Alacakaranlık Kuşağı
TUNA ERDEM
28 Eylül 2015
Deneysel Bir Giriş, ya da Otobiyografinin Dayanılmaz Çekiciliği
Olumsuz bir sıfat olarak kullanılagelen, handiyse bir aşağılama sözcüğüne dönüşmüş bir kuşağın, 80 kuşağının mensubu olarak, kuşak kavramına ancak sütten ağzı yanıp, yoğurdu üfleyerek yiyenlerin aşırı temkinliliği ile yaklaşabiliyorum. Aile “yuvasının” ötesinde bir dünyanın farkındalığına yeni yeni kavuşmaya başlanan, “ben” olmanın ilk adımlarının atıldığı, “biz”in olanaklarını araştırmanın eşiğine varıldığı, çocuklukla gençlik arasındaki o tekinsiz, iki arada bir derede yaşlardan bu yana, 80 kuşağına mensup olduğuma dair “duyumlar” alıyorum. Tam bu koca dünyaya yelken açmayı hayal ettiğim o yaşlarda yelkenlerimin suya düşmesine neden olan, ilk ürkek adımlarımı atmaya hazırlandığımda altımdan yeri çekip alan, işe yaramaya başlayacağımı düşündüğüm sırada, hatalı üretilmiş bir model olduğumu, tedavülden kaldırılmam gerektiğini düşündürten, kendimi, yanlış zamanda, yanlış yerde doğmuş umutsuz bir vaka, işe yaramaz biri olarak görmeme yol açan ve ne yapsam boşa kürek çekmiş olacağıma beni inandıran duyumlardı bunlar. Ben merkezli, umursamaz, “paradan, modadan, poptan” başka hiçbir şeyle ilgilenmez, apolitik, bilgisiz, sığ olduğumu, ya da, kuşağım dolayısıyla istesem de istemesem de eninde sonunda böyle olacağımı, bu duyumlardan öğrendim, kendime güvenimi daha edinemeden kaybedip, korkuyla kabuğuma çekildim. Heyhat, kabuğuma çekilmemin nedeninin de 80 kuşağının bencilliği, umursamazlığı olduğunu duymadan edemedim. Bu yaşlardayken televizyonda yayınlanmakta olan Alacakaranlık Kuşağı’na düşkünlüğümü bile bu talihsiz adlandırmaya (yaftalandırma mı demeli?) bağlamak eğilimindeyim bugün. Ne de olsa bu dizinin kahramanları kendilerini birdenbire, nedenini anlayamadıkları bir kâbusun içinde buluverirlerdi. Ben de kendimi onlara yakın hissettim, 80 kuşağı ile alacakaranlık kuşağını birbirine karıştırır oldum.
Atıldığımı sandığım hurdalıktan sıkılıp, sağa sola dağılmış parçalarımı birleştirmem ve özür diler bir üslupla da olsa yaşam yolunda yürümeye devam etmeye karar vermem fazla zamanımı almadı (birkaç gün mü desem birkaç ay mı?) Ne de olsa serde gençlik vardı. 80 kuşağına üyelik kartımı törenle yaktım, o ana kadar zihnimde taşıdığım Yoda ile Madonna’yı sandığa kaldırıp, gizli bir köşeye gömdüm ve kuşağımın diğer üyelerinden ne kadar farklı olduğumu kanıtlamak için yarışa giriştim. Birçok kuşakdaşımın da aynı taktiği benimsediğini gözlemledim. Kendine yöneltilen suçlamaların tümünü, yanı başındakilere yansıtarak işin içinden sıyrılabileceğini sanan tuhaf bir “biz”in içinde buldum kendimi. Bu yolla kimi ağabeylerimin ve ablalarımın takdirini kazandığımı da görünce, bu kuşak belasından “yırttığımı” düşünmeye başladım. Bu arada ağabeylerim ve ablalarımın anlattığı öcü masalı tadında, cezaevi ve işkence öykülerini dinlemeyi, cezaevine düşmediğim, işkence görmediğim için utanmayı, bu sınavlardan geçmeden ağzımı açmaya hakkım olmadığını düşünmeyi de ihmal etmedim.
Heyhat, kuşağımın etkileri yakamı bırakmıyordu. Apolitik bir kuşağın üyesi olduğumdan, politik olmayı beceremedim, epi topu feminist olabildim. Dahası feminizm üzerine yazılanları okurken karşıma, erkekleşerek erkek egemen dünyada kendine yer edinmeye çalışan, hemcinslerini satarak kendi yakasını kurtaran kadınlar hakkında yazılar çıktı. Kuşakdaşlarımı satarak, olamayacağım bir şeye dönüşmeye çalışarak, kendi paçamı kurtarmaktan başka bir şey yapmadığım kuşkusu içimi kemirmeye başladı, son çizgiye varmadan yarıştan çekildim.
Her dönemeçte kuşağıma ilişkin ikircikliğimin beni içine düşürdüğü çelişkilerle boğuşmam gerekti. Sinemaya gönül verdim, gelgelelim bu aşkın görsel kültür soluyan kuşağımın bir arazı mı, yoksa kişiliğimin bir yansıması mı olduğuna karar veremedim. Daha ziyade Hollywood filmlerinden haz aldığımı fark ettiğimde ise korkunç bir paniğe kapıldım. Lamı cimi yok ben 80 kuşağının tipik bir temsilcisi, kültürel emperyalizmin ve tüketim toplumunun boş kafalı bir ürünüydüm. Neyse ki imdadıma Hollywood filmlerinin de bir içeriği, anlamı, derinliği olduğunu hiç utanıp sıkılmadan ilan eden, saygın görünümlü, akademik kitaplar yetişti. Gerçi bunlar da, kökü dışarıda, üstelik postmodernist kitaplardı. Postmodernizm ise, 80 kuşağı ile aynı cümle içinde sık sık karşılaştığım, eş derecede kötücül tınlayan kavramlardan biriydi. Ama artık bu muhabbetten sıkılmaya başlamıştım. Kim ne derse desin diyerek postmodernizmi incelemeye koyuldum, pek beğendim, pek kendime uygun buldum. İşi o kadar abarttım ki, kuşağım hakkında sıralanan tüm olumsuz özellikleri baştacı edip savunmam gerektiğine karar verdim. Tam zafer çığlıkları atacaktım ki, bu kez de aklıma, kadınlara atfedilen tüm olumsuz özellikleri baştacı ederek, kendi kuyularını kazan esansiyalist feministler düştü; duraladım.
Gel zaman git zaman bugünlere geldim ve artık kuşak kompleksimi kökünden söküp atacak mucizevi bir açıklamanın peşinde değilim; kuşak kavramına yoğurdu üflercesine temkinli yaklaşmaya yeminliyim. ‘80 kuşağının hep “ben” diyen bir kuşak olduğunu bellemiş olduğumdan, bugüne kadar, kayıtlara geçen, aleyhime delil olarak kullanılabilecek, yani yazılı cümleleri, “ben” zamirini kullanmaksızın kurmaya özen gösterdim. Gelgelelim sizin de farkında olduğunuz gibi, “bugün, burada ilk kez, bir ilke imza atarak”, birinci şahıs zamirinin peşinden yazıyı buraya kadar sürükledim. Bunun kompleksimi yenmek yolunda yeni bir adım olduğunu düşünmek isterim. Ama 80 kuşağı genlerim işi çığırından çıkarmama neden olur korkusuyla, birinci şahsa da (şimdilik kaydıyla) burada veda ediyorum.
Ciddiyete Davet, ya da Teorik Düzleme Kısa Bir Ziyaret
Kuşak, ele avuca sığmayan, neresinden tutsanız elinizde kalan, alabildiğine muğlak kavramlardan biri. Aynı çağın, kendine özgü koşulları tarafından şekillenmiş, bu çağın ayırt edici özelliklerini taşıyan, içinde oluştukları çağın ruhunu temsil eden akranlar topluluğuna kuşak adını veriyoruz. Bu tanımı yaparken, zamanın insan yaratısı bir soyutlama, “çağ”ın, kendine özgü özellikleri dediğimiz olguların ise öznel ve görece olduğunu, “çağın ruhu”nun da, kulağa hoş gelmekten öte bir anlamı olup olmadığının su götüreceğini hesaba katmak, kuşak kavramının muğlaklığını anlamamıza yetiyor da artıyor bile. Zaman dilimlerinin, pasta dilimleri kadar belirgin sınırları olduğunu varsaysak bile, kuşak adını verdiğimiz zaman endeksli kategorinin, mekâna bağlı farklılıkları hiçe saydığını teslim etmek zorunda kalıyoruz. İş bununla da bitmiyor. Eninde sonunda kuşak kavramının toplumsal cinsiyet, sınıf, ırk, etnik köken, cinsel tercih gibi farkları da görmezden geldiğini kabullenmek durumunda kalıyoruz. Öyle ki kuşaktan dem vurduğumuzda aslında, “merkez” kabul edilen mekânda toplanmış, tercihan erkek, çoğunlukla beyaz, aydın, hadi bilemedin yarı aydın zümresinden müteşekkil bir avuç insandan bahsediyor olmamız kuvvetle muhtemel.
Kuşakların, çağlarının temsilcileri mi yoksa, bir sonraki çağın hazırlayıcıları mı olduğu da belirsiz. Mesela Beat Kuşağı 50’lerin temsilcisi midir 60’ların hazırlayıcısı mı, yoksa toplu imgelemimizde kalıcı bir İZ bırakmış, her çağa göre sıradışı kabul edilmesi gereken bir avuç insana verdiğimiz ad mı? 68 kuşağı, 60’lı yılların oluşturduğu çağın bir sonucu mudur, çağa damgasını vuran bir insan topluluğu mudur, yoksa zihnimizdeki etkisi, oluşumuna neden olan olgulardan da, yarattığı sonuçlardan da daha önemli olan sıradışı bir hareketin temsilcileri mi? Bir kuşağı ne olduğuyla mı tanımlıyoruz yoksa ne yaptığıyla mı? Neden kendine has özellikleri olan her çağın kendine ait bir kuşağı yok? Hadi diyelim çağın kendine has özelliklerini belirledik, bu özelliklerin ortaya çıktığı, yaygınlaştığı ve miadını doldurduğu tarihsel anları da saniyesine kadar tespit ettik. Söz konusu çağın ürünü kuşak, bu özelliklerin ilk ortaya çıkmaya başladığı dönemin mi ürünüdür yoksa özelliklerin durulup, oturduğu, yaygınlık kazandığı dönemin mi? Pekâlâ da çağın özellikleri miadını doldurmaya başladığında, kişiler üzerindeki etkisi tepe noktasına ulaşıyor olabilir. Kısacası kültürel, toplumsal, siyasi değişimlerin kişileri etkilemesi, dönüştürmesi, şekillendirmesi için ne kadar zaman geçmesi gerekiyor? Örneğin neden 80 darbesinin ardından gelen toplumsal ve kültürel değişimlerin etkisini en çok ilk gençlik ve gençliklerini bu darbeden hemen sonra yaşayanlarda gösterdiğini varsayıyoruz? Bu değişikliklerin normlaşması, yaygınlaşması, iz bırakır hale gelmesinin 90’ları bulduğu, dolayısıyla ancak 80’den sonra doğanların üzerinde köklü bir etki bırakacağını düşünmemiz gerekmiyor mu? (Ateş topunu yanımızdakilere atamadık, ardımızdakilere atmayı deneyelim!)
