise ve Augsburg’daki On iki Havari Kilisesi’ydi. Bunlar dışında da bir dizi yeni yapım veya tadilat işi yürüttüm. Aşağı Avusturya, Yukarı Avusturya, Salzburg ve Tirol’de yürüttüğüm bu işlerin tam sayısını vermem mümkün değil. Kärnten’de bir mezarlık, Grafenstein’da bir okul ve bir sürü şapel. Bir de Viyana’da krematoryumun genişletilmesi işi vardı. O iş esnasında mekanın pencere resimlerini yapan yeni ve çok iyi bir ressamı, Giselbert Hoke’yi, keşfettim. Ama bunun dışında bir de aynı fikir uğruna peşinde yıllarca takılıp kaldığım, boşa giden çabalar oldu. Karlsplatz uğruna boşa giden çabalar. Bununla ilgili burada daha fazla konuşmak istemiyorum. Konuyla ilgili olarak üzüntüm çok büyük. Sonuçta, teselli olarak Viyana onursal hemşehrisi ilan edildiğimi ve Viyana’dan üzgün şekilde ayrıldığımı söyleyebilirim. Oradaki son yılımda Bergland Yayınevi tarafından yayımlanan otobiyografimin ilk bölümü de yayınlanmıştı. Bu kitabı Cumhurbaşkanı Kirchschläger’e bizzat verme şansını bulmuştum.

Savaştan sonraki Viyana yıllarım özellikle Avusturya’nın genel menfaatlerine adanmış faaliyetlerle geçti ve bundandır ki Leopold Figl beni yeni kurulan Sanat Senatosu’na başkan olarak atadı. Aynı zamanda, on dört yıl Türkiye’yi deneyimlemiş, yurt dışında yaşamış nitelikli bir Avusturyalı olarak, yurt dışındaki Avusturyalılar Birliği’nin başkanlığını da büyük mutlulukla sürdürdüm ve birçok dost edindim.

1956 yılından beri onursal hemşehrisi olduğum Salzburg’da doksanıncı doğum günümü kutlama şansını buldum. Aynı zamanlarda Architekt in der Zeitenwende [Yüzyıl Dönümünde Bir Mimar] kitabının da ikinci bölümü yayımlandı. Son dönemde özellikle öne çıkan iki işimden ilki Kosmogral, ikincisi ise Küçük Salon’un yenilenmesi işi oldu. Kosmogral Projesi, Achensee kıyısındaki Eben’den sıra dışı ve harika bir rahip olan Rahip Schipflinger’in fikri ve önerisiyle ortaya çıktı. Projenin temel hedefi dünya barışına ulaşmak yolunda bir dünya mabedi yaratmaktı.

Bu proje dünya çapında yankı buldu. Küçük Salon’un yenilenmesi projesi de öyle. Bunun üzerine birkaç şey daha söylemek isterim. İşe ön ayak olan kişi ve salonun yöneticisi olan Taut bana her zaman şunu söylerdi: “Profesör, salonu yeniden tadilata almamız gerekiyor. Akustiği iyi değil ve bunun dışında da eksiklikleri var ve bunları değiştirmeliyiz.” Bu salon en başta ve kesinlikle benim eserimdi. Naziler tarafından bozulmuş, sonrasında iyi niyetli, çalışkan ama tiyatro yapımı hakkında çok da bilgisi olmayan mimarlar tarafından elden geçirilmişti. Ben daha 1960 yılında salonla ilgili bir yenileme projesi hazırlamıştım bile.

İş şimdi iki yıldır takip ettiğim bu yenileme projesine geldi. Yeni tasarımda öne çıkanlar şunlar: İlk olarak, Küçük Salon’un görsel ve akustik açıdan tepeden tırnağa elden geçirilmesi. Bu yapılırken sahne, yan duvarlar, tavan ve izleyici alanının korunması. İkincisi, sesin yeterli şekilde ulaşmadığı yan ve arka galerilerin yerine, oynanabilir merdiven kovasıyla üç katlı bir loca kulesi inşa edilmesi. Üçüncüsü, yan duvarların tadilatıyla, mevcut merdivenler yoluyla ulaşılacak evler oluşturulması. Yan duvarların bir pazar meydanı resmi veya loca kulesinin motifleriyle işlenmesi sonuç olarak bir şato avlusu görüntüsüne ulaşılması anlamına gelecek.

Sanırım bu güzel ve ilginç iş üzerine söyleyeceğim hiçbir şey büyük tiyatro uzmanı Dr. Greisenecker’den yapacağım alıntıdan fazlasını anlatmayacaktır. 1978 yılında Neue Züriche Zeitung’da bu görev ve girişimin anlamı üzerine yazdığı kapanış cümlesi şöyle:

“Salonun seçkin atmosferi, Salzburg’da uzun zamandır alışılmış olduğu şekilde, kentin festivalin içine çekilmesini sağlıyor. İnsanın aklına hemen Holzmeister’in efsanevi Faust Şehri geliyor. Projede mimarinin tutarlılıkla sergilenişi, yeni sahneleme imkanları sağlanıyor olması ve ilave bir salonun kazanımı kuvvetli argümanlar olarak değerlendirilmeli. Gerçek, benzersiz ve törensel bu sanat bölgesi, yeni proje sayesinde eksiksiz hale gelecek şekilde tamamlanabilir.”

Salzburg Festivali’ne ait, planlanması ve yapımı tarafımdan başlatılan festival bölgesinin nihai olarak bitirilmesini hâlâ hayatta ve sağlıklıyken yaşamayı çok istiyorum. Bu benim için çok içten bir dilek.

Transkripsiyon ve çeviri: Çağrı Küçükay
PAYLAŞ