Resmî Tarih Anlatıları: 'Tıpkı Yalan Söyleyen Bir Babanız Olduğunu Öğrenmek Gibi'
BORA GÜRDAŞ
14 Mayıs 2015
SALT Ulus’ta 6 Haziran’a kadar sergilenecek olan, Esra Ersen’in Olası Bir Geçmiş: Kimi Bıyığıyla Oynar, Kimi Kollarını Kavuşturur Düşünürken (2013) ile Bir Kanarya Operası İçin Seçmeler (2011) ve Antonio Cosentino’nun Marmara’dan Kaçış: Stelyanos Hrisopulos Gemisi (2013) adlı işleri, Tanzimat’tan günümüze güç sahiplerinin, bir başka deyişle çoğunluğun, azınlıklara ve ötekileştirilen topluluklara bakışını irdeliyor, resmî tarih yazımının kapsamına almaktan imtina ettiği gerçeklere işaret ediyor.
Cosentino’nun sergideki enstalasyonu, kullanılmış tenekelerden el yapımı bir gemi ile bu geminin İstiklal Caddesi ve Beyoğlu sokaklarından geçirilerek Boğaz’a indirilmesini gösteren bir videodan oluşuyor. Sanatçı, üstünde lunapark ve helikopter pisti gibi çeşitli kurguları barındıran gemi imgesi üzerinden ironik bir anlatımla bu coğrafyadan gitmiş, gitmekte olan ve gitmek zorunda kalanlara dikkati çekiyor. Geminin çıkış noktası, eskiden bir Ermeni semti olan Kumkapı; bu bölgede şehrin demografik, etnik ve mekânsal dönüşümü kendini tüm açıklığıyla gösteriyor. Geminin kıç tarafında, limanına işaret eden Kumkapı ibaresi yer alıyor. Sanatçının esin kaynakları arasında, Tanzimat edebiyatının “ötekiler”e yönelik olumsuz tavrının karşısına kendi hâlinde, mazbut gayrimüslim karakterleri yerleştiren Sait Faik Abasıyanık’ın “Stelyanos Hrisopulos Gemisi” (1936) hikâyesi de var.
Kabaca bir genelleme yaptığımızda, Tanzimat edebiyatında azınlıkların masum bir biçimde tasvir edildiğini söylemek pek mümkün değil. Örneğin, Nabizâde Nâzım’ın ilk köy romanı olarak kabul gören Karabibik (1890) adlı eserindeki Rum doktorun karısı Eftelya, şehvet düşkünü, köyün gençleriyle yatıp kalkan bir karakter olarak betimlenir. Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası‘ndaki (1898) Bihruz Bey’in Fransızca hocası Mösyö Piyer de, kurnaz ve para hırsıyla yanıp tutuşan bir karakterdir. Dönemin pek çok romanında gördüğümüz, Müslüman erkek ve gayrimüslim kadın arasındaki aşk hikâyesinin mutlu sona ulaşması ise, kadının İslamiyet’i seçmesine bağlıdır. Cosentino da, oyuncak gemisi batırılan gayrimüslim bir çocuğun anlatıldığı Sait Faik hikâyesi temelinde yazarın, Tanzimat’tan itibaren edebiyatta süregelen milliyetçiliğe ve azınlık tasvirlerine karşı duruşuna vurgu yapıyor. Sanatçı, 2013’te Radikal gazetesinde yayımlanan söyleşisindeki “Tanzimat yazarları, Recaizade Mahmut Ekrem, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, hepsiyle aşk-nefret ilişkisi yaşıyorum. Çok beğendiğim, çok başarılı yazarlar ama Tanzimat edebiyatında öyle bir milliyetçi nüve var ki. Azınlıkları kullanma şekilleri çıldırtıcı düzeyde”1 sözleriyle işinin çıkış noktasını özetliyor.