Belki de sorun kuşakları belirleme ve adlandırma konusunda ya geç kalmamız, ya da erken davranmamızdan kaynaklanıyor. 68 kuşağı, kuşak olmayı hak edecek eylemlerin peşindeyken bir adı yoktu. Bu kuşağın temsilcileri kendi kendilerini adlandırmadılar. Ad, sonradan, başkaları tarafından konuldu, mensupları tarafından da benimsendi. 80 kuşağı ise, olgunun ortaya çıkmasından çok önce, yine kuşağın temsilcisi olmayanlar tarafından adlandırıldı. Dünyanın gittiği yeri tespit edip, bunun bireyler üzerindeki olası sonuçları öngörülerek, oluşacak kuşağın özellikleri önceden tespit edilerek yaratılmış bir kategori adeta bu. Bundan olsa gerek, bu kuşağın temsilcileri kuşağını benimsemekte güçlük çekiyor, adları kendilerinden önde gidiyor.
Nasıl ki isimlerimiz bizden önce, bize rağmen veriliyorsa, kuşağımızı da seçme şansımız yok. Ya bizden önce, ya da bizden sonra, ama hep bize rağmen “kuşaklanıyoruz”. Gelgelelim kuşak adlandırması, 80 kuşağında olduğu gibi, kuşağı öncelediğinde, önceki kuşaklar, ebeveyn konumuna oturmuş oluyor. 80 kuşağı, aileye olduğu kadar kendinden önce gelen kuşağa da (70 kuşağı) isyan etmek, çifte ergenlik yaşamak durumunda kalıyor. 80 kuşağı mensuplarının zihinlerinde oluşturdukları 70 kuşağı tablosu da, imago olarak adlandırılmayı hak edecek fantastik bir boyut kazanıyor. Bu durumda ebeveynlerle çocuklar arasındaki zaman farkım imlemek için kullanılan kuşak kavramı ile, çağın temsilcisi anlamındaki kuşak kavramı eşsesliliğin çok ötesinde örtüşmeye başlıyor. Bu örtüşmenin yegâne dayanağı da bu adlandırma olgusu değil üstelik. Yüzyılların çağ değişimi getirmeksizin akıp gittiği, değişim hızının kağnı hızında olduğu tarihsel dönemlerde kuşak kavramına yer olmadığını tahmin etmek zor değil. Gelgelelim sonuna yaklaşmakta olduğumuz yüzyılda, değişim baş döndürücü bir hız kazandıkça, her yirmi yılda bir, bir kuşak gelir oldu önümüze. Böylece çağın temsilcisi kuşak ile ebeveynlerle çocuklar arasındaki kuşak ayrımı en azından zaman dilimi olarak örtüşmeye başladı. Böylece kuşaklar arası ilişkiler, Oidipal bir lezzet kazandı. Değişimin hızı ses duvarını aşınca, kuşakları on yıllık zaman dilimlerine sıkıştırmaya başladık, ebeveynle çocuk arasındaki yaş farkından bile daha az bir zaman farkı yarattık. Bunun sonucunda ağabey/abla-kardeş ilişkileri de Oidipal bir boyuta kaymış olamaz mı? Ya da konumuzla doğrudan bağlantılandırmak gerekirse, 80 kuşağını sadece içinde oluştukları çağ mı belirlemiştir, yoksa bu çağ hakkındaki düşünceleriyle bir önceki kuşağın da 80 kuşağını biçimlendirmekte rolü olmuş mudur? 80 kuşağı, geleceğe karamsar bakanların, umutsuzlukla bezeli öngörülerinin yarattığı, dayattığı ve zorla var ettiği bir kuşak olamaz mı? Kesin cevaplar verilemeyecek sorular bunlar. Soruları dillendirirken amaç, işi yokuşa sürmek, “aslında kuşak anlamsız bir kavram, yok sayalım, yok edelim” demeye getirmek değil, olanca karmaşıklığını indirgemeksizin ele alınmadıkça, anlamını yitirecek bir kavram olduğunun altını çizmek.
Kuşak, tıpkı cinsel tercih, toplumsal cinsiyet, etnik köken gibi, bir kimlik kategorisinin temeli olmaya aday bir kavram. Kimlik politikalarının da bize gösterdiği üzere, bu açıdan son derece yararlı bir kavramsallaştırma olabilir. Tüm bu kimlik kategorilerinde olduğu gibi kuşakta da, bireyi önceleyen ama onu farklı kılmaya yarayan bir bölümleme mantığı var. Psikanaliz bize benlik oluşumunun, beni ötekinden ayırmayı, “farkı fark etmeyi” gerektirdiğini söylüyor. Öteki olmaksızın, ben de yok. “Ben”e kişilik ve kimliğin eklemlenme süreci ise, farklılıklar zincirine yeni halkalar eklemekle mümkün oluyor. Bu anlamda kuşak, kişinin etkin bir özne, bir fail olmasını sağlamak için son derece faydalı bir kavram, bir sıçrama tahtası olabiliyor. Böyle bir temel olmaksızın kişinin eyleme geçmesi olası değil ne de olsa. Gelgelelim tüm kimlik kategorileri gibi kuşak da, bıçak sırtı bir dengede duruyor. Bir yandan eylemi mümkün kılan bir dayanak noktası, bir özne yaratırken, bir yandan da bu eylemi sınırlayan bir dıştalayıcılığa dayanıyor.
Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse kuşak, belimize doladığımız kuşaklar gibi içinde yaşadığımız zamanların biçilmiş kaftan olup üzerimize oturmasını, hareketimizi sınırlandırmamasını, kıyafetlerimizin elimize ayağımıza dolanmamasını, bol gelip üzerimizden düşmemesini, gönül rahatlığıyla hareket etmemizi sağlıyor. Ama diğer yandan, fazla sıkı bağlanmış bir kuşak gibi, kan dolaşımını durdurup kangrene sebep olma tehlikesini de taşıyor. Bir kopuş, bir sınır, bir ötekileştirme olmaksızın var olamayacak olan kuşak kavramını, kangrene yol açacak denli mutlaklaştırmamak gerekiyor. Bu nedenle farklılaşmanın yanı sıra süregidişten, kopuşun yanı sıra devamlılıktan söz etmeksizin kuşak kavramıyla haşır neşir olmamakta fayda var. Kuşak, sihirbazın şapkasından çekip çıkardığı, birbirine bağlı sonsuz renkli kuşaklar gibi, bir göz yanılması aslında. Zamandan biçtiğimiz ve kendi kendimize boyadığımız birer süs olduklarını akılda tutmakta fayda var.
Bu çerçeveden baktığımızda, 80 miladının öncesinde de, sonrasında da yaşamış olan 80 kuşağı üyelerine, tam da 90’ları 70’Iere bağlayacak ara kablo işlevini yüklenebilecek, elbisenin altı kaval üstü şeşhane kalmasın diye, her iki tarafa uyumlu bir geçiş rengi oluşturabilecek bir kuşak olarak bakmak da mümkün. Belki de 80 kuşağının tarihsel misyonu arabuluculuktur, link hattı olmaktır. Belki de bu kuşağa (ı) çöküşler, bitişler ve geçmişten kopuşlarla değil, gelecek bin yıla yumuşak geçiş olanağını hesaba katarak, ya da geride bırakmakta olduğumuz yüzyılın tüm çelişkilerinin kristalize olduğu bir “özet” kuşak olarak yaklaşmak gerekiyordur.
Sağırlar Diyaloğu, ya da İletişim Üzerine İtişme
Her ne kadar 80 kuşağı, adını 80 darbesinden alıyorsa da (bir darbeyle adaş olmanın kişi üzerinde bırakacağı etkileri varın siz hesaplayın), Türkiye’ye has bir kuşak değil. Japonya’da “shin jin rui” (Yeni İnsanoğulları), İspanya’da “pasotas” (Umursamazlar), Amerika’da “X Kuşağı” adını alan kuşaklara atfedilen özellikler, dünyanın her yanında üç aşağı beş yukarı aynı. Globalleşmenin çağın özelliklerinden biri olduğu hesaba katılırsa buna da şaşmamak gerekiyor. Madem ki kuşağın özellikleri, onu biçimlendiren çağın özellikleriyle örtüşüyor, kabaca 1965-1975 yılları arasında doğanların oluşturduğu 80 kuşağının ne mene bir kuşak olduğunu anlamamız için, bu kuşağın üyelerinin içinde yaşadıkları çağın özelliklerini didiklemek gerekiyor.
Çocukluğunda, “Alo, Adana, aradan çık!” esprisini sık sık duymuş, bugün ise internet erişim hızından dem vuran 80 kuşağının temsilcileri, kendi kısacık yaşam deneyimlerinde, iletişim konusunda çağ atlamak durumunda kalmışlardan oluşuyor. Peki nedir iletişim çağı? Kuşkusuz telesekreter, fax, modem, cep telefonu, uydu bağlantısı, link hanı, kablolu yayın, bilgisayar, elektronik posta, internet, CD-ROM, DVD gibi teknolojik gelişmelerin yarattığı yepyeni iletişim ağından alıyor çağ adını. Gelgelelim iletişim ağının elimizi kolumuzu bağladığını, bu hızlı teknolojilerin peşi sıra koşuştururken iki çift laf etmeye vaktimizin kalmadığını, aile üyelerinin televizyon başına kurulup sus pus oturduğunu, göz göze, yüz yüze muhabbetlerin yerini, sanal ortamda makineleşmiş “chat”lere bırakmasının bizi birbirimizden iyice koparttığını düşünmeden edemediğimiz bir çağ bu aynı zamanda. İnsanoğlunun teknoloji karşısında kaçınılmaz olarak duyduğu korkunun dışavurumuyla, eskiden daha çok, daha sıkı İletişim kurduğumuz vehmine kapılıyoruz sık sık. Peki bu doğru mu? Diyelim televizyondan önce aile üyeleri daha mı sıkı iletişim içindeydi? “Su küçüğün, söz büyüğün” düsturu çocukların lafını ağzına tıkarken, “beyim daha iyi bilir” şartlandırması kadınları sessizliğe mahkûm ederken, “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” anlayışı erkekleri duygu ve düşüncelerini ifade etmekten men ederken, televizyon geldi iletişimimiz koptu demek komik değil mi? Bizi birbirimizden kopartan gerçekten teknoloji, hız ve bunlara bağlı değişen değerler mi? Bugün tek gecelik ilişkilerle yetinenler iletişim şansını, insanca ilişkileri ıskalıyor da, dün görücü usulüyle, beşik kertmeleriyle evlenenler bu şansı yakalıyor muydu?
