Nerden geldik buraya
ERMAN ATA UNCU
16 Kasım 2015
Cinselliği keşfeden kadınlar, hezeyanlarında boğulan erkekler, yolu ya Ece Bar’dan ya da Çiçek Bar’dan geçen entelektüel tayfa, henüz palazlanmış reklamcılık sektöründen manzaralar, tercihen Atilla Özdemiroğlu’nun ‘synth’ ağırlıklı müziği ve tabii ki Müjde Ar… 1980’ler Türkiye sineması denince akla ilk gelenler, aslında döneme dair kalıp yargıları da doğrular nitelikte. Başka bir deyişle; 1980’lerin sinemasındaki dönüşümü, askerî darbenin tezahürlerinden biri olarak kabul etmek de; bu filmlerin kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen karakterlerini bir semptomun cisimleşmiş hâli olarak görmek de çok kolay.
Ne var ki işin içine biraz daha nüfuz edince çoğu kalıp yargıda olduğu gibi bu genellemede de dikiş yerlerinin atacağı yerleri bulmak mümkün. Çünkü klasik Yeşilçam’dakilerinin aksine cinselliklerini “vamp” ve “saf genç kız” ekseni dışında yaşamaya başlayan kadınlar da, çoğunluğu erkek olan entelektüel karakterlerin hezeyanları da aslında 1980’ler Türkiye’sinin toplumsal çalkantılarından uzak bir yerlere düşmüyor. Ve işin daha da ilginci, ne bu karakterler ne de hikâyeleri 1980’lerin ‘depolitizasyon çağı’ olduğu iddiasını haklı çıkartacak nitelikte… En azından hazırlayanlar için, Nerden geldik buraya sergisinin araştırma sürecinde 1980’lere dair kronolojik bir anlatıya değil de farklı gruplar ve olaylar arasındaki dirsek temasına odaklanılması, dönemin sinemasının başka anlamlar kazanmasına yol açtı.
Örneğin, projenin yürütücüsü Merve Elveren’le beraber dönemin tanıklarıyla yaptığımız görüşmeler sonrasında Şerif Gören’in On Kadın‘ının belge niteliği ortaya çıktı. Türkan Şoray’ın, her bir bölümünde farklı bir kadını canlandırdığı yapım, sadece kadın hareketinin ivmesini yansıtmakla kalmıyordu; Tuğrul Eryılmaz, Murat Belge, İbrahim Eren, Murat Çelikkan gibi isimlerden oluşan konuk oyuncu kadrosuyla 1980’ler entelijansiyasının resmi geçidine dönüşüyordu. Tutuklu ve yakınlarının hak mücadelesinde eşcinsellerin, kadın hakları aktivistlerinin, çevrecilerin katkılarına değinmesi, feminist karakterin evine gelen ziyaretçilerine üstüne basa basa “Nescafé” ikram edişi, annesinin Emel Sayın hayranlığına “Self Control” şarkısıyla karşı çıkan genç karakteri, On Kadın‘ı döneminin tanığı yapan diğer unsurlardan sadece birkaçıydı…
Benzer bir şekilde toplu bilinçaltımıza kazınmış Aaahh Belinda!‘yı bu çerçevede tekrar izlemek de onun belki de gizli kalan yanlarını ortaya çıkartıyordu. Tabii ki dönemin özgürleşen kadınının göz açıp kapayıncaya kadarki bir sürede aile, gelenek, örf cenderesine sokulması tehlikesi, feminist mücadele bağlamında düşünüldüğünde daha da anlamlıydı. Ancak Aaahh Belinda!‘nın 1980’lere dair söylediği tek şey bu da değildi… Nokta dergisinin neredeyse her habere bir psikiyatrist görüşü iliştirdiği, “Türkiye depresyonda”, “Gençlik bunalıma girdi” manşetlerinin birbirini takip ettiği bu dönemde, Atıf Yılmaz’ın filmindeki “akıl ve ruh sağlığı” vurgusu da ayrı bir önem kazanıyordu. Psikiyatristlere “ev kadını Naciye değil, tiyatro oyuncusu Serap” olduğunu kanıtlamaya çalışan kadının ruh hali, arkasına 1980’lerin sıkışıklığını alınca bu kadar etkili bir şekilde ete kemiğe bürünebiliyordu. Bir tarafta Ece Bar, diğer tarafta pijamalarla, yaprak sarmalarla gidilen piknikler… Şampuan