Ersen’in, resmî tarih yazımı üzerine girift sorular soran Olası Bir Geçmiş (2013) adlı video enstalasyonu, ilginç bir şekilde, Cosentino’nun işiyle dirsek temasında. Ersen, işlerinde tarihsel belgeleri performatif bir biçimde, sıklıkla kullanan ve tarih yazımını sorgulayan bir sanatçı (1998 tarihli _Karussell_2 adlı projesinde bunun son derece çarpıcı bir örneğini vermiştir). Zaman ve mekânın üst üste bindiği bir tarihsel sorgulama niteliği taşıyan bu işinde de, E. adlı bir karakterin 2013’te, Sofya’da geçirdiği beş gün, sanatçının çizimleri, yazıları ve topladığı fotoğraflar üzerinden üçüncü tekil şahıs anlatımıyla seslendiriliyor. E., Sofya’ya, Yahya Kemal, Cenap Şahabettin ve Ahmet Rasim gibi, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Balkanlara seyahat etmiş olan Osmanlı seyyahları ve edebiyatçılarının izlerini aramak üzere gider. Şehri dolaşırken, hem elindeki metinlerle bir tarih okuması yapar, hem de serbest çağrışımlarla kendi deneyimini oluşturur. Bu seyyahlar yazılarında Osmanlı İmparatorluğu’nun eski Balkan vilayetlerine yaptıkları yolculukları anlatsalar da, aslında Osmanlı toplumuna dair bugünkü resmî tarih anlatılarından farklı bilgiler; modernleşme, Batılılaşma ve ulus devlet gibi kavramların nasıl algılandığına ve Cumhuriyet projesinin ilk nüvelerinin nasıl oluştuğuna dair fikir verirler. Ancak, söz konusu seyyahların yazılarındaki gözlemleme ve aktarma biçimi, yukarıda andığımız Tanzimat romanlarından çok farklı değildir. Bu yazıların tamamına sinen en net duygu, Ersen’in de dikkati çektiği üzere, “kibir”dir. Yahya Kemal, 1921’de, 19. yüzyılda yaşanan Bulgar Rönesansı’nın ardından çehresi değişen Sofya’nın, “zevksiz binalar yığınından oluşan, tarihsiz ve ruhsuz yeni bir Avrupa şehri görünümünde” olduğunu yazar. Cenap Şahabettin, Alexander Nevsky Katedrali’ni “Kremlin Sarayı’ndan koparılmış bir parça”ya benzetir; yazara göre, “süste abartı paranın çokluğundan ziyade zevkin azlığını gösterir, bir sanat anıtı darphaneyi anımsatmamalıdır”. Aynı yazar, Bulgarların şapka takmayı dahi beceremediklerini söyler. Bu noktada, 1925’teki Şapka İnkılâbı ile bu topraklarda yaşanan acemilikleri akla getiren Ersen ilginç bir ironi yaratır.
Değişen, dönüşen Bulgaristan’a karşı, bazen kibrini bazen de hayranlığını gizleyemeyen Mustafa Kemal’in gözlemleri de yer alıyor videoda. Bulgaristan’ın Osmanlı kimliğinden sıyrıldığı dönemde, 1913’te askerî ateşe olarak Sofya’ya giden Mustafa Kemal, burada 15 ay kalır ve elit tabaka, siyasetçiler ve aydınlarla tanışır. İzlediği bir operadan sonra, “Kim ne derse desin, şimdi Balkan Savaşı’nda neden yenildiğimizi daha iyi anlıyorum. Ben bu adamları çoban bilirdim, oysa tiyatroları, operaları bile var!” der. Ersen’in bu noktada dikkati çektiği mühim ayrıntılardan biri de, Osmanlı seyyahlarının şüphe ve mesafeyle yaklaştığı, görgüsüz bulduğu Sofya’nın Mustafa Kemal’e ilham kaynağı oluşunun, 10 yıl sonraki Cumhuriyet reformları üzerindeki etkisidir.