Açıkçası teknolojiyi tüm sorunlarımızın kaynağı bir öcüye dönüştürmek ne kadar cazip olursa olsun işin kolayına kaçmaktan, asıl sorunla uğraşmaktan kaçınmaktan başka bir işe yaramıyor. Teknoloji kendi başına ne iyi ne kötü. Bize çeşitli olanaklar ve aynı oranda tehlikeler sunan, onu nasıl kullandığımıza göre faydalı veya zararlı olabilecek son tahlilde nötr bir araçtan başka bir şey değil. Teknolojinin tanımı gereği kötü olduğunu varsaymaya başladığımızda, nasılsa başımıza bela olacak diye gözümüzü kapattığımızda tek be-cerdiğimiz, kimi açıkgözlerin teknolojiyi kötüye kullanmasına göz yummak oluyor, belki de daha önemlisi bu teknolojiyi insanlığın yararına kullanma şansını da böylelikle ıskalamış oluyoruz. Oysa interneti, gerçekliğin yerine sanalı (sahte diye okunmalı) geçiren, tüketim toplumunu körüklemekten başka bir işe yaramayan, her şeyi bağlamından koparıp, içini boşaltan, insanları makineleştiren, aptallaştıran kötücül bir oyuncak olarak görmekten bir an vazgeçtiğimizde, en hafif tabiriyle devrim niteliğinde bir yenilikle karşı karşıya olduğumuzu ve bu potansiyeline bir an önce sahip çıkmazsak, eninde sonunda evcİlleştirileceğini görebiliriz. Net, bilginin serbest dolaşımını sağlayarak, bir azınlığın iktidar aracı olarak kullanılmasını önleyebilecek, özel mülkiyet olarak bilginin köküne kibrit suyu dökebilecek potansiyele sahip örneğin. Yazanın da, parayı bastırıp bu yazılanları okuma ayrıcalığına kavuşanların da yazıya dökülen düşüncelerini, bilgilerin sahibi olmaktan çıkarılabileceği, olması gerektiği gibi her bilginin tüm dünya yurttaşlarına ait olabileceği bir ortam yaratabilir. Keza nette “iletişirken”, hiçbir zaman konuştuğunuz kişinin cinsiyetini, milliyetini, ırkını, cinsel tercihlerini, sınıfını kesin olarak bilemeyeceğinizden, karşınızdakinin beyanıyla yetinmek durumunda olduğunuzdan, bu ayrımlara ve bu ayrımlara nakşedilmiş önyargılara kısa devre yaptırma olanağı da sunuyor. Netin bu olası kullanımlarının rahatını bozacağını bilenler, nete sansür getirmek, telif hakları gibi nice ticari kaygıları korumanın yolunu bulmak için harıl harıl çalışıyorlar nitekim. Netin zararlı olduğunu, şiddeti körüklediğini, pornografiyi yaygınlaştırdığını, insanları makineleştirdiğini söyleyenler de farkında olmaksızın bu “çıkar gruplarının” ekmeğine yağ sürüyor. Kısacası neti elimizin tersiyle itip, reddetmektense, üzerine kafa yormamız, yararlarını ve zararlarını mikroskop altına koyup ince eleyip sık dokuyarak incelememiz gerekiyor. Neti 80’lerle başlayan küreselleşme, yeni dünya düzeni gibi sorunlu değişimlerin gayri meşru çocuğu olarak görürken, şu anda İlk kez netli bir dünyaya doğmaya başlayan gelecek kuşaklar için neti algılayabilecekleri bir çerçeve geliştirme görevimizi üstümüzden atmaktan başka bir şey yapmıyor olabiliriz pekâlâ.
Peki iletişim çağı adının yegâne müsebbibi bu teknolojik yenilikler mi? Daha ziyade iletişimin can alıcı önemini bu çağda kavradığımız, iletişimin ne denli zorlu bir iş olduğunu yeni yeni fark ettiğimiz için çağımıza iletişim çağı diyor olamaz mıyız? Gerçekten de iletişim çağı, bir sorun olarak iletişimin keşfedildiği, iletişimin sorunsallaştırıldığı çağ. Ülkelerin kaynaşmış birer bütün, çiftlerin “bir elmanın iki yarısı”, anneyle çocuğun “et ile tırnak” olduğunu sanacak kadar saf olduğumuz çağlarda iletişim diye bir sorunumuz yoktu. İletişim ancak, insanlar birbirlerinden ne denli farklı olduklarını, aralarında aşılması güç mesafeler bulunduğunu fark ettiklerinde ihtiyaç haline geliyor, adı konuluyor. Her insanın yalnız bir ada olduğu anlaşılınca, şişelere mesajlar koymaya başlıyoruz. Yapısalcılık, post-yapısalcılık, postmodernizm, göstergebilim, psikanaliz gibi çağımızın gözde düşün akımları ve bilim dallarının tümü, farklı biçimlerde de olsa söz birliği etmişçesine, bize dilin şeffaf bir iletişim aracı olmadığını, kendimizi dil aracılığıyla ifade ettiğimizi sanırken, aslında dilin bizim aracılığımızla kendisini ifade ettiğini ilan ettiler bu çağda. Dilin bu bize rağmen iletişim kuran özelliğine, söylemlerin belirleyiciliği ve “sunumun” canalıcı önemi de eklenince, iletişim neredeyse bir olanaksızlık hali olarak algılanır oldu. Ağzımızdan çıkanı kulağımızın duymamasının bir norm olduğunu, sağırlar diyaloğunun kaçınılmazlığını öğrendik iletişim çağında. Aynı şeyi, farklı terimlerle söylediğimizde iletişimin olanaksızlaştığını, söyleme biçimlerinin söylenenden çok daha önemli olduğunu fark etmeye başladık. Düşünsel akrabalıkların, düşüncelerden ziyade kullanılan dilden, söylemden devşirildiği, jargonun alçı görevi gördüğü bir çağ bu. Bu durumun, tek bir bıçak darbesiyle dili kökten değiştirilmiş Türkiye’de daha da büyük bir soruna dönüştüğü açık. Gelgelelim çağımız keşfettiği bu sorun konusunda da kantarın topuzunu çok çabuk kaçırdı, soruna kökten ve kolaycı çözümler bulmak adına bir çeşit dil polisliği kurumu olan “siyasal doğruculuk” akımını yaratıverdi. Keza kuşaklar birbirlerinin dilini, söylemini yadırgadıkları oranda birbirlerini mutlak bir ötekİlik olarak görmeye bu sayede başladılar.
80 kuşağı ile 70 kuşağı arasındaki kopukluğun müsebbiplerinden birinin de bu dil, jargon, söylem, sunum farkı olduğu düşünülebilir bu durumda. X kuşağının kullandığı, film replikleri, şarkı sözleri, reklam sloganları ve karikatür balonlarından devşirilme, popüler kültürden derlenen örneklemelerle dolup taşan, ikinci el dilini, “trip”, “olay”, “geyik” gibi sözcüklerle bezeli cümlelerini duyan 70 kuşağının birçok temsilcisinin tüyleri diken diken oluyor ve otomatik olarak kulaklarını tıkıyorlar. Keza 80 kuşağının temsilcileri, Marksist jargonu duyar duymaz kaçacak delik arıyorlar. Kısacası, kimi zaman aslında tam tamına aynı şeyi söyledikleri halde, uzlaşmaz bir noktaya sırf bu nedenle düşebiliyorlar. Dil dışı iletişim araçlarına yaklaşım da benzer duvarlar çekebiliyor. Sanal ortamda yapılan bir tartışmanın, yüz yüze koyu demli muhabbetlerden tanımı gereği daha iyi, ya da daha kötü olduğu yollu önyargılar, iki kuşağın arasında bir uçurumun açılmasına neden olabiliyor. Kısacası, “yabancı dil” konuşan herkesi, yabancı kabul etme eğilimimiz, iletişimi olanaksızlaştırıyor, ötekileştirmeyi mutlaklaştırıyor. Bu anlayışın “siyasi doğruculuk” perspektifinin kolaycılığına yaslandığına şüphe yok. Oysa dilin yarattığı sorunlar yapısal. Tek tek sözcükler değil dili sorunlu kılan. Ne de olsa sözcük tüm gücünü dilin yapısından alıyor. Bu durumda bir sözcüğün anlamını kaydırmak, dil yapısının içinde başka bir yer tesis etmek pekâlâ da mümkün. Kısacası devrimci sloganlar reklam sloganlarına dönüşürken, reklam sloganlarını da devrimci sloganlara dönüştürmek mümkün. Teknolojide olduğu gibi söylemde de belirleyici olan neyi nasıl kullandığınız sonuçta.
İletişim çağı bize, iletişimin sanageldiğimizden çok daha meşakkatli bir iş olduğunu gösterdi. Biz de bu tespitten yola çıkarak kulaklarımızı (ve kuşaklarımızı) kapamak yerine, daha çok emek sarf etmemiz gerektiği sonucunu er geç çıkarmak zorundayız. Bu her duyduğumuz cümleyi kendi dilimize tercüme ederek yaşamak kadar zorlu bir işe soyunmamızı gerektirse bile. Belki de iletişim çağında, hızlı iletişim teknolojilerinin bize kazandırdığı zamanı, aynı fikri bin bir farklı dil ve söylemde tekrar tekrar biçimlendirmeye harcamamız gerekiyordur, kimbilir.
