Dinamo Mesken: Politik Bir Futbol Olarak Türk Futbolu
30 Nisan 2015
Türkiyeli sanatçı Ege Berensel’in SALT Ulus’ta gerçekleştirilen Dinamo Mesken sergisi, 1970’lerin sonunda Türkiye’nin siyasi çalkantılarına sürüklenen amatör bir futbol kulübünün hikâyesini anlatır. Sol ve sağ görüşlü grupların silahlı çatışmaya girmesiyle gittikçe tırmanan olaylar, askerî darbe ve beraberinde travmatik bir son getirir.
Berensel’in beş yılı aşkın bir süre yürüttüğü ve sergide belgesel, buluntu görüntü ve fotoğraflarla görselleştirdiği araştırma, taraftarlık, şiddet, tükeniş ve dirilişe dair bir hikâyedir. Futbolun hâlâ hem siyasi iktidar hem de isyana araç olması nedeniyle güncelliğini korur.
1968’de Bursa’da doğan ve Anadolu’nun kuzeybatısındaki bu şehirde büyüyen Berensel, Ankara’da buluştuğumuzda, Bursa’da semtlerin ideolojilere göre bölündüğünü anlattı: “Solcu ve sağcı semtlerin, solcu ve sağcı futbol takımları vardı.”
Berensel’in çocukluk yıllarında Mesken, Bursa’nın solcu semtlerindendir. 1975’te çoğu Mesken sakini, şehrin profesyonel kulübü Bursaspor’un, Sovyet takımı Dinamo Kiev’le oynayacağı Avrupa Kupa Galipleri Kupası çeyrek final maçını seyretmek üzere Bursa’daki stadyuma akın eder. Kiev’in hızlı ve atak futbolundan etkilenen birçok Mesken taraftarı açıktan, Bursaspor’u yenerek yoluna devam eden ve kupayı kazanan bu takımı destekler.
İlerleyen haftalarda, Mesken’in amatör takımı Ertuğrulgazi’nin taraftarları, maçlarda “Dinamo Mesken” tezahüratına başlar. Kulüp, politik bir duruş ifade eden ve komünist Sovyetler Birliği’yle ilişkilenen bu yeni ve riskli lakapla daha geniş bir tanınırlık kazanır.
Kulübün solcu olduğu düşünülür ama aslında oyuncu ve yöneticilerin birçoğu sol görüşlü değildir. Hatta, takımın en iyi oyuncularından biri, aşırı sağ Milliyetçi Hareket Partisi’ni desteklemektedir.
Mesken’de ahşap lambrili, erkeklerin çoğunlukta olduğu bir kafede, bazı eski oyuncu, idareci ve taraftarlarla konuşurken kulübün 1970’lerdeki yöneticilerinden Tunçkanat Yeğin (69), “Spora siyaset karıştırılmasından hoşlanmıyorum” diyor. Yeğin’e göre, Dinamo Mesken, bir mahrumiyet bölgesinde insanları bir araya getiren sosyal bir kurumdur. Amatör Dinamo Mesken’in çoğu taraftarı şehirde yaşar; maçlarını 300-500 taraftar takip eder. O dönemin sert siyasi kutuplaşma ortamında, popülerlik kazanan bu kulübün sağcı gruplar ve resmî makamların ilgisini çekmesi belki de kaçınılmazdır.
Bülent Merey (66), 1970’lerin sonunda kulübün teknik direktörüdür. Bir akşam kulüp binasının kapısını kilitlerken yanına gelen polislerin futbolcular hakkında sorular sorduğunu anlatıyor: “Onlara dedim ki: ‘Burası bir spor kulübü, siyasetle işimiz olmaz.’” Ertesi sabah Merey, geceleyin kulüp binasına yapıştırılmış solcu afişleri söker. “Yani, solcuları da uyarmak zorunda kaldım: ‘Burası bir spor kulübü! Siyasete alet edemezsiniz.’”
Rakip taraftarlar kulübü komünist olmakla suçlayınca maçlarda gerginlik artar. 1978’de karşıt görüşlü gruplar arasındaki çatışmalar yoğunlaşır, Mesken semti savaş alanına döner. Semtte yaşayan erkekler, sağ görüşlü grupların bölgeye gelip birilerini öldürmesini engellemek üzere silahlanarak nöbet tutmaya başlar.
Berensel’in sergisinde fotoğrafları slayt projeksiyon olarak sunulan Cemal Karadağ, söz konusu dönemde kulübün fotoğrafçısıdır. 1970’lerin sonunda çekilmiş siyah-beyaz takım fotoğraflarından birinde, ön sıradaki futbolcular, 1980’lerde popülerliğini kaybeden siyah-beyaz damalı futbol toplarından tutmaktadır. Genç erkekler, zamanın modasına uygun Lego tarzı saç kesimleriyle dikkati çeker. Bu, tükenmenin eşiğindeki bir takımın fotoğrafıdır.
Sağ görüşlü bir grupla bağlantılı biri, 29 Temmuz 1980’de Karadağ’ın stüdyosuna giderek belinden çıkardığı silahla fotoğrafçıyı öldürür. “Karadağ, hem takıma hem de semte yakın olduğu için onu hedef seçtiler” diyor Berensel: “Ölümü semtte travmaya neden oldu.”
Politik çatışmalar gitgide şiddetlenir. 12 Eylül 1980’de ordu, ülke genelindeki olayları bastırmak üzere yönetime el koyar. Askerî yönetimin baskılarına Dinamo Mesken de maruz kalır. 1981’de kulübün lakabı “milli değerlere açıktan bir saldırı” olarak nitelenerek kulüp kapatılır; bazı oyuncu ve yöneticileri tutuklanır, işkence görür, yargılanır ve haraç toplama suçundan ceza alır. Eski üyelere göre, bu suçlamalar politik nedenlere dayanmaktadır.
Berensel, futbolla yatıp kalkan Türkiye’de siyasi erkin, bu sporu desteklediği kadar ondan korktuğunu da düşünüyor: “Futbolu hep kontrol altında tutmak istediler. Taraftarların bir araya gelmesinden korkuyorlar.”
Dinamo Mesken kapatılmış olsa da, hikâyesi burada bitmiyor.
“Resmî makamlar tüm alanları ele geçirdi, futbol hariç”
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ordu, laik devlet ve millî değerlerin korunması gerektiğini ileri sürerek farklı yıllarda sivil yönetime doğrudan müdahalede bulunmuştur.
Berensel’in hayatında bir dönüm noktası olan 1980 askerî darbesi, üretiminin ana konularından birini oluşturur. Ailesi sol görüşlüdür, sürekli takip edilirler, babası polisten kaçarken yolda hayatını kaybeder. “Hayatımdaki en önemli olay olduğu için bu konuyu hikâyeleştiriyorum.”
Berensel, Dinamo Mesken’in kapatılmasının, semti baskı altında tutarak kontrol etme girişiminin bir parçası olduğunu düşünüyor. Yetkililer, semt sakinlerini tutuklayarak, taşınmaya zorlayarak, semtin göbeğine polis lojmanları inşa ederek Mesken’in politik yapısını değiştirmeye çalışmışlar.
Söz konusu yıllarda kapanmaya zorlanan ve en az üçü Bursa’da, diğerleri Ankara’da bulunan amatör futbol kulüplerini de belgeleyen sanatçı, resmî makamların uzun zamandır, taraftarların kitleler hâlinde bir araya gelmesinden korktuğuna inanıyor. 1915’te Ermeni futbol takımlarının olası politik etkiler nedeniyle dağıtılmasını, solcu amatör kulüplerinin yaşadıklarına benzeten Berensel, “Bu, uzun, eski ve aynı bildik hikâye” diyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk futbol maçları 1875’te oynanır, ne var ki 20. yüzyılın başlarına kadar Türklerin futbol oynaması yasaktır. Ancak, sporun giderek daha fazla rağbet görmesiyle 1950’lerin başında profesyonel lige geçilir. Zaman içerisinde bir takıma bağlılığın kimlikle özdeşleştiği Türkiye’de, bir tahmine göre, nüfusun yüzde 76’sı aktif futbol taraftarı.
Politik manzara değişip siyasal İslamın yükselişiyle Kemalizm ve ordunun gücü azalmaya başlasa da, Türkiye’de popüler olan bu “güzel oyun” kaçınılmaz şekilde, hem futbolu kontrol altında tutmak hem de kitleleri etkileme gücünden yararlanmak isteyen otoritenin dikkatini çeker.
Altınsay Filmişleri’nin kurucusu ve Beşiktaş Kulübü eski kongre üyesi İbrahim Altınsay, siyasetçilerin miting yaptıkları şehrin takımının atkısını mutlaka taktığını belirtiyor: “Ama bir sonraki şehirde, muhtemelen o takımın ezeli rakibi olan takımın atkısını takıyorlar! Genel seçimler öncesinde, bir siyasetçiyi aynı gün farklı atkılarla görebilirsiniz; çünkü Türkiye’de futbol, insanları etkilemenin en hızlı yolu.”
Futbol, sistemli bir şekilde politikleştiriliyor. Açıklamalarının olası sonuçlarından çekindiği için gerçek adının kullanılmasını istemeyen önemli spor avukatı “Ahmet”, “Spor, tüm siyasetçiler için büyük bir silah, sadece iktidardaki siyasetçiler ve iktidar partisi için değil, muhalefet için de” diyerek ekliyor: “Türkiye’de kulüpleri siyasi partiler yönetir ve bu ikisi birbirini besler.”