Ersen, 1870’lerin sonundan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’ndan adım adım kopan Bulgaristan’ın, Osmanlı egemenliğinde geçen 500 yılı kültür tarihinde neredeyse yok saymasına da işaret ediyor. Sofya Ulusal Tarih Müzesi’nde, Osmanlı döneminin bir camekânda sadece iki-üç kap, bir Kuran ve bir kılıç ile sergileniyor olması, bu yok saymanın en önemli kanıtlarından birisi belki de. Sanatçının, Bulgar tarihinde Osmanlı’ya neden bu kadar kısa yer verildiği sorusuna, Sofya Üniversitesi’nde görüştüğü bir tarih profesörü “Her devletin resmî tarihi menfaatlerine göre şekillenir” diye yanıt veriyor. Bu noktada Ersen, koşullandırılmış tarihselciliğin, Türkiye Cumhuriyeti dâhil, kendi kimliğini oluşturmaya çalışan her ulus devlette mevcut olduğuna vurgu yapıyor. Kimlik inşası, başkent inşasıyla özdeşleşiyor; bu durum, Sofya ve Ankara arasında paralellik kurarken izleyiciyi, bu kentlerin tarihi ve kurgusunu sorgulatan bir konuma yerleştiriyor. Mesela, bu video sayesinde haberdar olduğum, genç Cumhuriyet’in geçmişle bağlarını koparmak isteyen kurumlarının 1931’de Osmanlı arşivlerine ait belgeleri atık kâğıt olarak Bulgaristan’daki kâğıt fabrikalarına satışı, ulus devlet inşasında geçmişin inkârına iyi bir örnek teşkil ediyor. Bir kısmının Bulgaristan tarihine ait bilgileri içerdiği anlaşıldığında, bu belgeler Sofya Millî Kütüphanesi’ne aktarılmış. Kütüphane arşivindeki bazı belgeler oldukça düşündürücü: Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılan ilk nüfus sayımının kayıtları, Kâtip Çelebi’nin 17. yüzyılda coğrafya ve astronomi üzerine yazdığı Cihannüma, İbrahim Müteferrika tarafından basılan bir fantastik çeviri metin… Ersen, video süresince bize bu verileri oldukları gibi, taraf tutmadan fakat resmî tarih anlatılarını sorgulamamıza yönelik şekilde sunuyor. “Okulda ezberletilen tarihin dışında başka bir ihtimalin de olabileceğini fark etmek, kolay atlatılacak bir travma olmasa gerek” diyor Ersen: “Tıpkı yalan söyleyen bir babanız olduğunu öğrenmek gibi.”
Sanatçı, Bir Kanarya Operası İçin Seçmeler (2011) adlı video enstalasyonunda ise, Tanzimat romancılarının, geç Osmanlı seyyahlarının “kibirli” dilinin akrabası sayabileceğimiz; Türkiye’deki birçok kent inisiyatifi, işçi sendikası, siyasi parti ve bürokratın Kanarya Sevenler Derneği’ne yönelik “küçümseyici” söylemlerini ironik bir dille ele alıyor. Kanarya Sevenler Derneği’nin üyeleri, onlarca kanarya kafesinin önünde durarak sanatçının kendilerine verdiği metinleri okuyorlar. Bu derneğin seçilmesindeki amaç, söz konusu propagandacıların konuşmalarında sürekli olarak Kanarya Sevenler Derneği olmadıklarını vurgulaması. Derneğin adını zikrederek kendilerini daha bilinçli ve sorumluluk sahibi olarak lanse etmeye çalışanların durumu trajikomik; ciddi bir akıl tutulmasına işaret ediyor: “Siz Atatürkçü Düşünce Derneği’ni Kanarya Sevenler Derneği mi sandınız?”, “Herhangi bir siyasi partiyle organik bağımız kesinlikle yoktur, ancak Atatürk ilke ve devrimlerinden yanayız, çünkü biz Kanarya Sevenler Derneği falan değiliz”, “Sendikalar Kanarya Sevenler Derneği değildir.” Ersen’in bu tür konuşmalardan yaptığı seçkileri okuyarak birer aktöre dönüşen dernek üyeleri, kanaryaların arasında durarak oranın bir Kanarya Sevenler Derneği olmadığını farklı şekillerde ifade ediyorlar video boyunca. Ersen’in işi, bu anlamda görüntü ve metin arasındaki bağları bulanıklaştırıp Türkiye’nin politik gündemine de atıfta bulunuyor.
Birbirinden oldukça farklı sanatsal eğilimleri yansıtan bu iki sanatçının aynı sergide buluşması ilk başta şaşırtıyor, ancak, izlenildiği vakit bu işlerin incelikli bir biçimde birbirine teyellendiği görülüyor. Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine (1997) adlı eserinde, “19. ve 20. yüzyıllardaki geri kalmış ülkelerin tarihi, taklit yoluyla daha ileri dünyayı yakalamaya çalışmanın tarihidir” der. Ersen ve Cosentino’nun işleri, Hobsbawm’ın bu sözünü tekrar düşünmek için bize bir fırsat sunuyor.