Acıyı Bal Eylemek, ya da Bağcıdan Dayak Yemenin Cazibesi
Çağımız, bitişler, çöküşler ve dağılışlar çağı aynı zamanda. Komünizmin çöküşü, Sovyetler’in dağılması, Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi somut olayların yanı sıra, “tarih bitti”, “ideoloji bitti” gibi sloganların düşünsel düzlemde de, noktalama işaretlerine vurgu yaptığı bir çağda yaşıyoruz. Kuşkusuz bu sonlanma duygusu binyılı geride bırakmamıza saatler kalmış olmasından da güç alıyor. Her ne kadar eskiden olduğu gibi yüzyıl dönümlerinde kıyamet beklentisi içine girmiyorsak da, farklı bir kıyametin tellalları korkunç kehanetlerini bağırıyor kulaklarımıza. Toplumsal, siyasi bir çöküş duygusunun hâkim olduğu, karamsarlığın, umutsuzluğun iliklerimize işlediği ve gerçekten de kıyamet kopmak üzereymişçesine gelecek duygumuzu tümüyle yitirdiğimiz ortada. Ataletimiz, onurlu şekilde ölümü beklemekten başka yapacak bir şeyimizin kalmadığı inancımızdan besleniyor. Peki bu umutsuzluğun binyıl sonu sendromundan öte bir açıklaması yok mu acaba? Bitişlerin, sonların, kayıpların yasını tutmayı beceremememiz bizi sonsuz, bitimsiz bir melankolinin diyarına sürüyor olamaz mı? Gelecek duygumuzu yok eden, sinemanın, netin, reklamların, kliplerin, kısacası kültürümüzün yarattığı sonsuz şimdiki zaman vurgusu mu, yoksa gelecekten ümit kesmiş olmamız mı? Geleceği biçimlendirme çabamızdan vazgeçmemizin ardında bugüne kadar sarıldığımız “sil baştan” mantığının iflas etmiş olması ne derece rol oynuyor? Bu çağın biçimlediği kuşağın apolitikliğinde geleceğe karamsar yaklaşımın payı ne?
Türkiye Cumhuriyeti, geçmişin üzerine sünger çekilip, sıfırdan bir dil, siyaset, din ve kültür yaratma projesi üzerine kurulmuş bir cumhuriyet. Rejim değişikliğinin yeterli görünmediği, bir kültür devriminin ve geçmişi topyekûn gömmenin, bastırmanın gerekli sayıldığı bir anlayışın meyvesi. Siyasi arena da on yılda bir tekrarlanan askeri darbeleriyle “olmadı baştan” mantığını hep canlı, hatta can simidi gibi el altında tutan bir zihniyete yaslanıyor. Öyle ki yirmi yıla yakın bir süredir darbe olmamasını tuhafsıyor, her bahaneyle darbe beklentisi içine giriyoruz. Mehter marşının iki ileri bir geri adımlarına uygun, bilgisayar teknolojisinin “reset”leme mantığıyla örtüşen, bozulunca atıp yenisini almayı özendiren tüketim toplumunun yapısıyla da akrabalığı gözden kaçırılamayacak, iliklerimize kadar işlemiş, düzeltmek ve onarmak gibi külfetli bir işe yeltenmektense sıfırdan yaratmanın sözde kolaylığına, yani işin kolayına kaçma yöntemine gönülden bağlı bir anlayış bu. Üstelik slogandan öteye geçmeyen sığ, sözde devrimci söylemlerin de sürekli yeniden ürettiği, her “ama”yı “reformist” olumsuzlamasıyla susturan bir anlayış. Kökten değişimler peşindeyiz ve kökten değişimden anladığımız şey, kökleri söküp kesmek, tohumu yeniden toprağa atmak ve hormon marifetiyle hızla büyümesini sağlamaya çalışmak.
Umutsuzluk, bu yönteme içkin bir bakış açısı. Zira yöntemin gerekçesini “zararın neresinden dönülse kârdır” değil, “battı balık yan gider” düşüncesi oluşturuyor. 80 darbesini bir kuşak tanımı için çıkış noktası olarak aldığımızda, içimize işleyen bu mantığı devreye sokarak, bize rağmen yapılan bir kesintiyi mutlaklaştırmış, dolayısıyla meşrulaştırmış oluyoruz. 80’le birlikte batan balığın yan gideceğine o kadar inanıyoruz ki yan gitmesini sağlamak için elimizden geleni ardımıza koymuyor, kendi kendini gerçekleştiren kehanetler yaratıyoruz. Bu durumda 80 kuşağı, herhangi bir inceleme ve anlama çabasına gerek olmaksızın, “tanımı gereği” işe yaramaz bir kuşağa dönüşüyor. Hal böyle olunca bu kuşağa dair tüm gözlemler, teşhisi hastayı görmeden yapmış bir doktorun semptomları sıralamasına benziyor. Bu kuşaktan umudumuz olamaz; dolayısıyla tarihin çöplüğüne atıp sil baştan şiarımızı uygulamaya koymaya çalışmaktan başka olasılık kalmıyor geriye. Gelgelelim yeni kuşaklardan umudu kesmekle, gelecekten umudu kesmek de eşanlamlı hale geliyor bir noktadan sonra. Aslında “80 kuşağından adam olmaz” derken, “80 darbesinden sonra bir daha hiçbir şey düzelemez” demeye getiriliyor. Bu inançsızlıkla yoğrulan yeni kuşakların, herhangi bir şeyi düzeltmeye çalışmıyor olmasına şaşırmamak gerekiyor bu durumda. Üstelik bu ataleti tespit edince, inançsızlık daha da körükleniyor ve içinden çıkılması olanaksız bir kısır döngü yaratılıyor.
70 kuşağı büyük bir kayıp yaşadı. Gelgelelim bu kaybın yasını tutamadı. Kimileri bir kayıp yaşanmamış gibi davranmayı seçerek, bir çırpıda kaybedenlerin safından kazananların yanına atlayıverdi. Kimileri tam da bunu yapmadığını kanıtlamaya yaşamını adayarak, marjinal olmanın su götürür erdemine, yerinde saymanın zorlama onuruna (ve kaçınılmaz apolitikliğine) sığındı. Kimileri ise kaybın kendisini fetişe dönüştürerek, yaralara tuz basmaya, acıyı bal eylemeye yemin etti. Tutulmayan her yasın melankoliye dönüştüğü bir kez daha kanıtlandı ve hangi taktiği seçmiş olursa olsun bu kuşağı bir melankoli sardı. 80 kuşağı her şeyden önce bu melankoliyi miras olarak devraldı. Yaşanmamış yasın melankolisini sırtlananlar, yası gerektiren kaybı da yaşamamış olanlardı. Kuşaklar arasındaki bağ sanıldığı gibi tümüyle kopmuş değildi. Gelgelelim 80 kuşağı, kendinden önceki kuşağın adını aldığı 70’lerdeki etkin, umutlu yüzüyle değil, 80’den sonraki umutsuz ve ununu eleyemeden eleği kırılmış yüzüyle ilişkiye girdi. 80 kuşağının temsilcileri 70 kuşağının 80’den sonraki versiyonlarını model alarak biçimlendi. Kimi bu kuşağın bir kısmının yaptığı gibi günü yakalamanın, gününü gün etmenin maharetine inandı. Kimi marjinalliği, kıyıda köşede durup etliye sütlüye karışmamayı, ne pahasına olursa olsun kendini kitlelerden ayırmayı, kısacası çarpık bir elitizmi maharet sayma mantığının büyüsüne kapıldı. Kimi ise acıyı bal eylemenin, acı çekme kapasitesini başarı oranı gibi algılamanın doğru yol olduğunda karar kılarak kendini arabeskin kollarına bıraktı.
Kuşkusuz umutsuzluk iklimini yaratan salt “battı balık yan gider” ideolojisi ve yas tutamamanın melankolisi değildi. Politik olanı tanımlama sürecine içkin bir umutsuzluk tohumu daha baştan beri vardı. Feminizmin neden politik bir hareket olmadığını, olamayacağını anlatmak için nefes tüketenlerin geçerken değinmeden edemedikleri bir argüman var: “Feminizm politik olsaydı feministlerin devletle başı derde girerdi,” diye özetlenebilecek bir argüman bu. Politikayı yapılanlarla değil, başa gelenlerle tanımlayan, politik özneyi nesneleştiren bu anlayış, baskıyı değişmez ve mutlak bir veriye dönüştürüyor. Politik rüştümüzü ispatlamak için devlet baskısının ergenlik ayininden geçmemiz gerekiyorsa eğer, bu baskının ortadan kalktığı bir dünya hayal etme şansımızı da yitiriyoruz. Devlete endeksli politika anlayışı, sırf (devlet) babanın ilgisini çekmek için yaramazlık yapmaya benziyor. Politikada amaç da üzüm yemek değil, bağcı tarafından dövülmek olup çıkıyor. Politika anlayışımızın umutsuzluğu körükleyen başka bir yönü de var. İster sosyalist, ister feminist isterse etnik olsun tüm politik hareketlerin öncelikle toplu mücadeleyi gerektirecek sistematik bir baskının varlığına potansiyel taraftarlarını inandırması gerekiyor. Gelgelelim bu “bilinçlendirme” süreci hemen her seferinde aşırıya kaçarak bindiği dalı kesme noktasına varıyor. Baskının varlığına ikna etmeye çalışırken, ortaya eli her yere uzanabilen, her direnişi öngörebilen, hiçbir yumuşak karnı, kör noktası olmayan kadir-i mutlak bir baskı rejimi tablosu çıkartılıveriyor, komplo teorileri paranoyamızı besleyerek güçleniyor. Bu kadir-i mutlak baskıcı düzen anlayışını mantıki neticelerine kadar götürdüğümüzde de sinizme, “ne yapsak boş” umutsuzluğuna varıyoruz. 70 kuşağı, 80 kuşağına yaptıklarını değil, kendisine yapılanları öykülemeyi seçerken biraz da böyle bir bilinçlendirme kaygısı güdüyor olsa gerek. Ama sonuçta bu öyküleri dinleyenlerin politik değil sinik olup çıkmasına da şaşmamalı.
Sadede Gelmek, ya da N’olmuş Yani?
80 kuşağı, adını aldığı 80 darbesinin yarattığı değişimlerden ve buna eşzamanlı olarak dünyadaki değişimlerden etkilenerek biçimlendiği kadar, 70 kuşağının bu değişimler karşısında aldığı tutumlardan ve bunlara verdiği tepkilerden de etkilenerek oluşmuş bir kuşak. Bir şeylerin sonunda, başka bir şeylerin ise henüz biçimlenmiş başlangıcında konuşlanan bir geçiş dönemi kuşağı. Gerçekten de göz gözü görmeyen bir alacakaranlık kuşağı. Her iki kuşak da 80’den bu yana yüzünü, alacakaranlıkta görünmez kılınmış geleceğe değil, geçmişe dönerek yaşamakta. 2000 yılında 70 kuşağı hâlâ sağ salim hayatta ve ayakta olacak, olgunluk çağına adım atacak. 80 kuşağı ise en verimli çağını yaşamaya başlayacak. Kısacası tüm bu mutlaklaştırıcı on yıllık dilimlendirmelerimize karşın, aynı gelecekte var olacak, daha da önemlisi aynı geleceği birlikte var edecekler. Eğer bu alacakaranlığın günbatımını öncelediğine inanırsak, gelecek de karanlık olmaya mahkûm. Yok eğer yeni bir günü öncelediğine inanırsak, birlikte güneşin doğuşunu izlemememiz için bir neden yok.
- - -
Tuna Erdem’in bu yazısı, Defter dergisinin yaz 1999 tarihli 37. sayısında yayımlanmıştı.