Siyasi partiler, büyük kulüpler kadar, daha küçük taşra takımlarında da üyeleri olmasını amaçlıyor. Türkiye’deki çoğu şehirde, yerel futbol kulübünü belediye yönetiyor ve üyeler tarafından seçilen kulüp başkanları genellikle bir süre sonra siyasete giriyor. Dolayısıyla, politik kariyerleri kulübün başarısına bağlı hâle geliyor. Takıma yeni bir oyuncu alındığında, prim kazanıldığında ya da rakip takım yenilgiye uğratıldığında şehirdeki en popüler kişi oluyorlar.
Bir kulübe başkanlık etmenin çok önemli avantajları olabiliyor. “Büyük kulüplerden birinin başkanıysanız, her kapı size açılır” diyor Altınsay: “Siyasetçiler, bankalar, büyük şirketler yakın arkadaşınız olur. Bu, size siyasi bir güç sağlar.”
Türkiye’nin cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, futboldan bahsetmeyi, yarı profesyonel futbolcu geçmişine dikkati çekmeyi seviyor. Erdoğan’ın doğup büyüdüğü Kasımpaşa semtinin takımı, maçlarını artık “Recep Tayyip Erdoğan Stadyumu”nda oynuyor. Erdoğan sık sık, Türkiye’nin şu anda en başarılı takımı olan Fenerbahçe’ye de desteğini ifade ediyor.
Öte yandan, futbol taraftarları arasında da muhaliflik söz konusu. Berensel, projesiyle aynı zamanda, futboldaki güncel politik gerilimleri ortaya koymayı amaçladığını söylüyor. Sanatçının sergide yer alan kısa videosu Biber Gazı Oley! (2014), büyük kulüplerin taraftarları ile binlerce destekçisi olan Çarşı gibi taraftar gruplarının, 2013’te Gezi Parkı’nda başlayıp hızla ülkeye yayılan protestolara katılışını gösteriyor. Erdoğan’ın bu olaylara yanıtı, futbol taraftarlarının gücünü kısıtlayan bir dizi tedbir olmuştu.
Berensel, futbolun güçlü bir politik potansiyeli olduğuna inanıyor: “Resmî makamlar tüm alanları ele geçirdiler, futbol hariç.”
“Her yer Taksim, her yer direniş”
Uzun zamandır Çarşı üyesi olan Mehmet (gerçek adı değil), buluşma teklifimi memnuniyetle kabul etti. Beşiktaş’ta bir birahanede bir araya gelmeyi önerdi ve tıknaz, sakallı bir adama bakınmamı söyledi. Konuşmamıza birkaç 50’lik Guinness eşlik etti; siyah-beyazlı Beşiktaş taraftarına uygun bir içki.
Türkiyelilerin çoğu, tamamı İstanbul takımı olan “üç büyükler”den birini destekliyor: Galatasaray (genellikle Osmanlı dönemi seçkinleriyle bağdaştırılıyor); Fenerbahçe (en zengin kulüp ve şimdiki şampiyon); Beşiktaş (en eski kulüp, genellikle işçi sınıfının takımı olarak biliniyor ve taraftarları kendini ezilen kesimden görüyor). “Üç büyükler”, kendi aralarında prestij, para ve bazı istisnalarla Türk futbolunun en şanlı takımı olma sıfatını paylaşma eğiliminde.
1980’lerin başında kurulan Çarşı, adını, Avrupa yakasında Boğaz kıyısında yer alan ve Osmanlı döneminden kalma Dolmabahçe Sarayı’na ev sahipliği yapan merkezî ilçe Beşiktaş’ın çarşısından alıyor.
Mehmet, Çarşı’ya üye olmanın form doldurmakla alakalı olmadığını; bunun ötesinde, takıma duyulan büyük aşkı paylaşmakla, bölgede bağlantılar kurarak belli bir biçimde davranmakla mümkün olduğunu söylüyor. Şu anda yeniden inşa edilmekte olan eski stadyumlarında, akustiğiyle tezahüratlarını güçlendiren Kapalı tribünde toplanırlarmış.
Logosu anarşist “A” sembolünü içeren Çarşı, genellikle sol görüşlü siyasetle ilişkilendiriliyor. Çarşı’lılar, hayvan barınaklarına yardım etme, maden faciası mağdurlarına destek olma, uzaktaki yoksul köy okullarına kitap, giysi ve kırtasiye malzemesi gönderme gibi toplumsal aktivist faaliyetleriyle tanınıyor. Irak Savaşı ve nükleer enerji karşıtı protestolar düzenlemişler. Kan bağışında bulunmayı seviyorlar. “Bir deyiş var: ‘Beşiktaş iç sesidir’” diyor Mehmet: “İnsanlara yardım etmeye gönüllü olmalısınız, onlara kendinize nasıl davranılmasını istiyorsanız öyle davranmalısınız, imkânınız varsa durumu sizin kadar iyi olmayanlara yardım etmelisiniz. Burada pek çoğumuz böyle yetiştirildik.”
Çarşı’lılar, uyumlu ve tekdüze bir siyasi ya da ideolojik çerçeveye indirgenmeye karşı çıkıyor. Genel olarak ırkçılığa, faşizme, homofobiye, cinsiyetçiliğe, hayvan istismarına ve çevre yıkımına karşı güçlü bir duruş sergileseler de, üyeler farklı geçmiş ve ideolojik görüşlerden geliyor. Bazen de, muhalefetin dozunu kaçırıp saygısızca davranabiliyorlar. En meşhur tezahüratları arasında, “Çarşı her şeye karşı” ve şaka yollu söyledikleri “Çarşı kendine de karşı” var.
Gezi Direnişi’nde Çarşı’nın rolü göz ardı edilemez. Mehmet, protestoların kendisini şaşırttığını söylüyor: “Ben her zaman insanların hakları için mücadele etmesini istedim, ama Türklerin bunu yapacağını ya da yapabileceğini hiç düşünmemiştim, çünkü -görünürde- kimsenin umrunda değildi. Ama birgün oluverdi işte, birdenbire.”
Gezi Parkı’na dair hükümetin kentsel dönüşüm planını protesto etmek amacıyla 28 Mayıs 2013’te küçük bir grup oturma eylemi başlatır. Avrupa yakasının merkezindeki az sayıdaki ağaçlık alandan biri olan park, Osmanlı Topçu Kışlası’na dönüştürülecektir. Kışlada alışveriş merkezi, lüks konutlar ve bir de müze olacağına dair söylentiler vardır.
Oturma eylemini görmeye giden Mehmet, “30-40 hippi çadırlarda bira içiyordu, olağandışı bir şey yoktu” diyor. Polis oturma eylemini zorla dağıtınca, Çarşı üyeleri dayanışma için protestolara katılmaya karar verir. Beşiktaş’ta toplanan binlerce kişi, Taksim Meydanı’na giden kısa yokuşu çıkmaya başlar. “Polisler barikat kurmuştu ama bizi görür görmez yoldan çekildiler” diye anlatıyor Mehmet gülerek.
Başka futbol kulüplerinden binlerce taraftarın da katıldığı protestolar tarihî bir dönüm noktası olur. Bazı futbol taraftarları, hafta sonlarını polisle çatışıp gazlanarak geçirir. Bu olaylardan bir ay önce, sezonun son maçından evvel Dolmabahçe’de yaşanan gerginlik yüzünden polis ve Çarşı arasında zaten süregelen bir husumet vardır.
Taksim’de taraftarlar, barikatlar kurup polis hattını taşa tutarak, biber gazı kapsüllerini geri fırlatarak güvenlik güçlerine karşı kendilerini savunur. Hatta Beşiktaş taraftarları, ele geçirdikleri bir dozerle bir TOMA’yı kovalar. Polisin meydandan çıkarılmasının ardından protestolar büyür; ülke genelinde, yine taraftarların ön planda olduğu benzer gösteriler patlak verir.
Taksim’deki gösterilerde, farklı İstanbul takımlarından hatırı sayılır sayıda taraftar, ilk kez aralarındaki ezelî rekabet ve şiddeti bir kenara bırakıp birlik olur. “Hayatımda gördüğüm en güzel şeylerdendi” diyor Mehmet: “Çünkü, bir Fenerbahçe taraftarıyla bir Galatasaray taraftarını caddede kol kola, birlikte yürürken görmeyi hiç beklemezdim. Bir Fenerbahçe taraftarının formasını çıkarıp yırtarak, bir Galatasaray taraftarının kanayan bacağına sarmasına şahit oldum.”
Protestoların ilerleyen günlerinde, Gezi Parkı’nın korunması meselesinin ötesinde farklı sıkıntılar da gündeme gelir; bunların çoğu, iktidardaki AKP’nin gittikçe artan otoriterliğiyle ilgilidir.
“Oraya sadece parkı savunmak, ağaçların kesimi ve bu alanın bozulmasını engellemek üzere gittik. Ama sonra bu, büyük bir politik meseleye dönüştü” diyen Mehmet, çevik kuvvetin Haziran ortasında meydanı boşaltmasından önce, sağ ve sol görüşlü çeşitli grupların kendi siyasi gündemlerini dayatmasının çoğu Çarşı üyesinin meydandan ayrılmasına neden olduğunu anlatıyor.
Mehmet, Beşiktaş’ın belirli siyasi ideolojiler ve gruplarla ilişkilendirilmesinden endişe duyduğunu anlatıyor: “[Bir taraftar olarak] futbol kulübünü temsil ediyorsunuz, dolayısıyla bir şekilde dikkatli olmanız lazım. Aşırı solcuysanız ve bununla ilgili bir nevi hastalıklı bir tutumunuz varsa, insanlar takımı da öyle görmeye başlıyor. Oysa, gerçek bu değil. Bence ‘eşitlik’ bizim için en önemli kelime. Geyler, lezbiyenler, köpekler, kediler, ağaçlar -ya da her kimse/neyse- için eşitlik.”