reklamlarında oynayarak Asiye Nasıl Kurtulur? gibi oyunlarda rol alma lüksünü karşılayabilen oyuncular… Torunlarını gulyabani masallarıyla korkutarak eğitmeye çalışan Cumhuriyet öğretmenleri… Böyle bir manzara düşünüldüğünde Serap/Naciye karakterini çıldırtanın bir paralel evren karmaşasından ibaret olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da Anayurt Oteli‘nde Zebercet’in tıraş olduğu taşra berberinin televizyonunda Cure’un “In-between days” klibinin dönüyor olması, bir tesadüften mi ibaret? Öğrencilerin tek tip kostümleriyle uygun adım yürüdüğü bayram töreni sahnesinde bunaltının, tekdüzeliğin bu kadar ön plana çıkartılmasının, 1980’lerin ruh haliyle hiç mi bağlantısı yok?
Vatka, disko topu ve “apolitik gençlik” anlatılarının biraz dışına çıkıldığında dönemin popüler kültür unsurlarında bile bu çelişkilerin, ihtilafların izini bulmak mümkün. Darbenin hemen öncesinde en “Avrupalı” yıldızımız Ajda Pekkan’ı petrole aşk mektubu yazdığı bir şarkıyla Eurovision’a göndermiş bir ülkeyiz ne de olsa… Yaşı yetenler, dişe dokunur hiçbir temsilcimizin olmadığı buz pateni şampiyonalarının maaile nasıl pür dikkat seyredildiğini de, TRT spikerlerinin “Gün gelir, bizden de bir Katarina Witt çıkar belki” anonslarını da hatırlayacaktır… Çamaşır makinelerinin banyoya değil de açık mutfaklara konulduğu, ABD banliyölerinden fırlamış gibi duran Türkiyeli ailelerin cirit attığı reklam filmleri ise hâlâ üstesinden gelemediğimiz bir gedik olarak zihnimize kazılı.
1980’ler boyunca neoliberalizm, yepyeni vaatlerle kapıda. Ancak o vaatlere ulaşmak tabii ki o kadar kolay değil. Madalyonun diğer yüzünde acımasız rekabet ve vahşi kapitalizm var. Devlet televizyonu vakit doldurmak için de olsa uluslararası müzik endüstrisindeki video-klip devriminden örnekleri ekrana getiriyor. Ne var ki bu “hizmeti” sunarken “dış kaynaklı müzik” gibi bir tanımlamaya başvurmaları izleyicide neden bir hayal kırıklığına yol açıldığını az çok açıklıyor. Bir tarafta kadınlar, “biz de varız” diyerek meydanlara çıkıyor. Diğer tarafta ‘first lady’ Semra Özal, kurduğu “Türk Kadınını Güçlendirme ve Tanıtma Vakfı”nda (namı diğer “Papatyalar”) kadını sadece Türk ailesindeki konumu üzerinden değerlendiren bir ajandayla hareket ediyor, konuşmalarında Türk erkeklerine “korkmamalarını” telkin edebiliyor. Aziz Nesin’in öncülüğünde bir grup aydının kaleme aldığı “Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler” metnini imzalamanın resmi makamlarca “vatan hainliği” sayıldığı bir ortamda evlerde yapılan Bilinç Yükseltme Toplantıları’nda feminist hareket şekillenebiliyor. 1988’de TRT’nin yayımladığı “Human Rights Now!” konserleri, 1989’da İnsan Hakları Derneği’ne “İnsan Hakları Yarın Değil Şimdi” konseri düzenlemeleri için ilham veriyor. Ancak 1 Ağustos genelgesini protesto için açlık grevindeki tutuklular yararına düzenlenen bu konsere yine resmi makamlarca engel çıkartılabiliyor. Kısacası baskıcı ortamda filizlenen muhalefet hareketleri ve onların alternatif yöntemleriyle, neoliberalizmin sunduğu, gerçekleşmesi imkansız hayallerle, uluslararası popüler kültürle kurduğu çok boyutlu ilişkiyle, 1980’ler Türkiye’si farklı damarların birbiriyle mücadele içinde olduğu, karşıtlıkların üstesinden gelinmeye çalışılan bir manzara sunuyor. Haliyle dönemin sinema kültürü de bu çatışmaların izini taşıyor.