Yazının orijinaline sadık kalınmıştır.
Olumsuz bir sıfat olarak kullanılagelen, handiyse bir aşağılama sözcüğüne dönüşmüş bir kuşağın, 80 kuşağının mensubu olarak, kuşak kavramına ancak sütten ağzı yanıp, yoğurdu üfleyerek yiyenlerin aşırı temkinliliği ile yaklaşabiliyorum. Aile “yuvasının” ötesinde bir dünyanın farkındalığına yeni yeni kavuşmaya başlanan, “ben” olmanın ilk adımlarının atıldığı, “biz”in olanaklarını araştırmanın eşiğine varıldığı, çocuklukla gençlik arasındaki o tekinsiz, iki arada bir derede yaşlardan bu yana, 80 kuşağına mensup olduğuma dair “duyumlar” alıyorum. Tam bu koca dünyaya yelken açmayı hayal ettiğim o yaşlarda yelkenlerimin suya düşmesine neden olan, ilk ürkek adımlarımı atmaya hazırlandığımda altımdan yeri çekip alan, işe yaramaya başlayacağımı düşündüğüm sırada, hatalı üretilmiş bir model olduğumu, tedavülden kaldırılmam gerektiğini düşündürten, kendimi, yanlış zamanda, yanlış yerde doğmuş umutsuz bir vaka, işe yaramaz biri olarak görmeme yol açan ve ne yapsam boşa kürek çekmiş olacağıma beni inandıran duyumlardı bunlar. Ben merkezli, umursamaz, “paradan, modadan, poptan” başka hiçbir şeyle ilgilenmez, apolitik, bilgisiz, sığ olduğumu, ya da, kuşağım dolayısıyla istesem de istemesem de eninde sonunda böyle olacağımı, bu duyumlardan öğrendim, kendime güvenimi daha edinemeden kaybedip, korkuyla kabuğuma çekildim. Heyhat, kabuğuma çekilmemin nedeninin de 80 kuşağının bencilliği, umursamazlığı olduğunu duymadan edemedim. Bu yaşlardayken televizyonda yayınlanmakta olan Alacakaranlık Kuşağı’na düşkünlüğümü bile bu talihsiz adlandırmaya (yaftalandırma mı demeli?) bağlamak eğilimindeyim bugün. Ne de olsa bu dizinin kahramanları kendilerini birdenbire, nedenini anlayamadıkları bir kâbusun içinde buluverirlerdi. Ben de kendimi onlara yakın hissettim, 80 kuşağı ile alacakaranlık kuşağını birbirine karıştırır oldum.
Atıldığımı sandığım hurdalıktan sıkılıp, sağa sola dağılmış parçalarımı birleştirmem ve özür diler bir üslupla da olsa yaşam yolunda yürümeye devam etmeye karar vermem fazla zamanımı almadı (birkaç gün mü desem birkaç ay mı?) Ne de olsa serde gençlik vardı. 80 kuşağına üyelik kartımı törenle yaktım, o ana kadar zihnimde taşıdığım Yoda ile Madonna’yı sandığa kaldırıp, gizli bir köşeye gömdüm ve kuşağımın diğer üyelerinden ne kadar farklı olduğumu kanıtlamak için yarışa giriştim. Birçok kuşakdaşımın da aynı taktiği benimsediğini gözlemledim. Kendine yöneltilen suçlamaların tümünü, yanı başındakilere yansıtarak işin içinden sıyrılabileceğini sanan tuhaf bir “biz”in içinde buldum kendimi. Bu yolla kimi ağabeylerimin ve ablalarımın takdirini kazandığımı da görünce, bu kuşak belasından “yırttığımı” düşünmeye başladım. Bu arada ağabeylerim ve ablalarımın anlattığı öcü masalı tadında, cezaevi ve işkence öykülerini dinlemeyi, cezaevine düşmediğim, işkence görmediğim için utanmayı, bu sınavlardan geçmeden ağzımı açmaya hakkım olmadığını düşünmeyi de ihmal etmedim.
Heyhat, kuşağımın etkileri yakamı bırakmıyordu. Apolitik bir kuşağın üyesi olduğumdan, politik olmayı beceremedim, epi topu feminist olabildim. Dahası feminizm üzerine yazılanları okurken karşıma, erkekleşerek erkek egemen dünyada kendine yer edinmeye çalışan, hemcinslerini satarak kendi yakasını kurtaran kadınlar hakkında yazılar çıktı. Kuşakdaşlarımı satarak, olamayacağım bir şeye dönüşmeye çalışarak, kendi paçamı kurtarmaktan başka bir şey yapmadığım kuşkusu içimi kemirmeye başladı, son çizgiye varmadan yarıştan çekildim.
Her dönemeçte kuşağıma ilişkin ikircikliğimin beni içine düşürdüğü çelişkilerle boğuşmam gerekti. Sinemaya gönül verdim, gelgelelim bu aşkın görsel kültür soluyan kuşağımın bir arazı mı, yoksa kişiliğimin bir yansıması mı olduğuna karar veremedim. Daha ziyade Hollywood filmlerinden haz aldığımı fark ettiğimde ise korkunç bir paniğe kapıldım. Lamı cimi yok ben 80 kuşağının tipik bir temsilcisi, kültürel emperyalizmin ve tüketim toplumunun boş kafalı bir ürünüydüm. Neyse ki imdadıma Hollywood filmlerinin de bir içeriği, anlamı, derinliği olduğunu hiç utanıp sıkılmadan ilan eden, saygın görünümlü, akademik kitaplar yetişti. Gerçi bunlar da, kökü dışarıda, üstelik postmodernist kitaplardı. Postmodernizm ise, 80 kuşağı ile aynı cümle içinde sık sık karşılaştığım, eş derecede kötücül tınlayan kavramlardan biriydi. Ama artık bu muhabbetten sıkılmaya başlamıştım. Kim ne derse desin diyerek postmodernizmi incelemeye koyuldum, pek beğendim, pek kendime uygun buldum. İşi o kadar abarttım ki, kuşağım hakkında sıralanan tüm olumsuz özellikleri baştacı edip savunmam gerektiğine karar verdim. Tam zafer çığlıkları atacaktım ki, bu kez de aklıma, kadınlara atfedilen tüm olumsuz özellikleri baştacı ederek, kendi kuyularını kazan esansiyalist feministler düştü; duraladım.
Gel zaman git zaman bugünlere geldim ve artık kuşak kompleksimi kökünden söküp atacak mucizevi bir açıklamanın peşinde değilim; kuşak kavramına yoğurdu üflercesine temkinli yaklaşmaya yeminliyim. ‘80 kuşağının hep “ben” diyen bir kuşak olduğunu bellemiş olduğumdan, bugüne kadar, kayıtlara geçen, aleyhime delil olarak kullanılabilecek, yani yazılı cümleleri, “ben” zamirini kullanmaksızın kurmaya özen gösterdim. Gelgelelim sizin de farkında olduğunuz gibi, “bugün, burada ilk kez, bir ilke imza atarak”, birinci şahıs zamirinin peşinden yazıyı buraya kadar sürükledim. Bunun kompleksimi yenmek yolunda yeni bir adım olduğunu düşünmek isterim. Ama 80 kuşağı genlerim işi çığırından çıkarmama neden olur korkusuyla, birinci şahsa da (şimdilik kaydıyla) burada veda ediyorum.
Ciddiyete Davet, ya da Teorik Düzleme Kısa Bir Ziyaret
Kuşak, ele avuca sığmayan, neresinden tutsanız elinizde kalan, alabildiğine muğlak kavramlardan biri. Aynı çağın, kendine özgü koşulları tarafından şekillenmiş, bu çağın ayırt edici özelliklerini taşıyan, içinde oluştukları çağın ruhunu temsil eden akranlar topluluğuna kuşak adını veriyoruz. Bu tanımı yaparken, zamanın insan yaratısı bir soyutlama, “çağ”ın, kendine özgü özellikleri dediğimiz olguların ise öznel ve görece olduğunu, “çağın ruhu”nun da, kulağa hoş gelmekten öte bir anlamı olup olmadığının su götüreceğini hesaba katmak, kuşak kavramının muğlaklığını anlamamıza yetiyor da artıyor bile. Zaman dilimlerinin, pasta dilimleri kadar belirgin sınırları olduğunu varsaysak bile, kuşak adını verdiğimiz zaman endeksli kategorinin, mekâna bağlı farklılıkları hiçe saydığını teslim etmek zorunda kalıyoruz. İş bununla da bitmiyor. Eninde sonunda kuşak kavramının toplumsal cinsiyet, sınıf, ırk, etnik köken, cinsel tercih gibi farkları da görmezden geldiğini kabullenmek durumunda kalıyoruz. Öyle ki kuşaktan dem vurduğumuzda aslında, “merkez” kabul edilen mekânda toplanmış, tercihan erkek, çoğunlukla beyaz, aydın, hadi bilemedin yarı aydın zümresinden müteşekkil bir avuç insandan bahsediyor olmamız kuvvetle muhtemel.
Kuşakların, çağlarının temsilcileri mi yoksa, bir sonraki çağın hazırlayıcıları mı olduğu da belirsiz. Mesela Beat Kuşağı 50’lerin temsilcisi midir 60’ların hazırlayıcısı mı, yoksa toplu imgelemimizde kalıcı bir İZ bırakmış, her çağa göre sıradışı kabul edilmesi gereken bir avuç insana verdiğimiz ad mı? 68 kuşağı, 60’lı yılların oluşturduğu çağın bir sonucu mudur, çağa damgasını vuran bir insan topluluğu mudur, yoksa zihnimizdeki etkisi, oluşumuna neden olan olgulardan da, yarattığı sonuçlardan da daha önemli olan sıradışı bir hareketin temsilcileri mi? Bir kuşağı ne olduğuyla mı tanımlıyoruz yoksa ne yaptığıyla mı? Neden kendine has özellikleri olan her çağın kendine ait bir kuşağı yok? Hadi diyelim çağın kendine has özelliklerini belirledik, bu özelliklerin ortaya çıktığı, yaygınlaştığı ve miadını doldurduğu tarihsel anları da saniyesine kadar tespit ettik. Söz konusu çağın ürünü kuşak, bu özelliklerin ilk ortaya çıkmaya başladığı dönemin mi ürünüdür yoksa özelliklerin durulup, oturduğu, yaygınlık kazandığı dönemin mi? Pekâlâ da çağın özellikleri miadını doldurmaya başladığında, kişiler üzerindeki etkisi tepe noktasına ulaşıyor olabilir. Kısacası kültürel, toplumsal, siyasi değişimlerin kişileri etkilemesi, dönüştürmesi, şekillendirmesi için ne kadar zaman geçmesi gerekiyor? Örneğin neden 80 darbesinin ardından gelen toplumsal ve kültürel değişimlerin etkisini en çok ilk gençlik ve gençliklerini bu darbeden hemen sonra yaşayanlarda gösterdiğini varsayıyoruz? Bu değişikliklerin normlaşması, yaygınlaşması, iz bırakır hale gelmesinin 90’ları bulduğu, dolayısıyla ancak 80’den sonra doğanların üzerinde köklü bir etki bırakacağını düşünmemiz gerekmiyor mu? (Ateş topunu yanımızdakilere atamadık, ardımızdakilere atmayı deneyelim!)