Protestolardan sonraki dönemde hükümet, futbol taraftarlarının süregelen direniş eylemlerini bastırmak üzere stadyumlarda “siyasi” tezahürat ve pankartları yasaklar. Fakat, bu tedbirler tam tersine muhalefeti canlandırır. Çarşı’nın buna yanıtı da yine bir tezahüratla olur: “Her yer Taksim, her yer direniş.”
“Gezi Parkı olayları ve hükümetin gittikçe artan müdahaleleriyle stadyumlar birer siyasi arenaya dönüştü. 2013’ten bu yana siyasi tezahürat yapılmayan tek bir stadyum bulamazsınız” diyor, Kadir Has Üniversitesi Spor Çalışmaları Merkezi Müdürü Emir Güney ve ekliyor: “[Gezi protestoları] sisteme karşı bir birliktelik fikri yarattı.”
2014 Nisan’ında futbol taraftarları, lig maçlarına giden herkesin Passolig kartı almasını şart koşan tartışmalı e-bilet sisteminin kullanıma girmesini protesto etti. Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) ise, kartın, şiddete başvuranların tespit edilmesine olanak tanıyacağını, küfürü ve kaçak izleyicileri engelleyeceğini, karaborsa bilet satışlarını önleyerek daha fazla kadın ve çocuğun maçlara gitmesini sağlayacağını savundu.
E-bilet sistemi fikri ilk olarak 2011’de, hükümetin holiganizmle mücadele kanunuyla ortaya atıldı. 2011’den itibaren, büyük kulüpler arasında oynanan derbi maçlarına, izdiham ve arbede tehlikesi nedeniyle deplasman takım taraftarları alınmamaya başlandı. Beşiktaş ve Bursaspor arasındaki maçlar ise, aralarındaki rekabetin şiddeti yüzünden izleyicisiz oynanıyor.
Taraftarların şikâyetçi olduğu pek çok mesele var: polis şiddeti, eski ve güvenliksiz stadyumlar, yüksek bilet fiyatları, yolsuzluklar, baskıcı kural ve düzenlemeler ile tüketici haklarını ihlal edip kişisel bilgileri özel şirketlerle paylaşan ve taraftarları, Erdoğan’ın damadının yöneticisi olduğu Çalık Holding’in yan kuruluşu olan Aktif Bank’ın müşterisi olmaya zorlayan Passolig sistemi. Çoğu taraftar, Passolig’i, tribünlerdeki siyasi eylemleri denetleyerek bunları kontrol altına almaya yardımcı bir araç olarak görüyor. Bu sezon, çoğu taraftar Passolig sistemini boykot edince, Süper Lig maçlarına katılım dibe vurmuş.
“Stadyumlar, kitlelerin gelip tezahürat yaptığı tek yer, dolayısıyla devletin tamamen kontrol edemeyeceği tek yer. Bunu, ancak Passolig gibi sistemlerle önleyebilirsiniz” diye anlatıyor Güney: “Şimdi bu sistem yüzünden kimse stadyuma gitmiyor, kimse tezahürat yapmıyor; en fazla bir avuç insan. Belki de istediklerini elde ettiler; futbolu bitirdiler, artık stadyumlarda şiddet yok, çünkü kimse maça gitmiyor!”
Futbol taraftarlarının birlikten doğan gücün farkına varmaya başladığını düşünen Güney, “Gerçek ve büyük bir güçleri olduğunu fark ettiler; onlar olmazsa, futbol da olmaz” diyor. Passolig boykotu, Türk futbolunun ana sponsorlarından Yıldız Holding’in Ocak 2014’te şiddet olayları, gittikçe azalan izleyici ve e-bilet sistemine dair endişeleri yüzünden futboldan desteğini çekmesiyle büyük bir zafer kazandı.
Öte yandan, bazı futbol taraftarları hakkında soruşturmalar başlatıldı. Çarşı üyelerinin de aralarında bulunduğu 35 kişi, Gezi Parkı protestoları sırasında hükümeti yıkmaya teşebbüs suçundan yargılandı.
Bir blog ve Orta Doğu futbolu hakkında yakında yayımlanacak bir kitabın yazarı olan James M. Dorsey, bunun, bölgedeki “hükümet protestoları ve muhalefeti gitgide terörizmle bir tutan” yaklaşımın bir parçası olduğunu ifade ediyor.
Çarşı grubunun kurucularından Cem Yakışkan’ın, Aralık 2014’teki ilk duruşmada, hükümet bir yana, Beşiktaş’ın yıllardır kulüp başkanını bile deviremediğini belirterek “Darbe yapabilecek gücümüz olsaydı, Beşiktaş’ı şampiyon yapardık” demesi mahkeme salonunda gülüşmelere neden oldu. Farklı kulüp taraftarları, sanıklara destek olmak için dışarıda toplanmıştı. Çarşı davası Nisan 2015’e ertelendi.
Tüm bu yaşananlar endişe verici olsa da, Mehmet davanın düşeceğine inanıyor: “Çok manasız. Bir grup futbol taraftarı nasıl hükümeti devirebilir ki? Cidden, yok artık! Tüfeğimiz, tankımız, jetimiz, hiçbir şeyimiz yok; nasıl yapabiliriz ki bunu?”
Bunun, kulüp taraftarlarını dize getirmek için hükümetin bir teşebbüsü olduğunu düşünen Mehmet, “Bu, tamamen bir kontrol, kitleleri kontrol altına alma meselesi. Beşiktaş’ı dizginleyebilirlerse, bu onlar için büyük bir artı olacak” diye ekliyor.
Futbol kendi kendini bitirecek
Profesyonel oyunun aşırı politikleşmesi, yozlaşma, mali çekişme, düşük katılım oranları ve sporu mahveden diğer benzeri sorunlara ekleniyor. Sonuç olarak, Türk futbolu derin bir dehşet içerisinde.
“Önemli olan katılımdır”, okullardaki amatör spor etkinliklerine uygun bir mesaj ama bunun, küreselleşmiş, sermayeye bağımlı, siyasetçilerin sömürdüğü “dev yaratık” için geçerli olduğu söylenemez. Başarı her şeydir ve fakat rekabetçi sporların doğası gereği tabii ki sınırlıdır; yenilgi ve vasatlık da olası sonuçlardandır. Ancak, politik gelecekler spordaki başarılara bağımlı hâle gelince, ne pahasına olursa olsun kazanmak teşvik edilir.
Türkiye’deki birçok büyük kulüp, çok yüksek rakamlara futbolcu transfer edip takımlarına fahiş maaşlar ödüyor. Hakan Şükür, Gheorghe Hagi ve yakın zamanda Wesley Sneijder gibi kimi büyük oyuncularla dikkati çeken Türkiye ligi, aynı zamanda, yaşlanmakta olan pek çok yabancı yıldız oyuncunun emeklilik öncesi yüksek ücretlere birkaç yıl daha idare etmeyi umduğu bir yere dönüştü. Kulüpler, genellikle emekliliği gelmiş bu oyunculara ya da abartılan genç yeteneklere ödenen paranın telafisine uğraşıyor.
Hükümet, mali sıkıntı çeken kulüplere yardımcı olmak için defalarca müdahalede bulundu, bazı kulüplerin borçlarını 10 yıla varan süreyle erteledi ve özel bankalardan kredi almalarını sağladı. Henüz kanıtlanmamış olmakla birlikte, Wikileaks belgelerinde yer alan iddialara göre, hükümet, Erdoğan’ın tercih ettiği belediye başkanı adayının desteklenmesi amacıyla Karadeniz kulübü Trabzonspor’a daha iyi futbolcular alınması için gizli ödenekle milyonlarca dolar aktardı. Belediyeler, kamu hizmetleri için ayrılan ödenekleri yerel futbol takımlarına yönlendirebildikleri için borçlar birikmeye devam ediyor.
Birleşik Krallık’taki futbol kulüpleri ahlak ve tasarruf timsali sayılmasa da, en azından mali konularda hesap vermekle yükümlülüler; kulübün borçlarından da yasal olarak yöneticiler sorumlu. Türkiye’deki profesyonel kulüpler ise, ticari işletme değilmişçesine faaliyet gösterme eğiliminde; borçları da aynı yükümlülüklere tabi değil.
“Türkiye’de pek çok futbol kulübü çoktan iflas etmeliydi, ama devlet bunun olmasını istemiyor” diyor Ahmet: “Bir kulüp başkanı bu şekilde bir şirket yönetseydi hapse girerdi. Ama bir kulüp başkanıysanız kahramansınız, kulübü yangın yerine çevirseniz bile, kimse ‘Ne yaptın?’ diye sormaz.”
Ahmet, ayrıca, TFF’nin politikleştirildiğini iddia ediyor: “Federasyon özerkmiş gibi konuşuyoruz, ama aslında değil.” (TFF, bu yazıda bahsi geçen meseleler hakkında açıklama yapılması yönündeki taleplerimi yanıtsız bıraktı.) Hükümet, TFF üyelerinin atanmasında söz sahibi ve iddialara göre, TFF’deki bu yetkisini sponsorları güvenceye almak için kullanıyor. İki büyük profesyonel lig sponsorlarının yanı sıra, maçları yayınlayan kuruluşun devletle bağlantısı var.
Diğer taraftarlar da, TFF’nin spora zarar veren başka sorunlarla ilgilenmediğini, sadece başarı odaklı siyasi bir dürtüyle hareket ettiğini düşünüyor. Türk futbolu tamamen yozlaşmış olarak niteleniyor. Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ın yanı sıra bir grup futbolcu, yetkili ve hakem, şike yapma iddiasıyla 2011’de gözaltına alınmış ve mahkemede bu davadan hüküm giymişti. Ancak, hükümet, yetkililer ve kulüplere verilen cezaları bir kanunla sınırlandırmış, suçlamaların çoğu düşmüştü. Hesap verme ve şeffaf olma zorunluluğunun yetersizliğine dair oluşan algı, maçların tarafsızlığı kadar sonuçların güvenilirliğine de şüphe düşürdü. Güney, 2011’deki şike skandalından sonra taraftarların giderek politikleştiğinin altını çiziyor.