Misal, sergide yer almasa da Atıf Yılmaz’ın kadın cinselliğini bir taraftan kutlarken diğer taraftan ona tehlike atfettiği Dul Bir Kadın‘da bu çatışma iyice görünüyor. ‘Perşembe Sineması’ kapsamında gösterilen ‘Çıplak Vatandaş‘ta dönemin atmosferini yansıtan unsurlar, yabancılaştırma efektlerine kaynaklık edecek kadar travmatik… Seyirciye seyrettiğinin gerçeklik değil de bir film olduğu, dönemin görsel kültürüne referanslarla (Özal’lı İcraatin İçinden programları, televizyon reklamları) hatırlatılıyor.
Bu çatışma, yurtdışından gelen filmlerin nasıl algılandığını da az çok belirleyen bir unsur. “Arthouse” ve gişe filmi melezleri, 1980’ler Türkiye’sinde belli davaların bayraktarlığı işlevini görüyor: Baghdad Café feminist hareketin referanslarından biri, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ise sol hareketin, geçmişiyle hesaplaşmasının örneği sayılıyor. Belki de en ilginci; dönemin kendine özgü yayınlarından Sokak’ın Tim Burton’ın Batman’iyle dalga geçen bir çizgi romanı sayfalarına taşırken, aynı zamanda 1989’daki seçimlerde “bizim cumhurbaşkanı adayımız” ibaresiyle yarı çıplak, gey imalı bir Batman görseli yayımlaması… Bir tarafta Hollywood’un yıllar sonra süper kahramanların kârlılığını yeniden keşfetmesine aracı olan bir gişe devi ve homoerotizm, diğer tarafta sancılı bir Cumhurbaşkanlığı seçimi… Tüm bunları aynı potada buluşturabilmek ancak, baskı altında hayatta kalma dürtüsünün bu kadar keskinleştiği 1980’lerde mümkün olabilirdi.
Ne var ki işin içine biraz daha nüfuz edince çoğu kalıp yargıda olduğu gibi bu genellemede de dikiş yerlerinin atacağı yerleri bulmak mümkün. Çünkü klasik Yeşilçam’dakilerinin aksine cinselliklerini “vamp” ve “saf genç kız” ekseni dışında yaşamaya başlayan kadınlar da, çoğunluğu erkek olan entelektüel karakterlerin hezeyanları da aslında 1980’ler Türkiye’sinin toplumsal çalkantılarından uzak bir yerlere düşmüyor. Ve işin daha da ilginci, ne bu karakterler ne de hikâyeleri 1980’lerin ‘depolitizasyon çağı’ olduğu iddiasını haklı çıkartacak nitelikte… En azından hazırlayanlar için, Nerden geldik buraya sergisinin araştırma sürecinde 1980’lere dair kronolojik bir anlatıya değil de farklı gruplar ve olaylar arasındaki dirsek temasına odaklanılması, dönemin sinemasının başka anlamlar kazanmasına yol açtı.