Belki de sorun kuşakları belirleme ve adlandırma konusunda ya geç kalmamız, ya da erken davranmamızdan kaynaklanıyor. 68 kuşağı, kuşak olmayı hak edecek eylemlerin peşindeyken bir adı yoktu. Bu kuşağın temsilcileri kendi kendilerini adlandırmadılar. Ad, sonradan, başkaları tarafından konuldu, mensupları tarafından da benimsendi. 80 kuşağı ise, olgunun ortaya çıkmasından çok önce, yine kuşağın temsilcisi olmayanlar tarafından adlandırıldı. Dünyanın gittiği yeri tespit edip, bunun bireyler üzerindeki olası sonuçları öngörülerek, oluşacak kuşağın özellikleri önceden tespit edilerek yaratılmış bir kategori adeta bu. Bundan olsa gerek, bu kuşağın temsilcileri kuşağını benimsemekte güçlük çekiyor, adları kendilerinden önde gidiyor.
Nasıl ki isimlerimiz bizden önce, bize rağmen veriliyorsa, kuşağımızı da seçme şansımız yok. Ya bizden önce, ya da bizden sonra, ama hep bize rağmen “kuşaklanıyoruz”. Gelgelelim kuşak adlandırması, 80 kuşağında olduğu gibi, kuşağı öncelediğinde, önceki kuşaklar, ebeveyn konumuna oturmuş oluyor. 80 kuşağı, aileye olduğu kadar kendinden önce gelen kuşağa da (70 kuşağı) isyan etmek, çifte ergenlik yaşamak durumunda kalıyor. 80 kuşağı mensuplarının zihinlerinde oluşturdukları 70 kuşağı tablosu da, imago olarak adlandırılmayı hak edecek fantastik bir boyut kazanıyor. Bu durumda ebeveynlerle çocuklar arasındaki zaman farkım imlemek için kullanılan kuşak kavramı ile, çağın temsilcisi anlamındaki kuşak kavramı eşsesliliğin çok ötesinde örtüşmeye başlıyor. Bu örtüşmenin yegâne dayanağı da bu adlandırma olgusu değil üstelik. Yüzyılların çağ değişimi getirmeksizin akıp gittiği, değişim hızının kağnı hızında olduğu tarihsel dönemlerde kuşak kavramına yer olmadığını tahmin etmek zor değil. Gelgelelim sonuna yaklaşmakta olduğumuz yüzyılda, değişim baş döndürücü bir hız kazandıkça, her yirmi yılda bir, bir kuşak gelir oldu önümüze. Böylece çağın temsilcisi kuşak ile ebeveynlerle çocuklar arasındaki kuşak ayrımı en azından zaman dilimi olarak örtüşmeye başladı. Böylece kuşaklar arası ilişkiler, Oidipal bir lezzet kazandı. Değişimin hızı ses duvarını aşınca, kuşakları on yıllık zaman dilimlerine sıkıştırmaya başladık, ebeveynle çocuk arasındaki yaş farkından bile daha az bir zaman farkı yarattık. Bunun sonucunda ağabey/abla-kardeş ilişkileri de Oidipal bir boyuta kaymış olamaz mı? Ya da konumuzla doğrudan bağlantılandırmak gerekirse, 80 kuşağını sadece içinde oluştukları çağ mı belirlemiştir, yoksa bu çağ hakkındaki düşünceleriyle bir önceki kuşağın da 80 kuşağını biçimlendirmekte rolü olmuş mudur? 80 kuşağı, geleceğe karamsar bakanların, umutsuzlukla bezeli öngörülerinin yarattığı, dayattığı ve zorla var ettiği bir kuşak olamaz mı? Kesin cevaplar verilemeyecek sorular bunlar. Soruları dillendirirken amaç, işi yokuşa sürmek, “aslında kuşak anlamsız bir kavram, yok sayalım, yok edelim” demeye getirmek değil, olanca karmaşıklığını indirgemeksizin ele alınmadıkça, anlamını yitirecek bir kavram olduğunun altını çizmek.
Kuşak, tıpkı cinsel tercih, toplumsal cinsiyet, etnik köken gibi, bir kimlik kategorisinin temeli olmaya aday bir kavram. Kimlik politikalarının da bize gösterdiği üzere, bu açıdan son derece yararlı bir kavramsallaştırma olabilir. Tüm bu kimlik kategorilerinde olduğu gibi kuşakta da, bireyi önceleyen ama onu farklı kılmaya yarayan bir bölümleme mantığı var. Psikanaliz bize benlik oluşumunun, beni ötekinden ayırmayı, “farkı fark etmeyi” gerektirdiğini söylüyor. Öteki olmaksızın, ben de yok. “Ben”e kişilik ve kimliğin eklemlenme süreci ise, farklılıklar zincirine yeni halkalar eklemekle mümkün oluyor. Bu anlamda kuşak, kişinin etkin bir özne, bir fail olmasını sağlamak için son derece faydalı bir kavram, bir sıçrama tahtası olabiliyor. Böyle bir temel olmaksızın kişinin eyleme geçmesi olası değil ne de olsa. Gelgelelim tüm kimlik kategorileri gibi kuşak da, bıçak sırtı bir dengede duruyor. Bir yandan eylemi mümkün kılan bir dayanak noktası, bir özne yaratırken, bir yandan da bu eylemi sınırlayan bir dıştalayıcılığa dayanıyor.
Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse kuşak, belimize doladığımız kuşaklar gibi içinde yaşadığımız zamanların biçilmiş kaftan olup üzerimize oturmasını, hareketimizi sınırlandırmamasını, kıyafetlerimizin elimize ayağımıza dolanmamasını, bol gelip üzerimizden düşmemesini, gönül rahatlığıyla hareket etmemizi sağlıyor. Ama diğer yandan, fazla sıkı bağlanmış bir kuşak gibi, kan dolaşımını durdurup kangrene sebep olma tehlikesini de taşıyor. Bir kopuş, bir sınır, bir ötekileştirme olmaksızın var olamayacak olan kuşak kavramını, kangrene yol açacak denli mutlaklaştırmamak gerekiyor. Bu nedenle farklılaşmanın yanı sıra süregidişten, kopuşun yanı sıra devamlılıktan söz etmeksizin kuşak kavramıyla haşır neşir olmamakta fayda var. Kuşak, sihirbazın şapkasından çekip çıkardığı, birbirine bağlı sonsuz renkli kuşaklar gibi, bir göz yanılması aslında. Zamandan biçtiğimiz ve kendi kendimize boyadığımız birer süs olduklarını akılda tutmakta fayda var.
Bu çerçeveden baktığımızda, 80 miladının öncesinde de, sonrasında da yaşamış olan 80 kuşağı üyelerine, tam da 90’ları 70’Iere bağlayacak ara kablo işlevini yüklenebilecek, elbisenin altı kaval üstü şeşhane kalmasın diye, her iki tarafa uyumlu bir geçiş rengi oluşturabilecek bir kuşak olarak bakmak da mümkün. Belki de 80 kuşağının tarihsel misyonu arabuluculuktur, link hattı olmaktır. Belki de bu kuşağa (ı) çöküşler, bitişler ve geçmişten kopuşlarla değil, gelecek bin yıla yumuşak geçiş olanağını hesaba katarak, ya da geride bırakmakta olduğumuz yüzyılın tüm çelişkilerinin kristalize olduğu bir “özet” kuşak olarak yaklaşmak gerekiyordur.
Sağırlar Diyaloğu, ya da İletişim Üzerine İtişme
Her ne kadar 80 kuşağı, adını 80 darbesinden alıyorsa da (bir darbeyle adaş olmanın kişi üzerinde bırakacağı etkileri varın siz hesaplayın), Türkiye’ye has bir kuşak değil. Japonya’da “shin jin rui” (Yeni İnsanoğulları), İspanya’da “pasotas” (Umursamazlar), Amerika’da “X Kuşağı” adını alan kuşaklara atfedilen özellikler, dünyanın her yanında üç aşağı beş yukarı aynı. Globalleşmenin çağın özelliklerinden biri olduğu hesaba katılırsa buna da şaşmamak gerekiyor. Madem ki kuşağın özellikleri, onu biçimlendiren çağın özellikleriyle örtüşüyor, kabaca 1965-1975 yılları arasında doğanların oluşturduğu 80 kuşağının ne mene bir kuşak olduğunu anlamamız için, bu kuşağın üyelerinin içinde yaşadıkları çağın özelliklerini didiklemek gerekiyor.
Çocukluğunda, “Alo, Adana, aradan çık!” esprisini sık sık duymuş, bugün ise internet erişim hızından dem vuran 80 kuşağının temsilcileri, kendi kısacık yaşam deneyimlerinde, iletişim konusunda çağ atlamak durumunda kalmışlardan oluşuyor. Peki nedir iletişim çağı? Kuşkusuz telesekreter, fax, modem, cep telefonu, uydu bağlantısı, link hanı, kablolu yayın, bilgisayar, elektronik posta, internet, CD-ROM, DVD gibi teknolojik gelişmelerin yarattığı yepyeni iletişim ağından alıyor çağ adını. Gelgelelim iletişim ağının elimizi kolumuzu bağladığını, bu hızlı teknolojilerin peşi sıra koşuştururken iki çift laf etmeye vaktimizin kalmadığını, aile üyelerinin televizyon başına kurulup sus pus oturduğunu, göz göze, yüz yüze muhabbetlerin yerini, sanal ortamda makineleşmiş “chat”lere bırakmasının bizi birbirimizden iyice koparttığını düşünmeden edemediğimiz bir çağ bu aynı zamanda. İnsanoğlunun teknoloji karşısında kaçınılmaz olarak duyduğu korkunun dışavurumuyla, eskiden daha çok, daha sıkı İletişim kurduğumuz vehmine kapılıyoruz sık sık. Peki bu doğru mu? Diyelim televizyondan önce aile üyeleri daha mı sıkı iletişim içindeydi? “Su küçüğün, söz büyüğün” düsturu çocukların lafını ağzına tıkarken, “beyim daha iyi bilir” şartlandırması kadınları sessizliğe mahkûm ederken, “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” anlayışı erkekleri duygu ve düşüncelerini ifade etmekten men ederken, televizyon geldi iletişimimiz koptu demek komik değil mi? Bizi birbirimizden kopartan gerçekten teknoloji, hız ve bunlara bağlı değişen değerler mi? Bugün tek gecelik ilişkilerle yetinenler iletişim şansını, insanca ilişkileri ıskalıyor da, dün görücü usulüyle, beşik kertmeleriyle evlenenler bu şansı yakalıyor muydu?