Kimilerine göre, futbolda siyasi kontrol ve muhaliflik arasında birbirine bağımlı bir ilişki olabilir. Passolig kartı ile diğer kural ve düzenlemeler, seçimlerde desteklemiş dahi olsalar, bazı taraftarların bir tür baskı ve hayal kırıklığı hissiyle hükümete muhalefet etmesine yol açıyor olabilir. Öte yandan, politik taraftarların tamamı siyasi erke karşı değil. Beşiktaş’ın İslamcı taraftar grubu 1453 Kartalları gibi bazı gruplar hükümeti açıkça destekliyor.
Bütün bu krizler, Türk futbolunun kalitesini düşürüyor ve futbola gösterilen ilginin daha da azalmasına neden oluyor. Taraftarların kayda değer bir kısmının, siyasi entrika ve çekişmeler sonucu futboldan soğumuş olması muhtemel. Sonuçta, çoğu kişi futbolu öncelikle bir spor ve eğlence olarak görüyor ve büyük olasılıkla birçok taraftar futbol maçlarında kendini politik olarak ifade etmek istemiyor.
Passolig sistemini boykot edenlerden biri olan Altınsay, maçlara gitmek, heyecan veren yeni futbolcular ve kısıtlı bütçelerle mucizeler yaratan teknik direktörler hakkında muhabbet etmek istediğini söylüyor. Ancak, Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın lig şampiyonluğu için başa baş mücadele ettiği ve şampiyonun son anda belli olacağı bu sezonun heyecanını yaşamak yerine, krizler, yabancılaşma, şiddet ve yozlaşmadan şikâyet ediyor: “Bunun hakkında konuşmak bile bana kirlenmişim gibi hissettiriyor.”
Şu günlerde, futbol başarısız olamayacak kadar büyük bir ekonomi, dolayısıyla yetkililerin desteğini almaya devam ediyor. “Henüz dibi görmedi, çünkü sistem hep daha derine doğru kazarak dibi sürekli aşağıya çekiyor!” diyor Altınsay.
Kimi kesimler, taraftar gruplarının, taraftarlar ve yetkililer arasında bir diyalog geliştirebileceğini ve sorunların ele alınmasını sağlayacağını düşünse de, en yaygın inanış, futbolun yeni ve daha adil bir sisteme geçebilmesi için öncelikle mevcut sistemin tamamen çökmesi gerektiği yönünde.
Her ne kadar, Türk futbolu kendi popülerliğinin kurbanı olduysa da, yeniden canlanmasının bir yolu gittikçe gözden düşmesi olabilir. Eğer ilgi daha da azalır ve sponsorlar kaçmaya devam ederse, düşen değeri siyasi önemini baltalayabilir. Profesyonel futbol, kendini borç, rüşvet ve rağbetsizlik sarmalında bitirerek yeni bir başlangıç yapabilir.
Yetkililer, ancak bu kadar derine kazabilir. “Dibe çok yakın, bu iyi haber” diyor Altınsay ve ekliyor: “Artık iflasın eşiğinde.”
Diriliş
Berensel, projesinin öncelikle görsel ve sanatsal bir araştırma olduğunu, nostalji amacı taşımadığını belirtiyor. Yine de, sergilenenlerin çoğu akıldan çıkmayacak türden: Mesken’de meyilli bir arazide futbol oynayan gençleri gösteren bulanık buluntu görüntüler ya da Hikmet Ildız’ın 1950’lerin sonu ve 1960’larda Dolmabahçe Stadı’nda çektiği, tribünlerden taşan kalabalığın veya o zamanların moda saç kesimleri ve 1970’lerin amatör futbol takımlarının atkılarıyla gülümseyen genç yüzlerin fotoğrafları… Uzun zaman önce yitirdiğimiz bir dünyanın futbolunu bugüne taşıyorlar.
Dinamo Mesken’in eski üyelerinde, kulübün kapatıldığı zamandan kalma bir üzüntü var. Darbenin ardından polis, tutuklama ve tacizlerle bölgenin kontrolünü tekrar ele geçirince, çoğu semt sakini Mesken’i terk etmiş. 1970’lerde takımda defans oyuncusu olarak oynayan Demir Tekin Gökçe, “Polisten işkence gördük, hâlâ kızgınız” diyor.
Baskıcı siyasi ortam, kulübün yeniden kurulmasını imkânsız hâle getirmiş. “Kulüp kapatılınca oyuncu lisansımı kaybettim, hepimiz kaybettik” diyor, o zamanlar 16 yaşında umut vadeden bir kaleci olan Ahmet Çelikkollu: “Üç yıl boyunca futbol oynamaktan men edildik, hiçbir takımda oynayamazdık. Profesyonel futbol kariyeri yapma şansımı bu yüzden kaybettiğime inanıyorum.”
Berensel’in araştırması, pek çok acı anıyı ortaya çıkarırken aynı zamanda, eski üyelere kulübü yeniden kurmak üzere vesile olur. 1970’lerde Dinamo Mesken’in kalecisi olan Vedat Vermez, araştırma projesine katılarak arşiv taramalarına yardım eder, bir zamanlar kulüple bağlantısı olan kişilerle söyleşir. Vermez, artık Meskenspor olarak bilinen kulübün 2008’deki yeniden kuruluşuna da önayak olur.
Amatör ligde faaliyet gösteren Meskenspor, bölgede hatırı sayılır bir destek görüyor. Ayrıca, güçlü bir toplumsal etkisi var; ekip, yoksul mahallelerdeki çocukları sporla uğraşmaya teşvik edip at binmeye ya da su sporları yapmaya, hatta tiyatro ve sinemaya götürüyor. Vermez, birliktelik ruhunu destekleyen bir sosyal güç olarak gördüğü kulübün dirilişinden büyük gurur duyuyor. Bunu gerçekleştirebilmek için üç yıl boyunca gece gündüz çalışmışlar. “Çok anlamlıydı” diyor Vermez ve kulübün ruhunu yeniden canlandırmak için adını resmen Dinamo Mesken olarak değiştirmek istediğini belirtiyor.
Takım, antrenman sahasına uzanmış; eller kalçalarda, bacakları kaldırmış havada bisiklet çeviriyorlar. Kulüp binasında, soluk pembe masa örtülü masalarda, çay ve sigara içip domino taşlarıyla remi oynayanlar oturuyor. Üst kattan, televizyonda Bursaspor-Beşiktaş maçını seyreden kulüp üyelerinin kahkaha ve tepinme sesleri geliyor.
“Kulüp 2008’de yeniden kurulduğunda, suçsuz olduğumuzu gösterdik. Öyle bir muameleyi hak etmemiştik” diyor, Dinamo Mesken’in eski oyuncularından Ömer Severgün (53): “Arkadaşlık, saygı ve adil maç bizim için önemli; böyle yetiştirildik. Bu kulüp tüm ülke için iyi bir örnek teşkil ediyor.”
“Kulüp için nasıl heyecanlıyım, hiç sormayın” diyor Tunçkanat Yeğin, gözleri parıldayarak; sonra sağlığının gittikçe kötüleştiğinden bahsediyor: “Bu kulüp için yaşamak zorunda olduğumu hissediyorum, o benim ailem.”
Yaklaşan mücadeleler
Türkiye’de bazı kulüpler, hâlen isimleri için mücadele etmek zorunda. Ocak 2015’te TFF, Diyarbakır’daki bir futbol kulübünü Kürtçe ismi yüzünden para cezasına çarptırdı. TFF’ye göre, ikinci lig takımlarından Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor Kulübü, resmî onay almadan hem Amedspor ismini, hem de Kürt bayrağının yeşil, sarı ve kırmızı renklerini aldı. Kulüp, karara itiraz etmeyi planlıyor.
Futbolla ilgili yaklaşan başka mücadeleler de var. Çarşı taraftarlarının darbe teşebbüsüyle suçlandığı dava, Nisan 2015’te kaldığı yerden devam edecek. Türkiye Anayasa Mahkemesi, Passolig e-bilet sisteminin tüketici ve kişisel veri haklarını ihlâl edip etmediğine Haziran’da karar verecek.
Futbol ve siyaset, muhtemelen birbirinden tamamen ayrılamaz ama bu, böylesine karmakarışık şekilde iç içe geçmeleri gerektiği anlamına da gelmiyor.
Berensel’in sergisinde yer alan ve göründükleri gibi olmayan iki kitap, futbol ve siyasetin kesişimini temsil ediyor. Futbol kitaplarından alınmış kapakların içinde, 1970’ler ve 80’lerde kaçak yolla cezaevine sokulan politik metinler bulunuyor.
Altan Santepe’nin Modern Futbol kitabının kapağının içinde, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi Lideri Mahir Çayan’ın Bütün Yazılar‘ı var. Ziya Taner’in Takımımı Nasıl Hazırlıyabilirim? kitabının kapağı ise, Lenin’in Paris Komünü Üzerine kitabını gizlemiş.
Türkiye’de futbol neye dönüştü? Bir Truva atına, bir kontrol mekanizmasına, direniş için bir çıkış noktasına, kendi popülerliği ve siyasi önemi yüzünden bozulan bir eğlenceye, sona yaklaşan önemli bir spora, siyasi ifadenin heyecanlı bir temsiline, ölümle son bulan bir hastalığa, bir zamanlar kâr getiren iflas etmiş bir işe, bir diriliş alanına… Türk siyaseti ve futbolu birbirine sarılmaya devam edebilir, ta ki bu spor tükenip yeniden dirilene dek.