Örneğin, projenin yürütücüsü Merve Elveren’le beraber dönemin tanıklarıyla yaptığımız görüşmeler sonrasında Şerif Gören’in On Kadın‘ının belge niteliği ortaya çıktı. Türkan Şoray’ın, her bir bölümünde farklı bir kadını canlandırdığı yapım, sadece kadın hareketinin ivmesini yansıtmakla kalmıyordu; Tuğrul Eryılmaz, Murat Belge, İbrahim Eren, Murat Çelikkan gibi isimlerden oluşan konuk oyuncu kadrosuyla 1980’ler entelijansiyasının resmi geçidine dönüşüyordu. Tutuklu ve yakınlarının hak mücadelesinde eşcinsellerin, kadın hakları aktivistlerinin, çevrecilerin katkılarına değinmesi, feminist karakterin evine gelen ziyaretçilerine üstüne basa basa “Nescafé” ikram edişi, annesinin Emel Sayın hayranlığına “Self Control” şarkısıyla karşı çıkan genç karakteri, On Kadın‘ı döneminin tanığı yapan diğer unsurlardan sadece birkaçıydı…
Benzer bir şekilde toplu bilinçaltımıza kazınmış Aaahh Belinda!‘yı bu çerçevede tekrar izlemek de onun belki de gizli kalan yanlarını ortaya çıkartıyordu. Tabii ki dönemin özgürleşen kadınının göz açıp kapayıncaya kadarki bir sürede aile, gelenek, örf cenderesine sokulması tehlikesi, feminist mücadele bağlamında düşünüldüğünde daha da anlamlıydı. Ancak Aaahh Belinda!‘nın 1980’lere dair söylediği tek şey bu da değildi… Nokta dergisinin neredeyse her habere bir psikiyatrist görüşü iliştirdiği, “Türkiye depresyonda”, “Gençlik bunalıma girdi” manşetlerinin birbirini takip ettiği bu dönemde, Atıf Yılmaz’ın filmindeki “akıl ve ruh sağlığı” vurgusu da ayrı bir önem kazanıyordu. Psikiyatristlere “ev kadını Naciye değil, tiyatro oyuncusu Serap” olduğunu kanıtlamaya çalışan kadının ruh hali, arkasına 1980’lerin sıkışıklığını alınca bu kadar etkili bir şekilde ete kemiğe bürünebiliyordu. Bir tarafta Ece Bar, diğer tarafta pijamalarla, yaprak sarmalarla gidilen piknikler… Şampuan reklamlarında oynayarak Asiye Nasıl Kurtulur? gibi oyunlarda rol alma lüksünü karşılayabilen oyuncular… Torunlarını gulyabani masallarıyla korkutarak eğitmeye çalışan Cumhuriyet öğretmenleri… Böyle bir manzara düşünüldüğünde Serap/Naciye karakterini çıldırtanın bir paralel evren karmaşasından ibaret olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da Anayurt Oteli‘nde Zebercet’in tıraş olduğu taşra berberinin televizyonunda Cure’un “In-between days” klibinin dönüyor olması, bir tesadüften mi ibaret? Öğrencilerin tek tip kostümleriyle uygun adım yürüdüğü bayram töreni sahnesinde bunaltının, tekdüzeliğin bu kadar ön plana çıkartılmasının, 1980’lerin ruh haliyle hiç mi bağlantısı yok?
Vatka, disko topu ve “apolitik gençlik” anlatılarının biraz dışına çıkıldığında dönemin popüler kültür unsurlarında bile bu çelişkilerin, ihtilafların izini bulmak mümkün. Darbenin hemen öncesinde en “Avrupalı” yıldızımız Ajda Pekkan’ı petrole aşk mektubu yazdığı bir şarkıyla Eurovision’a göndermiş bir ülkeyiz ne de olsa… Yaşı yetenler, dişe dokunur hiçbir temsilcimizin olmadığı buz pateni şampiyonalarının maaile nasıl pür dikkat seyredildiğini de, TRT spikerlerinin “Gün gelir, bizden de bir Katarina Witt çıkar belki” anonslarını da hatırlayacaktır… Çamaşır makinelerinin banyoya değil de açık mutfaklara konulduğu, ABD banliyölerinden fırlamış gibi duran Türkiyeli ailelerin cirit attığı reklam filmleri ise hâlâ üstesinden gelemediğimiz bir gedik olarak zihnimize kazılı.