Açıkçası teknolojiyi tüm sorunlarımızın kaynağı bir öcüye dönüştürmek ne kadar cazip olursa olsun işin kolayına kaçmaktan, asıl sorunla uğraşmaktan kaçınmaktan başka bir işe yaramıyor. Teknoloji kendi başına ne iyi ne kötü. Bize çeşitli olanaklar ve aynı oranda tehlikeler sunan, onu nasıl kullandığımıza göre faydalı veya zararlı olabilecek son tahlilde nötr bir araçtan başka bir şey değil. Teknolojinin tanımı gereği kötü olduğunu varsaymaya başladığımızda, nasılsa başımıza bela olacak diye gözümüzü kapattığımızda tek be-cerdiğimiz, kimi açıkgözlerin teknolojiyi kötüye kullanmasına göz yummak oluyor, belki de daha önemlisi bu teknolojiyi insanlığın yararına kullanma şansını da böylelikle ıskalamış oluyoruz. Oysa interneti, gerçekliğin yerine sanalı (sahte diye okunmalı) geçiren, tüketim toplumunu körüklemekten başka bir işe yaramayan, her şeyi bağlamından koparıp, içini boşaltan, insanları makineleştiren, aptallaştıran kötücül bir oyuncak olarak görmekten bir an vazgeçtiğimizde, en hafif tabiriyle devrim niteliğinde bir yenilikle karşı karşıya olduğumuzu ve bu potansiyeline bir an önce sahip çıkmazsak, eninde sonunda evcİlleştirileceğini görebiliriz. Net, bilginin serbest dolaşımını sağlayarak, bir azınlığın iktidar aracı olarak kullanılmasını önleyebilecek, özel mülkiyet olarak bilginin köküne kibrit suyu dökebilecek potansiyele sahip örneğin. Yazanın da, parayı bastırıp bu yazılanları okuma ayrıcalığına kavuşanların da yazıya dökülen düşüncelerini, bilgilerin sahibi olmaktan çıkarılabileceği, olması gerektiği gibi her bilginin tüm dünya yurttaşlarına ait olabileceği bir ortam yaratabilir. Keza nette “iletişirken”, hiçbir zaman konuştuğunuz kişinin cinsiyetini, milliyetini, ırkını, cinsel tercihlerini, sınıfını kesin olarak bilemeyeceğinizden, karşınızdakinin beyanıyla yetinmek durumunda olduğunuzdan, bu ayrımlara ve bu ayrımlara nakşedilmiş önyargılara kısa devre yaptırma olanağı da sunuyor. Netin bu olası kullanımlarının rahatını bozacağını bilenler, nete sansür getirmek, telif hakları gibi nice ticari kaygıları korumanın yolunu bulmak için harıl harıl çalışıyorlar nitekim. Netin zararlı olduğunu, şiddeti körüklediğini, pornografiyi yaygınlaştırdığını, insanları makineleştirdiğini söyleyenler de farkında olmaksızın bu “çıkar gruplarının” ekmeğine yağ sürüyor. Kısacası neti elimizin tersiyle itip, reddetmektense, üzerine kafa yormamız, yararlarını ve zararlarını mikroskop altına koyup ince eleyip sık dokuyarak incelememiz gerekiyor. Neti 80’lerle başlayan küreselleşme, yeni dünya düzeni gibi sorunlu değişimlerin gayri meşru çocuğu olarak görürken, şu anda İlk kez netli bir dünyaya doğmaya başlayan gelecek kuşaklar için neti algılayabilecekleri bir çerçeve geliştirme görevimizi üstümüzden atmaktan başka bir şey yapmıyor olabiliriz pekâlâ.
Peki iletişim çağı adının yegâne müsebbibi bu teknolojik yenilikler mi? Daha ziyade iletişimin can alıcı önemini bu çağda kavradığımız, iletişimin ne denli zorlu bir iş olduğunu yeni yeni fark ettiğimiz için çağımıza iletişim çağı diyor olamaz mıyız? Gerçekten de iletişim çağı, bir sorun olarak iletişimin keşfedildiği, iletişimin sorunsallaştırıldığı çağ. Ülkelerin kaynaşmış birer bütün, çiftlerin “bir elmanın iki yarısı”, anneyle çocuğun “et ile tırnak” olduğunu sanacak kadar saf olduğumuz çağlarda iletişim diye bir sorunumuz yoktu. İletişim ancak, insanlar birbirlerinden ne denli farklı olduklarını, aralarında aşılması güç mesafeler bulunduğunu fark ettiklerinde ihtiyaç haline geliyor, adı konuluyor. Her insanın yalnız bir ada olduğu anlaşılınca, şişelere mesajlar koymaya başlıyoruz. Yapısalcılık, post-yapısalcılık, postmodernizm, göstergebilim, psikanaliz gibi çağımızın gözde düşün akımları ve bilim dallarının tümü, farklı biçimlerde de olsa söz birliği etmişçesine, bize dilin şeffaf bir iletişim aracı olmadığını, kendimizi dil aracılığıyla ifade ettiğimizi sanırken, aslında dilin bizim aracılığımızla kendisini ifade ettiğini ilan ettiler bu çağda. Dilin bu bize rağmen iletişim kuran özelliğine, söylemlerin belirleyiciliği ve “sunumun” canalıcı önemi de eklenince, iletişim neredeyse bir olanaksızlık hali olarak algılanır oldu. Ağzımızdan çıkanı kulağımızın duymamasının bir norm olduğunu, sağırlar diyaloğunun kaçınılmazlığını öğrendik iletişim çağında. Aynı şeyi, farklı terimlerle söylediğimizde iletişimin olanaksızlaştığını, söyleme biçimlerinin söylenenden çok daha önemli olduğunu fark etmeye başladık. Düşünsel akrabalıkların, düşüncelerden ziyade kullanılan dilden, söylemden devşirildiği, jargonun alçı görevi gördüğü bir çağ bu. Bu durumun, tek bir bıçak darbesiyle dili kökten değiştirilmiş Türkiye’de daha da büyük bir soruna dönüştüğü açık. Gelgelelim çağımız keşfettiği bu sorun konusunda da kantarın topuzunu çok çabuk kaçırdı, soruna kökten ve kolaycı çözümler bulmak adına bir çeşit dil polisliği kurumu olan “siyasal doğruculuk” akımını yaratıverdi. Keza kuşaklar birbirlerinin dilini, söylemini yadırgadıkları oranda birbirlerini mutlak bir ötekİlik olarak görmeye bu sayede başladılar.
80 kuşağı ile 70 kuşağı arasındaki kopukluğun müsebbiplerinden birinin de bu dil, jargon, söylem, sunum farkı olduğu düşünülebilir bu durumda. X kuşağının kullandığı, film replikleri, şarkı sözleri, reklam sloganları ve karikatür balonlarından devşirilme, popüler kültürden derlenen örneklemelerle dolup taşan, ikinci el dilini, “trip”, “olay”, “geyik” gibi sözcüklerle bezeli cümlelerini duyan 70 kuşağının birçok temsilcisinin tüyleri diken diken oluyor ve otomatik olarak kulaklarını tıkıyorlar. Keza 80 kuşağının temsilcileri, Marksist jargonu duyar duymaz kaçacak delik arıyorlar. Kısacası, kimi zaman aslında tam tamına aynı şeyi söyledikleri halde, uzlaşmaz bir noktaya sırf bu nedenle düşebiliyorlar. Dil dışı iletişim araçlarına yaklaşım da benzer duvarlar çekebiliyor. Sanal ortamda yapılan bir tartışmanın, yüz yüze koyu demli muhabbetlerden tanımı gereği daha iyi, ya da daha kötü olduğu yollu önyargılar, iki kuşağın arasında bir uçurumun açılmasına neden olabiliyor. Kısacası, “yabancı dil” konuşan herkesi, yabancı kabul etme eğilimimiz, iletişimi olanaksızlaştırıyor, ötekileştirmeyi mutlaklaştırıyor. Bu anlayışın “siyasi doğruculuk” perspektifinin kolaycılığına yaslandığına şüphe yok. Oysa dilin yarattığı sorunlar yapısal. Tek tek sözcükler değil dili sorunlu kılan. Ne de olsa sözcük tüm gücünü dilin yapısından alıyor. Bu durumda bir sözcüğün anlamını kaydırmak, dil yapısının içinde başka bir yer tesis etmek pekâlâ da mümkün. Kısacası devrimci sloganlar reklam sloganlarına dönüşürken, reklam sloganlarını da devrimci sloganlara dönüştürmek mümkün. Teknolojide olduğu gibi söylemde de belirleyici olan neyi nasıl kullandığınız sonuçta.
İletişim çağı bize, iletişimin sanageldiğimizden çok daha meşakkatli bir iş olduğunu gösterdi. Biz de bu tespitten yola çıkarak kulaklarımızı (ve kuşaklarımızı) kapamak yerine, daha çok emek sarf etmemiz gerektiği sonucunu er geç çıkarmak zorundayız. Bu her duyduğumuz cümleyi kendi dilimize tercüme ederek yaşamak kadar zorlu bir işe soyunmamızı gerektirse bile. Belki de iletişim çağında, hızlı iletişim teknolojilerinin bize kazandırdığı zamanı, aynı fikri bin bir farklı dil ve söylemde tekrar tekrar biçimlendirmeye harcamamız gerekiyordur, kimbilir.