- - -
28 Mart 2015’te yayımlanan yazının orijinalini görüntülemek için tıklayın.
Berensel’in beş yılı aşkın bir süre yürüttüğü ve sergide belgesel, buluntu görüntü ve fotoğraflarla görselleştirdiği araştırma, taraftarlık, şiddet, tükeniş ve dirilişe dair bir hikâyedir. Futbolun hâlâ hem siyasi iktidar hem de isyana araç olması nedeniyle güncelliğini korur.
1968’de Bursa’da doğan ve Anadolu’nun kuzeybatısındaki bu şehirde büyüyen Berensel, Ankara’da buluştuğumuzda, Bursa’da semtlerin ideolojilere göre bölündüğünü anlattı: “Solcu ve sağcı semtlerin, solcu ve sağcı futbol takımları vardı.”
Berensel’in çocukluk yıllarında Mesken, Bursa’nın solcu semtlerindendir. 1975’te çoğu Mesken sakini, şehrin profesyonel kulübü Bursaspor’un, Sovyet takımı Dinamo Kiev’le oynayacağı Avrupa Kupa Galipleri Kupası çeyrek final maçını seyretmek üzere Bursa’daki stadyuma akın eder. Kiev’in hızlı ve atak futbolundan etkilenen birçok Mesken taraftarı açıktan, Bursaspor’u yenerek yoluna devam eden ve kupayı kazanan bu takımı destekler.
İlerleyen haftalarda, Mesken’in amatör takımı Ertuğrulgazi’nin taraftarları, maçlarda “Dinamo Mesken” tezahüratına başlar. Kulüp, politik bir duruş ifade eden ve komünist Sovyetler Birliği’yle ilişkilenen bu yeni ve riskli lakapla daha geniş bir tanınırlık kazanır.
Kulübün solcu olduğu düşünülür ama aslında oyuncu ve yöneticilerin birçoğu sol görüşlü değildir. Hatta, takımın en iyi oyuncularından biri, aşırı sağ Milliyetçi Hareket Partisi’ni desteklemektedir.
Mesken’de ahşap lambrili, erkeklerin çoğunlukta olduğu bir kafede, bazı eski oyuncu, idareci ve taraftarlarla konuşurken kulübün 1970’lerdeki yöneticilerinden Tunçkanat Yeğin (69), “Spora siyaset karıştırılmasından hoşlanmıyorum” diyor. Yeğin’e göre, Dinamo Mesken, bir mahrumiyet bölgesinde insanları bir araya getiren sosyal bir kurumdur. Amatör Dinamo Mesken’in çoğu taraftarı şehirde yaşar; maçlarını 300-500 taraftar takip eder. O dönemin sert siyasi kutuplaşma ortamında, popülerlik kazanan bu kulübün sağcı gruplar ve resmî makamların ilgisini çekmesi belki de kaçınılmazdır.
Bülent Merey (66), 1970’lerin sonunda kulübün teknik direktörüdür. Bir akşam kulüp binasının kapısını kilitlerken yanına gelen polislerin futbolcular hakkında sorular sorduğunu anlatıyor: “Onlara dedim ki: ‘Burası bir spor kulübü, siyasetle işimiz olmaz.’” Ertesi sabah Merey, geceleyin kulüp binasına yapıştırılmış solcu afişleri söker. “Yani, solcuları da uyarmak zorunda kaldım: ‘Burası bir spor kulübü! Siyasete alet edemezsiniz.’”
Rakip taraftarlar kulübü komünist olmakla suçlayınca maçlarda gerginlik artar. 1978’de karşıt görüşlü gruplar arasındaki çatışmalar yoğunlaşır, Mesken semti savaş alanına döner. Semtte yaşayan erkekler, sağ görüşlü grupların bölgeye gelip birilerini öldürmesini engellemek üzere silahlanarak nöbet tutmaya başlar.
Berensel’in sergisinde fotoğrafları slayt projeksiyon olarak sunulan Cemal Karadağ, söz konusu dönemde kulübün fotoğrafçısıdır. 1970’lerin sonunda çekilmiş siyah-beyaz takım fotoğraflarından birinde, ön sıradaki futbolcular, 1980’lerde popülerliğini kaybeden siyah-beyaz damalı futbol toplarından tutmaktadır. Genç erkekler, zamanın modasına uygun Lego tarzı saç kesimleriyle dikkati çeker. Bu, tükenmenin eşiğindeki bir takımın fotoğrafıdır.
Sağ görüşlü bir grupla bağlantılı biri, 29 Temmuz 1980’de Karadağ’ın stüdyosuna giderek belinden çıkardığı silahla fotoğrafçıyı öldürür. “Karadağ, hem takıma hem de semte yakın olduğu için onu hedef seçtiler” diyor Berensel: “Ölümü semtte travmaya neden oldu.”
Politik çatışmalar gitgide şiddetlenir. 12 Eylül 1980’de ordu, ülke genelindeki olayları bastırmak üzere yönetime el koyar. Askerî yönetimin baskılarına Dinamo Mesken de maruz kalır. 1981’de kulübün lakabı “milli değerlere açıktan bir saldırı” olarak nitelenerek kulüp kapatılır; bazı oyuncu ve yöneticileri tutuklanır, işkence görür, yargılanır ve haraç toplama suçundan ceza alır. Eski üyelere göre, bu suçlamalar politik nedenlere dayanmaktadır.
Berensel, futbolla yatıp kalkan Türkiye’de siyasi erkin, bu sporu desteklediği kadar ondan korktuğunu da düşünüyor: “Futbolu hep kontrol altında tutmak istediler. Taraftarların bir araya gelmesinden korkuyorlar.”
Dinamo Mesken kapatılmış olsa da, hikâyesi burada bitmiyor.
“Resmî makamlar tüm alanları ele geçirdi, futbol hariç”
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ordu, laik devlet ve millî değerlerin korunması gerektiğini ileri sürerek farklı yıllarda sivil yönetime doğrudan müdahalede bulunmuştur.
Berensel’in hayatında bir dönüm noktası olan 1980 askerî darbesi, üretiminin ana konularından birini oluşturur. Ailesi sol görüşlüdür, sürekli takip edilirler, babası polisten kaçarken yolda hayatını kaybeder. “Hayatımdaki en önemli olay olduğu için bu konuyu hikâyeleştiriyorum.”
Berensel, Dinamo Mesken’in kapatılmasının, semti baskı altında tutarak kontrol etme girişiminin bir parçası olduğunu düşünüyor. Yetkililer, semt sakinlerini tutuklayarak, taşınmaya zorlayarak, semtin göbeğine polis lojmanları inşa ederek Mesken’in politik yapısını değiştirmeye çalışmışlar.
Söz konusu yıllarda kapanmaya zorlanan ve en az üçü Bursa’da, diğerleri Ankara’da bulunan amatör futbol kulüplerini de belgeleyen sanatçı, resmî makamların uzun zamandır, taraftarların kitleler hâlinde bir araya gelmesinden korktuğuna inanıyor. 1915’te Ermeni futbol takımlarının olası politik etkiler nedeniyle dağıtılmasını, solcu amatör kulüplerinin yaşadıklarına benzeten Berensel, “Bu, uzun, eski ve aynı bildik hikâye” diyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk futbol maçları 1875’te oynanır, ne var ki 20. yüzyılın başlarına kadar Türklerin futbol oynaması yasaktır. Ancak, sporun giderek daha fazla rağbet görmesiyle 1950’lerin başında profesyonel lige geçilir. Zaman içerisinde bir takıma bağlılığın kimlikle özdeşleştiği Türkiye’de, bir tahmine göre, nüfusun yüzde 76’sı aktif futbol taraftarı.
Politik manzara değişip siyasal İslamın yükselişiyle Kemalizm ve ordunun gücü azalmaya başlasa da, Türkiye’de popüler olan bu “güzel oyun” kaçınılmaz şekilde, hem futbolu kontrol altında tutmak hem de kitleleri etkileme gücünden yararlanmak isteyen otoritenin dikkatini çeker.
Altınsay Filmişleri’nin kurucusu ve Beşiktaş Kulübü eski kongre üyesi İbrahim Altınsay, siyasetçilerin miting yaptıkları şehrin takımının atkısını mutlaka taktığını belirtiyor: “Ama bir sonraki şehirde, muhtemelen o takımın ezeli rakibi olan takımın atkısını takıyorlar! Genel seçimler öncesinde, bir siyasetçiyi aynı gün farklı atkılarla görebilirsiniz; çünkü Türkiye’de futbol, insanları etkilemenin en hızlı yolu.”
Futbol, sistemli bir şekilde politikleştiriliyor. Açıklamalarının olası sonuçlarından çekindiği için gerçek adının kullanılmasını istemeyen önemli spor avukatı “Ahmet”, “Spor, tüm siyasetçiler için büyük bir silah, sadece iktidardaki siyasetçiler ve iktidar partisi için değil, muhalefet için de” diyerek ekliyor: “Türkiye’de kulüpleri siyasi partiler yönetir ve bu ikisi birbirini besler.”
Siyasi partiler, büyük kulüpler kadar, daha küçük taşra takımlarında da üyeleri olmasını amaçlıyor. Türkiye’deki çoğu şehirde, yerel futbol kulübünü belediye yönetiyor ve üyeler tarafından seçilen kulüp başkanları genellikle bir süre sonra siyasete giriyor. Dolayısıyla, politik kariyerleri kulübün başarısına bağlı hâle geliyor. Takıma yeni bir oyuncu alındığında, prim kazanıldığında ya da rakip takım yenilgiye uğratıldığında şehirdeki en popüler kişi oluyorlar.