*Istanbul Art News dergisinin Mayıs 2015 tarihli sayısı için hazırlanan bu yazı, yazarının izniyle SALT blogu için yeniden gözden geçirilmiştir.
Cosentino’nun sergideki enstalasyonu, kullanılmış tenekelerden el yapımı bir gemi ile bu geminin İstiklal Caddesi ve Beyoğlu sokaklarından geçirilerek Boğaz’a indirilmesini gösteren bir videodan oluşuyor. Sanatçı, üstünde lunapark ve helikopter pisti gibi çeşitli kurguları barındıran gemi imgesi üzerinden ironik bir anlatımla bu coğrafyadan gitmiş, gitmekte olan ve gitmek zorunda kalanlara dikkati çekiyor. Geminin çıkış noktası, eskiden bir Ermeni semti olan Kumkapı; bu bölgede şehrin demografik, etnik ve mekânsal dönüşümü kendini tüm açıklığıyla gösteriyor. Geminin kıç tarafında, limanına işaret eden Kumkapı ibaresi yer alıyor. Sanatçının esin kaynakları arasında, Tanzimat edebiyatının “ötekiler”e yönelik olumsuz tavrının karşısına kendi hâlinde, mazbut gayrimüslim karakterleri yerleştiren Sait Faik Abasıyanık’ın “Stelyanos Hrisopulos Gemisi” (1936) hikâyesi de var.
Kabaca bir genelleme yaptığımızda, Tanzimat edebiyatında azınlıkların masum bir biçimde tasvir edildiğini söylemek pek mümkün değil. Örneğin, Nabizâde Nâzım’ın ilk köy romanı olarak kabul gören Karabibik (1890) adlı eserindeki Rum doktorun karısı Eftelya, şehvet düşkünü, köyün gençleriyle yatıp kalkan bir karakter olarak betimlenir. Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası‘ndaki (1898) Bihruz Bey’in Fransızca hocası Mösyö Piyer de, kurnaz ve para hırsıyla yanıp tutuşan bir karakterdir. Dönemin pek çok romanında gördüğümüz, Müslüman erkek ve gayrimüslim kadın arasındaki aşk hikâyesinin mutlu sona ulaşması ise, kadının İslamiyet’i seçmesine bağlıdır. Cosentino da, oyuncak gemisi batırılan gayrimüslim bir çocuğun anlatıldığı Sait Faik hikâyesi temelinde yazarın, Tanzimat’tan itibaren edebiyatta süregelen milliyetçiliğe ve azınlık tasvirlerine karşı duruşuna vurgu yapıyor. Sanatçı, 2013’te Radikal gazetesinde yayımlanan söyleşisindeki “Tanzimat yazarları, Recaizade Mahmut Ekrem, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, hepsiyle aşk-nefret ilişkisi yaşıyorum. Çok beğendiğim, çok başarılı yazarlar ama Tanzimat edebiyatında öyle bir milliyetçi nüve var ki. Azınlıkları kullanma şekilleri çıldırtıcı düzeyde”1 sözleriyle işinin çıkış noktasını özetliyor.