Acıyı Bal Eylemek, ya da Bağcıdan Dayak Yemenin Cazibesi
Çağımız, bitişler, çöküşler ve dağılışlar çağı aynı zamanda. Komünizmin çöküşü, Sovyetler’in dağılması, Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi somut olayların yanı sıra, “tarih bitti”, “ideoloji bitti” gibi sloganların düşünsel düzlemde de, noktalama işaretlerine vurgu yaptığı bir çağda yaşıyoruz. Kuşkusuz bu sonlanma duygusu binyılı geride bırakmamıza saatler kalmış olmasından da güç alıyor. Her ne kadar eskiden olduğu gibi yüzyıl dönümlerinde kıyamet beklentisi içine girmiyorsak da, farklı bir kıyametin tellalları korkunç kehanetlerini bağırıyor kulaklarımıza. Toplumsal, siyasi bir çöküş duygusunun hâkim olduğu, karamsarlığın, umutsuzluğun iliklerimize işlediği ve gerçekten de kıyamet kopmak üzereymişçesine gelecek duygumuzu tümüyle yitirdiğimiz ortada. Ataletimiz, onurlu şekilde ölümü beklemekten başka yapacak bir şeyimizin kalmadığı inancımızdan besleniyor. Peki bu umutsuzluğun binyıl sonu sendromundan öte bir açıklaması yok mu acaba? Bitişlerin, sonların, kayıpların yasını tutmayı beceremememiz bizi sonsuz, bitimsiz bir melankolinin diyarına sürüyor olamaz mı? Gelecek duygumuzu yok eden, sinemanın, netin, reklamların, kliplerin, kısacası kültürümüzün yarattığı sonsuz şimdiki zaman vurgusu mu, yoksa gelecekten ümit kesmiş olmamız mı? Geleceği biçimlendirme çabamızdan vazgeçmemizin ardında bugüne kadar sarıldığımız “sil baştan” mantığının iflas etmiş olması ne derece rol oynuyor? Bu çağın biçimlediği kuşağın apolitikliğinde geleceğe karamsar yaklaşımın payı ne?
Türkiye Cumhuriyeti, geçmişin üzerine sünger çekilip, sıfırdan bir dil, siyaset, din ve kültür yaratma projesi üzerine kurulmuş bir cumhuriyet. Rejim değişikliğinin yeterli görünmediği, bir kültür devriminin ve geçmişi topyekûn gömmenin, bastırmanın gerekli sayıldığı bir anlayışın meyvesi. Siyasi arena da on yılda bir tekrarlanan askeri darbeleriyle “olmadı baştan” mantığını hep canlı, hatta can simidi gibi el altında tutan bir zihniyete yaslanıyor. Öyle ki yirmi yıla yakın bir süredir darbe olmamasını tuhafsıyor, her bahaneyle darbe beklentisi içine giriyoruz. Mehter marşının iki ileri bir geri adımlarına uygun, bilgisayar teknolojisinin “reset”leme mantığıyla örtüşen, bozulunca atıp yenisini almayı özendiren tüketim toplumunun yapısıyla da akrabalığı gözden kaçırılamayacak, iliklerimize kadar işlemiş, düzeltmek ve onarmak gibi külfetli bir işe yeltenmektense sıfırdan yaratmanın sözde kolaylığına, yani işin kolayına kaçma yöntemine gönülden bağlı bir anlayış bu. Üstelik slogandan öteye geçmeyen sığ, sözde devrimci söylemlerin de sürekli yeniden ürettiği, her “ama”yı “reformist” olumsuzlamasıyla susturan bir anlayış. Kökten değişimler peşindeyiz ve kökten değişimden anladığımız şey, kökleri söküp kesmek, tohumu yeniden toprağa atmak ve hormon marifetiyle hızla büyümesini sağlamaya çalışmak.
Umutsuzluk, bu yönteme içkin bir bakış açısı. Zira yöntemin gerekçesini “zararın neresinden dönülse kârdır” değil, “battı balık yan gider” düşüncesi oluşturuyor. 80 darbesini bir kuşak tanımı için çıkış noktası olarak aldığımızda, içimize işleyen bu mantığı devreye sokarak, bize rağmen yapılan bir kesintiyi mutlaklaştırmış, dolayısıyla meşrulaştırmış oluyoruz. 80’le birlikte batan balığın yan gideceğine o kadar inanıyoruz ki yan gitmesini sağlamak için elimizden geleni ardımıza koymuyor, kendi kendini gerçekleştiren kehanetler yaratıyoruz. Bu durumda 80 kuşağı, herhangi bir inceleme ve anlama çabasına gerek olmaksızın, “tanımı gereği” işe yaramaz bir kuşağa dönüşüyor. Hal böyle olunca bu kuşağa dair tüm gözlemler, teşhisi hastayı görmeden yapmış bir doktorun semptomları sıralamasına benziyor. Bu kuşaktan umudumuz olamaz; dolayısıyla tarihin çöplüğüne atıp sil baştan şiarımızı uygulamaya koymaya çalışmaktan başka olasılık kalmıyor geriye. Gelgelelim yeni kuşaklardan umudu kesmekle, gelecekten umudu kesmek de eşanlamlı hale geliyor bir noktadan sonra. Aslında “80 kuşağından adam olmaz” derken, “80 darbesinden sonra bir daha hiçbir şey düzelemez” demeye getiriliyor. Bu inançsızlıkla yoğrulan yeni kuşakların, herhangi bir şeyi düzeltmeye çalışmıyor olmasına şaşırmamak gerekiyor bu durumda. Üstelik bu ataleti tespit edince, inançsızlık daha da körükleniyor ve içinden çıkılması olanaksız bir kısır döngü yaratılıyor.
70 kuşağı büyük bir kayıp yaşadı. Gelgelelim bu kaybın yasını tutamadı. Kimileri bir kayıp yaşanmamış gibi davranmayı seçerek, bir çırpıda kaybedenlerin safından kazananların yanına atlayıverdi. Kimileri tam da bunu yapmadığını kanıtlamaya yaşamını adayarak, marjinal olmanın su götürür erdemine, yerinde saymanın zorlama onuruna (ve kaçınılmaz apolitikliğine) sığındı. Kimileri ise kaybın kendisini fetişe dönüştürerek, yaralara tuz basmaya, acıyı bal eylemeye yemin etti. Tutulmayan her yasın melankoliye dönüştüğü bir kez daha kanıtlandı ve hangi taktiği seçmiş olursa olsun bu kuşağı bir melankoli sardı. 80 kuşağı her şeyden önce bu melankoliyi miras olarak devraldı. Yaşanmamış yasın melankolisini sırtlananlar, yası gerektiren kaybı da yaşamamış olanlardı. Kuşaklar arasındaki bağ sanıldığı gibi tümüyle kopmuş değildi. Gelgelelim 80 kuşağı, kendinden önceki kuşağın adını aldığı 70’lerdeki etkin, umutlu yüzüyle değil, 80’den sonraki umutsuz ve ununu eleyemeden eleği kırılmış yüzüyle ilişkiye girdi. 80 kuşağının temsilcileri 70 kuşağının 80’den sonraki versiyonlarını model alarak biçimlendi. Kimi bu kuşağın bir kısmının yaptığı gibi günü yakalamanın, gününü gün etmenin maharetine inandı. Kimi marjinalliği, kıyıda köşede durup etliye sütlüye karışmamayı, ne pahasına olursa olsun kendini kitlelerden ayırmayı, kısacası çarpık bir elitizmi maharet sayma mantığının büyüsüne kapıldı. Kimi ise acıyı bal eylemenin, acı çekme kapasitesini başarı oranı gibi algılamanın doğru yol olduğunda karar kılarak kendini arabeskin kollarına bıraktı.
Kuşkusuz umutsuzluk iklimini yaratan salt “battı balık yan gider” ideolojisi ve yas tutamamanın melankolisi değildi. Politik olanı tanımlama sürecine içkin bir umutsuzluk tohumu daha baştan beri vardı. Feminizmin neden politik bir hareket olmadığını, olamayacağını anlatmak için nefes tüketenlerin geçerken değinmeden edemedikleri bir argüman var: “Feminizm politik olsaydı feministlerin devletle başı derde girerdi,” diye özetlenebilecek bir argüman bu. Politikayı yapılanlarla değil, başa gelenlerle tanımlayan, politik özneyi nesneleştiren bu anlayış, baskıyı değişmez ve mutlak bir veriye dönüştürüyor. Politik rüştümüzü ispatlamak için devlet baskısının ergenlik ayininden geçmemiz gerekiyorsa eğer, bu baskının ortadan kalktığı bir dünya hayal etme şansımızı da yitiriyoruz. Devlete endeksli politika anlayışı, sırf (devlet) babanın ilgisini çekmek için yaramazlık yapmaya benziyor. Politikada amaç da üzüm yemek değil, bağcı tarafından dövülmek olup çıkıyor. Politika anlayışımızın umutsuzluğu körükleyen başka bir yönü de var. İster sosyalist, ister feminist isterse etnik olsun tüm politik hareketlerin öncelikle toplu mücadeleyi gerektirecek sistematik bir baskının varlığına potansiyel taraftarlarını inandırması gerekiyor. Gelgelelim bu “bilinçlendirme” süreci hemen her seferinde aşırıya kaçarak bindiği dalı kesme noktasına varıyor. Baskının varlığına ikna etmeye çalışırken, ortaya eli her yere uzanabilen, her direnişi öngörebilen, hiçbir yumuşak karnı, kör noktası olmayan kadir-i mutlak bir baskı rejimi tablosu çıkartılıveriyor, komplo teorileri paranoyamızı besleyerek güçleniyor. Bu kadir-i mutlak baskıcı düzen anlayışını mantıki neticelerine kadar götürdüğümüzde de sinizme, “ne yapsak boş” umutsuzluğuna varıyoruz. 70 kuşağı, 80 kuşağına yaptıklarını değil, kendisine yapılanları öykülemeyi seçerken biraz da böyle bir bilinçlendirme kaygısı güdüyor olsa gerek. Ama sonuçta bu öyküleri dinleyenlerin politik değil sinik olup çıkmasına da şaşmamalı.
Sadede Gelmek, ya da N’olmuş Yani?
80 kuşağı, adını aldığı 80 darbesinin yarattığı değişimlerden ve buna eşzamanlı olarak dünyadaki değişimlerden etkilenerek biçimlendiği kadar, 70 kuşağının bu değişimler karşısında aldığı tutumlardan ve bunlara verdiği tepkilerden de etkilenerek oluşmuş bir kuşak. Bir şeylerin sonunda, başka bir şeylerin ise henüz biçimlenmiş başlangıcında konuşlanan bir geçiş dönemi kuşağı. Gerçekten de göz gözü görmeyen bir alacakaranlık kuşağı. Her iki kuşak da 80’den bu yana yüzünü, alacakaranlıkta görünmez kılınmış geleceğe değil, geçmişe dönerek yaşamakta. 2000 yılında 70 kuşağı hâlâ sağ salim hayatta ve ayakta olacak, olgunluk çağına adım atacak. 80 kuşağı ise en verimli çağını yaşamaya başlayacak. Kısacası tüm bu mutlaklaştırıcı on yıllık dilimlendirmelerimize karşın, aynı gelecekte var olacak, daha da önemlisi aynı geleceği birlikte var edecekler. Eğer bu alacakaranlığın günbatımını öncelediğine inanırsak, gelecek de karanlık olmaya mahkûm. Yok eğer yeni bir günü öncelediğine inanırsak, birlikte güneşin doğuşunu izlemememiz için bir neden yok.
Tuna Erdem’in bu yazısı, Defter dergisinin yaz 1999 tarihli 37. sayısında yayımlanmıştı.
Yazının orijinaline sadık kalınmıştır.