Bir kulübe başkanlık etmenin çok önemli avantajları olabiliyor. “Büyük kulüplerden birinin başkanıysanız, her kapı size açılır” diyor Altınsay: “Siyasetçiler, bankalar, büyük şirketler yakın arkadaşınız olur. Bu, size siyasi bir güç sağlar.”
Türkiye’nin cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, futboldan bahsetmeyi, yarı profesyonel futbolcu geçmişine dikkati çekmeyi seviyor. Erdoğan’ın doğup büyüdüğü Kasımpaşa semtinin takımı, maçlarını artık “Recep Tayyip Erdoğan Stadyumu”nda oynuyor. Erdoğan sık sık, Türkiye’nin şu anda en başarılı takımı olan Fenerbahçe’ye de desteğini ifade ediyor.
Öte yandan, futbol taraftarları arasında da muhaliflik söz konusu. Berensel, projesiyle aynı zamanda, futboldaki güncel politik gerilimleri ortaya koymayı amaçladığını söylüyor. Sanatçının sergide yer alan kısa videosu Biber Gazı Oley! (2014), büyük kulüplerin taraftarları ile binlerce destekçisi olan Çarşı gibi taraftar gruplarının, 2013’te Gezi Parkı’nda başlayıp hızla ülkeye yayılan protestolara katılışını gösteriyor. Erdoğan’ın bu olaylara yanıtı, futbol taraftarlarının gücünü kısıtlayan bir dizi tedbir olmuştu.
Berensel, futbolun güçlü bir politik potansiyeli olduğuna inanıyor: “Resmî makamlar tüm alanları ele geçirdiler, futbol hariç.”
“Her yer Taksim, her yer direniş”
Uzun zamandır Çarşı üyesi olan Mehmet (gerçek adı değil), buluşma teklifimi memnuniyetle kabul etti. Beşiktaş’ta bir birahanede bir araya gelmeyi önerdi ve tıknaz, sakallı bir adama bakınmamı söyledi. Konuşmamıza birkaç 50’lik Guinness eşlik etti; siyah-beyazlı Beşiktaş taraftarına uygun bir içki.
Türkiyelilerin çoğu, tamamı İstanbul takımı olan “üç büyükler”den birini destekliyor: Galatasaray (genellikle Osmanlı dönemi seçkinleriyle bağdaştırılıyor); Fenerbahçe (en zengin kulüp ve şimdiki şampiyon); Beşiktaş (en eski kulüp, genellikle işçi sınıfının takımı olarak biliniyor ve taraftarları kendini ezilen kesimden görüyor). “Üç büyükler”, kendi aralarında prestij, para ve bazı istisnalarla Türk futbolunun en şanlı takımı olma sıfatını paylaşma eğiliminde.
1980’lerin başında kurulan Çarşı, adını, Avrupa yakasında Boğaz kıyısında yer alan ve Osmanlı döneminden kalma Dolmabahçe Sarayı’na ev sahipliği yapan merkezî ilçe Beşiktaş’ın çarşısından alıyor.
Mehmet, Çarşı’ya üye olmanın form doldurmakla alakalı olmadığını; bunun ötesinde, takıma duyulan büyük aşkı paylaşmakla, bölgede bağlantılar kurarak belli bir biçimde davranmakla mümkün olduğunu söylüyor. Şu anda yeniden inşa edilmekte olan eski stadyumlarında, akustiğiyle tezahüratlarını güçlendiren Kapalı tribünde toplanırlarmış.
Logosu anarşist “A” sembolünü içeren Çarşı, genellikle sol görüşlü siyasetle ilişkilendiriliyor. Çarşı’lılar, hayvan barınaklarına yardım etme, maden faciası mağdurlarına destek olma, uzaktaki yoksul köy okullarına kitap, giysi ve kırtasiye malzemesi gönderme gibi toplumsal aktivist faaliyetleriyle tanınıyor. Irak Savaşı ve nükleer enerji karşıtı protestolar düzenlemişler. Kan bağışında bulunmayı seviyorlar. “Bir deyiş var: ‘Beşiktaş iç sesidir’” diyor Mehmet: “İnsanlara yardım etmeye gönüllü olmalısınız, onlara kendinize nasıl davranılmasını istiyorsanız öyle davranmalısınız, imkânınız varsa durumu sizin kadar iyi olmayanlara yardım etmelisiniz. Burada pek çoğumuz böyle yetiştirildik.”
Çarşı’lılar, uyumlu ve tekdüze bir siyasi ya da ideolojik çerçeveye indirgenmeye karşı çıkıyor. Genel olarak ırkçılığa, faşizme, homofobiye, cinsiyetçiliğe, hayvan istismarına ve çevre yıkımına karşı güçlü bir duruş sergileseler de, üyeler farklı geçmiş ve ideolojik görüşlerden geliyor. Bazen de, muhalefetin dozunu kaçırıp saygısızca davranabiliyorlar. En meşhur tezahüratları arasında, “Çarşı her şeye karşı” ve şaka yollu söyledikleri “Çarşı kendine de karşı” var.
Gezi Direnişi’nde Çarşı’nın rolü göz ardı edilemez. Mehmet, protestoların kendisini şaşırttığını söylüyor: “Ben her zaman insanların hakları için mücadele etmesini istedim, ama Türklerin bunu yapacağını ya da yapabileceğini hiç düşünmemiştim, çünkü -görünürde- kimsenin umrunda değildi. Ama birgün oluverdi işte, birdenbire.”
Gezi Parkı’na dair hükümetin kentsel dönüşüm planını protesto etmek amacıyla 28 Mayıs 2013’te küçük bir grup oturma eylemi başlatır. Avrupa yakasının merkezindeki az sayıdaki ağaçlık alandan biri olan park, Osmanlı Topçu Kışlası’na dönüştürülecektir. Kışlada alışveriş merkezi, lüks konutlar ve bir de müze olacağına dair söylentiler vardır.
Oturma eylemini görmeye giden Mehmet, “30-40 hippi çadırlarda bira içiyordu, olağandışı bir şey yoktu” diyor. Polis oturma eylemini zorla dağıtınca, Çarşı üyeleri dayanışma için protestolara katılmaya karar verir. Beşiktaş’ta toplanan binlerce kişi, Taksim Meydanı’na giden kısa yokuşu çıkmaya başlar. “Polisler barikat kurmuştu ama bizi görür görmez yoldan çekildiler” diye anlatıyor Mehmet gülerek.
Başka futbol kulüplerinden binlerce taraftarın da katıldığı protestolar tarihî bir dönüm noktası olur. Bazı futbol taraftarları, hafta sonlarını polisle çatışıp gazlanarak geçirir. Bu olaylardan bir ay önce, sezonun son maçından evvel Dolmabahçe’de yaşanan gerginlik yüzünden polis ve Çarşı arasında zaten süregelen bir husumet vardır.
Taksim’de taraftarlar, barikatlar kurup polis hattını taşa tutarak, biber gazı kapsüllerini geri fırlatarak güvenlik güçlerine karşı kendilerini savunur. Hatta Beşiktaş taraftarları, ele geçirdikleri bir dozerle bir TOMA’yı kovalar. Polisin meydandan çıkarılmasının ardından protestolar büyür; ülke genelinde, yine taraftarların ön planda olduğu benzer gösteriler patlak verir.
Taksim’deki gösterilerde, farklı İstanbul takımlarından hatırı sayılır sayıda taraftar, ilk kez aralarındaki ezelî rekabet ve şiddeti bir kenara bırakıp birlik olur. “Hayatımda gördüğüm en güzel şeylerdendi” diyor Mehmet: “Çünkü, bir Fenerbahçe taraftarıyla bir Galatasaray taraftarını caddede kol kola, birlikte yürürken görmeyi hiç beklemezdim. Bir Fenerbahçe taraftarının formasını çıkarıp yırtarak, bir Galatasaray taraftarının kanayan bacağına sarmasına şahit oldum.”
Protestoların ilerleyen günlerinde, Gezi Parkı’nın korunması meselesinin ötesinde farklı sıkıntılar da gündeme gelir; bunların çoğu, iktidardaki AKP’nin gittikçe artan otoriterliğiyle ilgilidir.
“Oraya sadece parkı savunmak, ağaçların kesimi ve bu alanın bozulmasını engellemek üzere gittik. Ama sonra bu, büyük bir politik meseleye dönüştü” diyen Mehmet, çevik kuvvetin Haziran ortasında meydanı boşaltmasından önce, sağ ve sol görüşlü çeşitli grupların kendi siyasi gündemlerini dayatmasının çoğu Çarşı üyesinin meydandan ayrılmasına neden olduğunu anlatıyor.
Mehmet, Beşiktaş’ın belirli siyasi ideolojiler ve gruplarla ilişkilendirilmesinden endişe duyduğunu anlatıyor: “[Bir taraftar olarak] futbol kulübünü temsil ediyorsunuz, dolayısıyla bir şekilde dikkatli olmanız lazım. Aşırı solcuysanız ve bununla ilgili bir nevi hastalıklı bir tutumunuz varsa, insanlar takımı da öyle görmeye başlıyor. Oysa, gerçek bu değil. Bence ‘eşitlik’ bizim için en önemli kelime. Geyler, lezbiyenler, köpekler, kediler, ağaçlar -ya da her kimse/neyse- için eşitlik.”
Protestolardan sonraki dönemde hükümet, futbol taraftarlarının süregelen direniş eylemlerini bastırmak üzere stadyumlarda “siyasi” tezahürat ve pankartları yasaklar. Fakat, bu tedbirler tam tersine muhalefeti canlandırır. Çarşı’nın buna yanıtı da yine bir tezahüratla olur: “Her yer Taksim, her yer direniş.”