1980’ler boyunca neoliberalizm, yepyeni vaatlerle kapıda. Ancak o vaatlere ulaşmak tabii ki o kadar kolay değil. Madalyonun diğer yüzünde acımasız rekabet ve vahşi kapitalizm var. Devlet televizyonu vakit doldurmak için de olsa uluslararası müzik endüstrisindeki video-klip devriminden örnekleri ekrana getiriyor. Ne var ki bu “hizmeti” sunarken “dış kaynaklı müzik” gibi bir tanımlamaya başvurmaları izleyicide neden bir hayal kırıklığına yol açıldığını az çok açıklıyor. Bir tarafta kadınlar, “biz de varız” diyerek meydanlara çıkıyor. Diğer tarafta ‘first lady’ Semra Özal, kurduğu “Türk Kadınını Güçlendirme ve Tanıtma Vakfı”nda (namı diğer “Papatyalar”) kadını sadece Türk ailesindeki konumu üzerinden değerlendiren bir ajandayla hareket ediyor, konuşmalarında Türk erkeklerine “korkmamalarını” telkin edebiliyor. Aziz Nesin’in öncülüğünde bir grup aydının kaleme aldığı “Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler” metnini imzalamanın resmi makamlarca “vatan hainliği” sayıldığı bir ortamda evlerde yapılan Bilinç Yükseltme Toplantıları’nda feminist hareket şekillenebiliyor. 1988’de TRT’nin yayımladığı “Human Rights Now!” konserleri, 1989’da İnsan Hakları Derneği’ne “İnsan Hakları Yarın Değil Şimdi” konseri düzenlemeleri için ilham veriyor. Ancak 1 Ağustos genelgesini protesto için açlık grevindeki tutuklular yararına düzenlenen bu konsere yine resmi makamlarca engel çıkartılabiliyor. Kısacası baskıcı ortamda filizlenen muhalefet hareketleri ve onların alternatif yöntemleriyle, neoliberalizmin sunduğu, gerçekleşmesi imkansız hayallerle, uluslararası popüler kültürle kurduğu çok boyutlu ilişkiyle, 1980’ler Türkiye’si farklı damarların birbiriyle mücadele içinde olduğu, karşıtlıkların üstesinden gelinmeye çalışılan bir manzara sunuyor. Haliyle dönemin sinema kültürü de bu çatışmaların izini taşıyor.
Misal, sergide yer almasa da Atıf Yılmaz’ın kadın cinselliğini bir taraftan kutlarken diğer taraftan ona tehlike atfettiği Dul Bir Kadın‘da bu çatışma iyice görünüyor. ‘Perşembe Sineması’ kapsamında gösterilen ‘Çıplak Vatandaş‘ta dönemin atmosferini yansıtan unsurlar, yabancılaştırma efektlerine kaynaklık edecek kadar travmatik… Seyirciye seyrettiğinin gerçeklik değil de bir film olduğu, dönemin görsel kültürüne referanslarla (Özal’lı İcraatin İçinden programları, televizyon reklamları) hatırlatılıyor.
Bu çatışma, yurtdışından gelen filmlerin nasıl algılandığını da az çok belirleyen bir unsur. “Arthouse” ve gişe filmi melezleri, 1980’ler Türkiye’sinde belli davaların bayraktarlığı işlevini görüyor: Baghdad Café feminist hareketin referanslarından biri, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ise sol hareketin, geçmişiyle hesaplaşmasının örneği sayılıyor. Belki de en ilginci; dönemin kendine özgü yayınlarından Sokak’ın Tim Burton’ın Batman’iyle dalga geçen bir çizgi romanı sayfalarına taşırken, aynı zamanda 1989’daki seçimlerde “bizim cumhurbaşkanı adayımız” ibaresiyle yarı çıplak, gey imalı bir Batman görseli yayımlaması… Bir tarafta Hollywood’un yıllar sonra süper kahramanların kârlılığını yeniden keşfetmesine aracı olan bir gişe devi ve homoerotizm, diğer tarafta sancılı bir Cumhurbaşkanlığı seçimi… Tüm bunları aynı potada buluşturabilmek ancak, baskı altında hayatta kalma dürtüsünün bu kadar keskinleştiği 1980’lerde mümkün olabilirdi.