Ersen’in, resmî tarih yazımı üzerine girift sorular soran Olası Bir Geçmiş (2013) adlı video enstalasyonu, ilginç bir şekilde, Cosentino’nun işiyle dirsek temasında. Ersen, işlerinde tarihsel belgeleri performatif bir biçimde, sıklıkla kullanan ve tarih yazımını sorgulayan bir sanatçı (1998 tarihli _Karussell_2 adlı projesinde bunun son derece çarpıcı bir örneğini vermiştir). Zaman ve mekânın üst üste bindiği bir tarihsel sorgulama niteliği taşıyan bu işinde de, E. adlı bir karakterin 2013’te, Sofya’da geçirdiği beş gün, sanatçının çizimleri, yazıları ve topladığı fotoğraflar üzerinden üçüncü tekil şahıs anlatımıyla seslendiriliyor. E., Sofya’ya, Yahya Kemal, Cenap Şahabettin ve Ahmet Rasim gibi, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Balkanlara seyahat etmiş olan Osmanlı seyyahları ve edebiyatçılarının izlerini aramak üzere gider. Şehri dolaşırken, hem elindeki metinlerle bir tarih okuması yapar, hem de serbest çağrışımlarla kendi deneyimini oluşturur. Bu seyyahlar yazılarında Osmanlı İmparatorluğu’nun eski Balkan vilayetlerine yaptıkları yolculukları anlatsalar da, aslında Osmanlı toplumuna dair bugünkü resmî tarih anlatılarından farklı bilgiler; modernleşme, Batılılaşma ve ulus devlet gibi kavramların nasıl algılandığına ve Cumhuriyet projesinin ilk nüvelerinin nasıl oluştuğuna dair fikir verirler. Ancak, söz konusu seyyahların yazılarındaki gözlemleme ve aktarma biçimi, yukarıda andığımız Tanzimat romanlarından çok farklı değildir. Bu yazıların tamamına sinen en net duygu, Ersen’in de dikkati çektiği üzere, “kibir”dir. Yahya Kemal, 1921’de, 19. yüzyılda yaşanan Bulgar Rönesansı’nın ardından çehresi değişen Sofya’nın, “zevksiz binalar yığınından oluşan, tarihsiz ve ruhsuz yeni bir Avrupa şehri görünümünde” olduğunu yazar. Cenap Şahabettin, Alexander Nevsky Katedrali’ni “Kremlin Sarayı’ndan koparılmış bir parça”ya benzetir; yazara göre, “süste abartı paranın çokluğundan ziyade zevkin azlığını gösterir, bir sanat anıtı darphaneyi anımsatmamalıdır”. Aynı yazar, Bulgarların şapka takmayı dahi beceremediklerini söyler. Bu noktada, 1925’teki Şapka İnkılâbı ile bu topraklarda yaşanan acemilikleri akla getiren Ersen ilginç bir ironi yaratır.
Değişen, dönüşen Bulgaristan’a karşı, bazen kibrini bazen de hayranlığını gizleyemeyen Mustafa Kemal’in gözlemleri de yer alıyor videoda. Bulgaristan’ın Osmanlı kimliğinden sıyrıldığı dönemde, 1913’te askerî ateşe olarak Sofya’ya giden Mustafa Kemal, burada 15 ay kalır ve elit tabaka, siyasetçiler ve aydınlarla tanışır. İzlediği bir operadan sonra, “Kim ne derse desin, şimdi Balkan Savaşı’nda neden yenildiğimizi daha iyi anlıyorum. Ben bu adamları çoban bilirdim, oysa tiyatroları, operaları bile var!” der. Ersen’in bu noktada dikkati çektiği mühim ayrıntılardan biri de, Osmanlı seyyahlarının şüphe ve mesafeyle yaklaştığı, görgüsüz bulduğu Sofya’nın Mustafa Kemal’e ilham kaynağı oluşunun, 10 yıl sonraki Cumhuriyet reformları üzerindeki etkisidir.
Ersen, 1870’lerin sonundan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’ndan adım adım kopan Bulgaristan’ın, Osmanlı egemenliğinde geçen 500 yılı kültür tarihinde neredeyse yok saymasına da işaret ediyor. Sofya Ulusal Tarih Müzesi’nde, Osmanlı döneminin bir camekânda sadece iki-üç kap, bir Kuran ve bir kılıç ile sergileniyor olması, bu yok saymanın en önemli kanıtlarından birisi belki de. Sanatçının, Bulgar tarihinde Osmanlı’ya neden bu kadar kısa yer verildiği sorusuna, Sofya Üniversitesi’nde görüştüğü bir tarih profesörü “Her devletin resmî tarihi menfaatlerine göre şekillenir” diye yanıt veriyor. Bu noktada Ersen, koşullandırılmış tarihselciliğin, Türkiye Cumhuriyeti dâhil, kendi kimliğini oluşturmaya çalışan her ulus devlette mevcut olduğuna vurgu yapıyor. Kimlik inşası, başkent inşasıyla özdeşleşiyor; bu durum, Sofya ve Ankara arasında paralellik kurarken izleyiciyi, bu kentlerin tarihi ve kurgusunu sorgulatan bir konuma yerleştiriyor. Mesela, bu video sayesinde haberdar olduğum, genç Cumhuriyet’in geçmişle bağlarını koparmak isteyen kurumlarının 1931’de Osmanlı arşivlerine ait belgeleri atık kâğıt olarak Bulgaristan’daki kâğıt fabrikalarına satışı, ulus devlet inşasında geçmişin inkârına iyi bir örnek teşkil ediyor. Bir kısmının Bulgaristan tarihine ait bilgileri içerdiği anlaşıldığında, bu belgeler Sofya Millî Kütüphanesi’ne aktarılmış. Kütüphane arşivindeki bazı belgeler oldukça düşündürücü: Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılan ilk nüfus sayımının kayıtları, Kâtip Çelebi’nin 17. yüzyılda coğrafya ve astronomi üzerine yazdığı Cihannüma, İbrahim Müteferrika tarafından basılan bir fantastik çeviri metin… Ersen, video süresince bize bu verileri oldukları gibi, taraf tutmadan fakat resmî tarih anlatılarını sorgulamamıza yönelik şekilde sunuyor. “Okulda ezberletilen tarihin dışında başka bir ihtimalin de olabileceğini fark etmek, kolay atlatılacak bir travma olmasa gerek” diyor Ersen: “Tıpkı yalan söyleyen bir babanız olduğunu öğrenmek gibi.”