“Gezi Parkı olayları ve hükümetin gittikçe artan müdahaleleriyle stadyumlar birer siyasi arenaya dönüştü. 2013’ten bu yana siyasi tezahürat yapılmayan tek bir stadyum bulamazsınız” diyor, Kadir Has Üniversitesi Spor Çalışmaları Merkezi Müdürü Emir Güney ve ekliyor: “[Gezi protestoları] sisteme karşı bir birliktelik fikri yarattı.”
2014 Nisan’ında futbol taraftarları, lig maçlarına giden herkesin Passolig kartı almasını şart koşan tartışmalı e-bilet sisteminin kullanıma girmesini protesto etti. Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) ise, kartın, şiddete başvuranların tespit edilmesine olanak tanıyacağını, küfürü ve kaçak izleyicileri engelleyeceğini, karaborsa bilet satışlarını önleyerek daha fazla kadın ve çocuğun maçlara gitmesini sağlayacağını savundu.
E-bilet sistemi fikri ilk olarak 2011’de, hükümetin holiganizmle mücadele kanunuyla ortaya atıldı. 2011’den itibaren, büyük kulüpler arasında oynanan derbi maçlarına, izdiham ve arbede tehlikesi nedeniyle deplasman takım taraftarları alınmamaya başlandı. Beşiktaş ve Bursaspor arasındaki maçlar ise, aralarındaki rekabetin şiddeti yüzünden izleyicisiz oynanıyor.
Taraftarların şikâyetçi olduğu pek çok mesele var: polis şiddeti, eski ve güvenliksiz stadyumlar, yüksek bilet fiyatları, yolsuzluklar, baskıcı kural ve düzenlemeler ile tüketici haklarını ihlal edip kişisel bilgileri özel şirketlerle paylaşan ve taraftarları, Erdoğan’ın damadının yöneticisi olduğu Çalık Holding’in yan kuruluşu olan Aktif Bank’ın müşterisi olmaya zorlayan Passolig sistemi. Çoğu taraftar, Passolig’i, tribünlerdeki siyasi eylemleri denetleyerek bunları kontrol altına almaya yardımcı bir araç olarak görüyor. Bu sezon, çoğu taraftar Passolig sistemini boykot edince, Süper Lig maçlarına katılım dibe vurmuş.
“Stadyumlar, kitlelerin gelip tezahürat yaptığı tek yer, dolayısıyla devletin tamamen kontrol edemeyeceği tek yer. Bunu, ancak Passolig gibi sistemlerle önleyebilirsiniz” diye anlatıyor Güney: “Şimdi bu sistem yüzünden kimse stadyuma gitmiyor, kimse tezahürat yapmıyor; en fazla bir avuç insan. Belki de istediklerini elde ettiler; futbolu bitirdiler, artık stadyumlarda şiddet yok, çünkü kimse maça gitmiyor!”
Futbol taraftarlarının birlikten doğan gücün farkına varmaya başladığını düşünen Güney, “Gerçek ve büyük bir güçleri olduğunu fark ettiler; onlar olmazsa, futbol da olmaz” diyor. Passolig boykotu, Türk futbolunun ana sponsorlarından Yıldız Holding’in Ocak 2014’te şiddet olayları, gittikçe azalan izleyici ve e-bilet sistemine dair endişeleri yüzünden futboldan desteğini çekmesiyle büyük bir zafer kazandı.
Öte yandan, bazı futbol taraftarları hakkında soruşturmalar başlatıldı. Çarşı üyelerinin de aralarında bulunduğu 35 kişi, Gezi Parkı protestoları sırasında hükümeti yıkmaya teşebbüs suçundan yargılandı.
Bir blog ve Orta Doğu futbolu hakkında yakında yayımlanacak bir kitabın yazarı olan James M. Dorsey, bunun, bölgedeki “hükümet protestoları ve muhalefeti gitgide terörizmle bir tutan” yaklaşımın bir parçası olduğunu ifade ediyor.
Çarşı grubunun kurucularından Cem Yakışkan’ın, Aralık 2014’teki ilk duruşmada, hükümet bir yana, Beşiktaş’ın yıllardır kulüp başkanını bile deviremediğini belirterek “Darbe yapabilecek gücümüz olsaydı, Beşiktaş’ı şampiyon yapardık” demesi mahkeme salonunda gülüşmelere neden oldu. Farklı kulüp taraftarları, sanıklara destek olmak için dışarıda toplanmıştı. Çarşı davası Nisan 2015’e ertelendi.
Tüm bu yaşananlar endişe verici olsa da, Mehmet davanın düşeceğine inanıyor: “Çok manasız. Bir grup futbol taraftarı nasıl hükümeti devirebilir ki? Cidden, yok artık! Tüfeğimiz, tankımız, jetimiz, hiçbir şeyimiz yok; nasıl yapabiliriz ki bunu?”
Bunun, kulüp taraftarlarını dize getirmek için hükümetin bir teşebbüsü olduğunu düşünen Mehmet, “Bu, tamamen bir kontrol, kitleleri kontrol altına alma meselesi. Beşiktaş’ı dizginleyebilirlerse, bu onlar için büyük bir artı olacak” diye ekliyor.
Futbol kendi kendini bitirecek
Profesyonel oyunun aşırı politikleşmesi, yozlaşma, mali çekişme, düşük katılım oranları ve sporu mahveden diğer benzeri sorunlara ekleniyor. Sonuç olarak, Türk futbolu derin bir dehşet içerisinde.
“Önemli olan katılımdır”, okullardaki amatör spor etkinliklerine uygun bir mesaj ama bunun, küreselleşmiş, sermayeye bağımlı, siyasetçilerin sömürdüğü “dev yaratık” için geçerli olduğu söylenemez. Başarı her şeydir ve fakat rekabetçi sporların doğası gereği tabii ki sınırlıdır; yenilgi ve vasatlık da olası sonuçlardandır. Ancak, politik gelecekler spordaki başarılara bağımlı hâle gelince, ne pahasına olursa olsun kazanmak teşvik edilir.
Türkiye’deki birçok büyük kulüp, çok yüksek rakamlara futbolcu transfer edip takımlarına fahiş maaşlar ödüyor. Hakan Şükür, Gheorghe Hagi ve yakın zamanda Wesley Sneijder gibi kimi büyük oyuncularla dikkati çeken Türkiye ligi, aynı zamanda, yaşlanmakta olan pek çok yabancı yıldız oyuncunun emeklilik öncesi yüksek ücretlere birkaç yıl daha idare etmeyi umduğu bir yere dönüştü. Kulüpler, genellikle emekliliği gelmiş bu oyunculara ya da abartılan genç yeteneklere ödenen paranın telafisine uğraşıyor.
Hükümet, mali sıkıntı çeken kulüplere yardımcı olmak için defalarca müdahalede bulundu, bazı kulüplerin borçlarını 10 yıla varan süreyle erteledi ve özel bankalardan kredi almalarını sağladı. Henüz kanıtlanmamış olmakla birlikte, Wikileaks belgelerinde yer alan iddialara göre, hükümet, Erdoğan’ın tercih ettiği belediye başkanı adayının desteklenmesi amacıyla Karadeniz kulübü Trabzonspor’a daha iyi futbolcular alınması için gizli ödenekle milyonlarca dolar aktardı. Belediyeler, kamu hizmetleri için ayrılan ödenekleri yerel futbol takımlarına yönlendirebildikleri için borçlar birikmeye devam ediyor.
Birleşik Krallık’taki futbol kulüpleri ahlak ve tasarruf timsali sayılmasa da, en azından mali konularda hesap vermekle yükümlülüler; kulübün borçlarından da yasal olarak yöneticiler sorumlu. Türkiye’deki profesyonel kulüpler ise, ticari işletme değilmişçesine faaliyet gösterme eğiliminde; borçları da aynı yükümlülüklere tabi değil.
“Türkiye’de pek çok futbol kulübü çoktan iflas etmeliydi, ama devlet bunun olmasını istemiyor” diyor Ahmet: “Bir kulüp başkanı bu şekilde bir şirket yönetseydi hapse girerdi. Ama bir kulüp başkanıysanız kahramansınız, kulübü yangın yerine çevirseniz bile, kimse ‘Ne yaptın?’ diye sormaz.”
Ahmet, ayrıca, TFF’nin politikleştirildiğini iddia ediyor: “Federasyon özerkmiş gibi konuşuyoruz, ama aslında değil.” (TFF, bu yazıda bahsi geçen meseleler hakkında açıklama yapılması yönündeki taleplerimi yanıtsız bıraktı.) Hükümet, TFF üyelerinin atanmasında söz sahibi ve iddialara göre, TFF’deki bu yetkisini sponsorları güvenceye almak için kullanıyor. İki büyük profesyonel lig sponsorlarının yanı sıra, maçları yayınlayan kuruluşun devletle bağlantısı var.
Diğer taraftarlar da, TFF’nin spora zarar veren başka sorunlarla ilgilenmediğini, sadece başarı odaklı siyasi bir dürtüyle hareket ettiğini düşünüyor. Türk futbolu tamamen yozlaşmış olarak niteleniyor. Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ın yanı sıra bir grup futbolcu, yetkili ve hakem, şike yapma iddiasıyla 2011’de gözaltına alınmış ve mahkemede bu davadan hüküm giymişti. Ancak, hükümet, yetkililer ve kulüplere verilen cezaları bir kanunla sınırlandırmış, suçlamaların çoğu düşmüştü. Hesap verme ve şeffaf olma zorunluluğunun yetersizliğine dair oluşan algı, maçların tarafsızlığı kadar sonuçların güvenilirliğine de şüphe düşürdü. Güney, 2011’deki şike skandalından sonra taraftarların giderek politikleştiğinin altını çiziyor.
Kimilerine göre, futbolda siyasi kontrol ve muhaliflik arasında birbirine bağımlı bir ilişki olabilir. Passolig kartı ile diğer kural ve düzenlemeler, seçimlerde desteklemiş dahi olsalar, bazı taraftarların bir tür baskı ve hayal kırıklığı hissiyle hükümete muhalefet etmesine yol açıyor olabilir. Öte yandan, politik taraftarların tamamı siyasi erke karşı değil. Beşiktaş’ın İslamcı taraftar grubu 1453 Kartalları gibi bazı gruplar hükümeti açıkça destekliyor.
Bütün bu krizler, Türk futbolunun kalitesini düşürüyor ve futbola gösterilen ilginin daha da azalmasına neden oluyor. Taraftarların kayda değer bir kısmının, siyasi entrika ve çekişmeler sonucu futboldan soğumuş olması muhtemel. Sonuçta, çoğu kişi futbolu öncelikle bir spor ve eğlence olarak görüyor ve büyük olasılıkla birçok taraftar futbol maçlarında kendini politik olarak ifade etmek istemiyor.
Passolig sistemini boykot edenlerden biri olan Altınsay, maçlara gitmek, heyecan veren yeni futbolcular ve kısıtlı bütçelerle mucizeler yaratan teknik direktörler hakkında muhabbet etmek istediğini söylüyor. Ancak, Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın lig şampiyonluğu için başa baş mücadele ettiği ve şampiyonun son anda belli olacağı bu sezonun heyecanını yaşamak yerine, krizler, yabancılaşma, şiddet ve yozlaşmadan şikâyet ediyor: “Bunun hakkında konuşmak bile bana kirlenmişim gibi hissettiriyor.”
Şu günlerde, futbol başarısız olamayacak kadar büyük bir ekonomi, dolayısıyla yetkililerin desteğini almaya devam ediyor. “Henüz dibi görmedi, çünkü sistem hep daha derine doğru kazarak dibi sürekli aşağıya çekiyor!” diyor Altınsay.
Kimi kesimler, taraftar gruplarının, taraftarlar ve yetkililer arasında bir diyalog geliştirebileceğini ve sorunların ele alınmasını sağlayacağını düşünse de, en yaygın inanış, futbolun yeni ve daha adil bir sisteme geçebilmesi için öncelikle mevcut sistemin tamamen çökmesi gerektiği yönünde.
Her ne kadar, Türk futbolu kendi popülerliğinin kurbanı olduysa da, yeniden canlanmasının bir yolu gittikçe gözden düşmesi olabilir. Eğer ilgi daha da azalır ve sponsorlar kaçmaya devam ederse, düşen değeri siyasi önemini baltalayabilir. Profesyonel futbol, kendini borç, rüşvet ve rağbetsizlik sarmalında bitirerek yeni bir başlangıç yapabilir.
Yetkililer, ancak bu kadar derine kazabilir. “Dibe çok yakın, bu iyi haber” diyor Altınsay ve ekliyor: “Artık iflasın eşiğinde.”
Diriliş
Berensel, projesinin öncelikle görsel ve sanatsal bir araştırma olduğunu, nostalji amacı taşımadığını belirtiyor. Yine de, sergilenenlerin çoğu akıldan çıkmayacak türden: Mesken’de meyilli bir arazide futbol oynayan gençleri gösteren bulanık buluntu görüntüler ya da Hikmet Ildız’ın 1950’lerin sonu ve 1960’larda Dolmabahçe Stadı’nda çektiği, tribünlerden taşan kalabalığın veya o zamanların moda saç kesimleri ve 1970’lerin amatör futbol takımlarının atkılarıyla gülümseyen genç yüzlerin fotoğrafları… Uzun zaman önce yitirdiğimiz bir dünyanın futbolunu bugüne taşıyorlar.
Dinamo Mesken’in eski üyelerinde, kulübün kapatıldığı zamandan kalma bir üzüntü var. Darbenin ardından polis, tutuklama ve tacizlerle bölgenin kontrolünü tekrar ele geçirince, çoğu semt sakini Mesken’i terk etmiş. 1970’lerde takımda defans oyuncusu olarak oynayan Demir Tekin Gökçe, “Polisten işkence gördük, hâlâ kızgınız” diyor.
Baskıcı siyasi ortam, kulübün yeniden kurulmasını imkânsız hâle getirmiş. “Kulüp kapatılınca oyuncu lisansımı kaybettim, hepimiz kaybettik” diyor, o zamanlar 16 yaşında umut vadeden bir kaleci olan Ahmet Çelikkollu: “Üç yıl boyunca futbol oynamaktan men edildik, hiçbir takımda oynayamazdık. Profesyonel futbol kariyeri yapma şansımı bu yüzden kaybettiğime inanıyorum.”
Berensel’in araştırması, pek çok acı anıyı ortaya çıkarırken aynı zamanda, eski üyelere kulübü yeniden kurmak üzere vesile olur. 1970’lerde Dinamo Mesken’in kalecisi olan Vedat Vermez, araştırma projesine katılarak arşiv taramalarına yardım eder, bir zamanlar kulüple bağlantısı olan kişilerle söyleşir. Vermez, artık Meskenspor olarak bilinen kulübün 2008’deki yeniden kuruluşuna da önayak olur.
Amatör ligde faaliyet gösteren Meskenspor, bölgede hatırı sayılır bir destek görüyor. Ayrıca, güçlü bir toplumsal etkisi var; ekip, yoksul mahallelerdeki çocukları sporla uğraşmaya teşvik edip at binmeye ya da su sporları yapmaya, hatta tiyatro ve sinemaya götürüyor. Vermez, birliktelik ruhunu destekleyen bir sosyal güç olarak gördüğü kulübün dirilişinden büyük gurur duyuyor. Bunu gerçekleştirebilmek için üç yıl boyunca gece gündüz çalışmışlar. “Çok anlamlıydı” diyor Vermez ve kulübün ruhunu yeniden canlandırmak için adını resmen Dinamo Mesken olarak değiştirmek istediğini belirtiyor.
Takım, antrenman sahasına uzanmış; eller kalçalarda, bacakları kaldırmış havada bisiklet çeviriyorlar. Kulüp binasında, soluk pembe masa örtülü masalarda, çay ve sigara içip domino taşlarıyla remi oynayanlar oturuyor. Üst kattan, televizyonda Bursaspor-Beşiktaş maçını seyreden kulüp üyelerinin kahkaha ve tepinme sesleri geliyor.
“Kulüp 2008’de yeniden kurulduğunda, suçsuz olduğumuzu gösterdik. Öyle bir muameleyi hak etmemiştik” diyor, Dinamo Mesken’in eski oyuncularından Ömer Severgün (53): “Arkadaşlık, saygı ve adil maç bizim için önemli; böyle yetiştirildik. Bu kulüp tüm ülke için iyi bir örnek teşkil ediyor.”
“Kulüp için nasıl heyecanlıyım, hiç sormayın” diyor Tunçkanat Yeğin, gözleri parıldayarak; sonra sağlığının gittikçe kötüleştiğinden bahsediyor: “Bu kulüp için yaşamak zorunda olduğumu hissediyorum, o benim ailem.”
Yaklaşan mücadeleler
Türkiye’de bazı kulüpler, hâlen isimleri için mücadele etmek zorunda. Ocak 2015’te TFF, Diyarbakır’daki bir futbol kulübünü Kürtçe ismi yüzünden para cezasına çarptırdı. TFF’ye göre, ikinci lig takımlarından Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor Kulübü, resmî onay almadan hem Amedspor ismini, hem de Kürt bayrağının yeşil, sarı ve kırmızı renklerini aldı. Kulüp, karara itiraz etmeyi planlıyor.
Futbolla ilgili yaklaşan başka mücadeleler de var. Çarşı taraftarlarının darbe teşebbüsüyle suçlandığı dava, Nisan 2015’te kaldığı yerden devam edecek. Türkiye Anayasa Mahkemesi, Passolig e-bilet sisteminin tüketici ve kişisel veri haklarını ihlâl edip etmediğine Haziran’da karar verecek.
Futbol ve siyaset, muhtemelen birbirinden tamamen ayrılamaz ama bu, böylesine karmakarışık şekilde iç içe geçmeleri gerektiği anlamına da gelmiyor.
Berensel’in sergisinde yer alan ve göründükleri gibi olmayan iki kitap, futbol ve siyasetin kesişimini temsil ediyor. Futbol kitaplarından alınmış kapakların içinde, 1970’ler ve 80’lerde kaçak yolla cezaevine sokulan politik metinler bulunuyor.
Altan Santepe’nin Modern Futbol kitabının kapağının içinde, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi Lideri Mahir Çayan’ın Bütün Yazılar‘ı var. Ziya Taner’in Takımımı Nasıl Hazırlıyabilirim? kitabının kapağı ise, Lenin’in Paris Komünü Üzerine kitabını gizlemiş.
Türkiye’de futbol neye dönüştü? Bir Truva atına, bir kontrol mekanizmasına, direniş için bir çıkış noktasına, kendi popülerliği ve siyasi önemi yüzünden bozulan bir eğlenceye, sona yaklaşan önemli bir spora, siyasi ifadenin heyecanlı bir temsiline, ölümle son bulan bir hastalığa, bir zamanlar kâr getiren iflas etmiş bir işe, bir diriliş alanına… Türk siyaseti ve futbolu birbirine sarılmaya devam edebilir, ta ki bu spor tükenip yeniden dirilene dek.
28 Mart 2015’te yayımlanan yazının orijinalini görüntülemek için tıklayın.