Sanatçı, Bir Kanarya Operası İçin Seçmeler (2011) adlı video enstalasyonunda ise, Tanzimat romancılarının, geç Osmanlı seyyahlarının “kibirli” dilinin akrabası sayabileceğimiz; Türkiye’deki birçok kent inisiyatifi, işçi sendikası, siyasi parti ve bürokratın Kanarya Sevenler Derneği’ne yönelik “küçümseyici” söylemlerini ironik bir dille ele alıyor. Kanarya Sevenler Derneği’nin üyeleri, onlarca kanarya kafesinin önünde durarak sanatçının kendilerine verdiği metinleri okuyorlar. Bu derneğin seçilmesindeki amaç, söz konusu propagandacıların konuşmalarında sürekli olarak Kanarya Sevenler Derneği olmadıklarını vurgulaması. Derneğin adını zikrederek kendilerini daha bilinçli ve sorumluluk sahibi olarak lanse etmeye çalışanların durumu trajikomik; ciddi bir akıl tutulmasına işaret ediyor: “Siz Atatürkçü Düşünce Derneği’ni Kanarya Sevenler Derneği mi sandınız?”, “Herhangi bir siyasi partiyle organik bağımız kesinlikle yoktur, ancak Atatürk ilke ve devrimlerinden yanayız, çünkü biz Kanarya Sevenler Derneği falan değiliz”, “Sendikalar Kanarya Sevenler Derneği değildir.” Ersen’in bu tür konuşmalardan yaptığı seçkileri okuyarak birer aktöre dönüşen dernek üyeleri, kanaryaların arasında durarak oranın bir Kanarya Sevenler Derneği olmadığını farklı şekillerde ifade ediyorlar video boyunca. Ersen’in işi, bu anlamda görüntü ve metin arasındaki bağları bulanıklaştırıp Türkiye’nin politik gündemine de atıfta bulunuyor.
Birbirinden oldukça farklı sanatsal eğilimleri yansıtan bu iki sanatçının aynı sergide buluşması ilk başta şaşırtıyor, ancak, izlenildiği vakit bu işlerin incelikli bir biçimde birbirine teyellendiği görülüyor. Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine (1997) adlı eserinde, “19. ve 20. yüzyıllardaki geri kalmış ülkelerin tarihi, taklit yoluyla daha ileri dünyayı yakalamaya çalışmanın tarihidir” der. Ersen ve Cosentino’nun işleri, Hobsbawm’ın bu sözünü tekrar düşünmek için bize bir fırsat sunuyor.
*Istanbul Art News dergisinin Mayıs 2015 tarihli sayısı için hazırlanan bu yazı, yazarının izniyle SALT blogu için yeniden gözden geçirilmiştir.
- 1.Müge Büyüktalaş, "Şehirle aşk-nefret ilişkisi yaşıyoruz", 16.12.2013.
- 2.Erden Kosova, "Sızlanmanın Nesi Var?", Uluslararası Sanat Dünyası ve Bu Dünyanın Dışarıda Bıraktıkları Üzerine Bir Kahve Sohbeti (7. İstanbul Bienali döneminde), 2001.