Hakikatin tasından içtiğimiz sırlar*
Sevince Bayrak
15 Eylül 2023
Salt’ın Türkiye’de mimarlık odaklı araştırmaları kapsamında yayımlanan bu yazı, erken Cumhuriyet döneminde üretim yapmış kadın mimarların proje ve metinlerine bakarak mimarlık pratiğine dair farklı anlatıları ele alıyor.
1.
Anafartalar Caddesi’ndeki Kınacı Han’ın üst katında, zemini linolyum kaplı küçük odalardan birinde, yeşil çuha örtülü masanın etrafında dokuz kişilik yayın komitesi toplanmış, derginin sonraki sayılarında neler olacağını tartışıyorlar.1 Komite üyelerinden, Güzel Sanatlar Akademisi’nden yeni mezun mimar Nezahat Sugüder’in yazacağı makalenin başlığı Ev ve Aile olacak ama 1945 yılında Türk Yüksek Mimarlar Birliği’nin dergisi Mimarlık‘ta yayımlanan bu makale, başlığından beklenmeyen şeyler söylüyor.
“Denilebilir ki: Fonksiyon, proporsiyon, malzeme vs.’nin (ki mimari tesir vücuda getirirler) yaptığını, ailenin ruhi ve içtimai vaziyeti yapamaz, bunlar mimari üzerine tesir yapabilecek tali unsurlardır. Ben de şöyle diyorum: Artık bugün esas olan ferttir, hatta aile bile değil. Çünkü ailesi içinde ve aile evinde rahatını bulamıyan, ruhi ve maddi ihtiyaçlarını tatmin edemiyen fert; ailesini terk edecek, evini bırakacak, kendine, yeni arzularına uygun, ihtiyaçlarına cevap veren bir yer seçmeğe gidecek kadar kendine düşmüştür. […] Sanat şubeleri içinde Mimarlık kadar hiçbiri yoktur ki ferdin ihtiyacı ile bu kadar haşır neşir olsun, ferdin arzusuna bu kadar boyun eğmeğe mecbur kalsın, hayata girsin ve ferdin ruhi salâhını kendine gaye edinsin.”2
Aslolan aile değil bireydir, bireyin ihtiyaçlarıdır. Mimarlığa düşen zor görev, ailedeki her bireyin farklı ihtiyacına yanıt verecek bir ev çözümüdür.
Mimarlık dergilerindeki günlük hayatın kargaşasından yalıtılmış fotoğrafların aksine, evler içinde değişen yaşantılarla güzeldir. Sadece evlerin değil tüm yapıların güzelliğinin ancak içinde yaşanırsa deneyimlenebileceğini düşünen Nezahat Sugüder, seneler sonra Baltimore’da tasarladığı bir sinagog projesini anlatırken, camilerin tek bir işleve mahkûm edilmesini ve bu nedenle günlük hayat ile kent yaşantısına çok az dâhil olmasını sorguluyordu. Venedik’teki San Marco Meydanı ile yarışır güzellikteki cami avluları neden sadece yemek dağıtmak, sünnet düğünü yapmak için kullanılıyordu ki? Bir mimarın yapısının emekliye ayrılmasını istemeyeceğini bildiği için, Sinan bile bu hâli görse, hiçbir şey bulamazsa kendi düğününü tazelerdi camilerden birinin avlusunda, diye düşünüyordu.3 İster ev olsun ister cami, mimarlık bireyin ihtiyacı ile haşır neşir olmalıydı.
Sugüder’den neredeyse yüz yıl önce ev tasarımı üzerine kafa yoran Amerikalı yazar Harriet Beecher Stowe’un kocasına yazdığı mektup, Sugüder’in altını çizdiği, bireyin değişen ihtiyaçlarını açığa çıkaran bir çığlıktı: “Yazacaksam eğer kendime ait bir odam olmalı, bana ait bir oda. Geçtiğimiz kış boyunca başımı sokabileceğim sessiz bir yere ihtiyacım oldu. (Yemek odasında) yazamıyorum, çünkü sofra hazırlanıyor sofra kaldırılıyor, çocuklar giyiniyor, yıkanıyor, bir sürü başka şey… Kendimi ne kadar zorladıysam da orada hiçbir zaman kendimi rahat hissetmedim.” Beecher Stowe şikayetlerinin peşi sıra çözüm önerileri ile geliyordu: “Ocağı öteki odaya alalım, bacasını üst kattan geçirelim, camlı kapıyı bebek bakım odasına açalım, bitkilerim ve benim için küçük bir oda yapalım.”4
Harriet Beecher Stowe, bu mektuptan 28 yıl sonra, muhtemelen yedi çocuğunu da büyütüp evden göndermişken, kız kardeşi Catherine Beecher’la American Woman’s Home‘u [Amerikan Kadınının Evi] yazar. Ev işini, ailedeki çocuk ve yaşlıların bakımını bilabedel yapılan görünmez emek olmaktan çıkarıp profesyonel karşılığı olan bir işe, “ev bilimine” dönüştürmek için harekete geçerler.
1869 yılında ilk kez basılan 573 sayfalık dev eser, anatomiden mimariye, ev bilimini ilgilendiren her alanda detaylı ve sistematik bilgiler içeren bir ansiklopediyi andırıyor. Harriet ve Catherine ev biliminin inceliklerine mimariden başlıyor ve modern hayatın temel problemi olan bireylerin ihtiyaçlarına göre değişebilecek ev için bir zemin kat planı öneriyorlar.5 Zemin katın ortasında, hayatın kalbinde mutfak ve pişirme alanı var. Salonun tam ortasındaki bu alan kayar kapılarla istenildiği zaman diğer odalara açılabiliyor. Zemin kat planında en önem verdikleri eleman; çekirdeğinde mutfak bulunan büyük hacmi, yani salonu bölmek için tasarlanmış, hareket edebilen ayırıcılar. Büyük bir odayı istenildiğinde çalışma odasına, istenildiğinde yemek odasına dönüştürebilecek bu tekerlekli ayırıcının bir yüzü dolap, diğer yüzü ise çerçevelerle süslü bir duvar görünümünde. Ev işinin ve çocuk bakımının hengâmesinde aile bireylerinin ihtiyaç duyduğu mahremiyeti ve sakinliği geçici de olsa sağlayabilecek bu ayırıcının maliyeti o zamanın parası ile sadece 30 dolar.
2.
“Bu evde mutfak yok. Eskiden vardı, kaldırıp attım, çirkindi.”6 Mutfakla birlikte yemeklerini yapan yardımcısını da hayatından çıkaran Zaha Hadid, yemeklerini dışarıda yiyor. Pritzker ödülünü alan ilk kadın mimar olan Zaha Hadid, kadınların özgürleşmesi ile yüklerinin çok daha fazla arttığını, şimdi artık hem işe hem eve hem de çocuklarına bakmakla yükümlü olduklarını söylüyor, ancak mimarlığın dokuzdan beşe yapılabilecek bir iş olmadığını, bir süreklilik gerektirdiğini hatırlatıyor. Mimarlık şimdiye kadar tarif edildiği gibi yapılmaya devam ederse, hayatın doğal akışının sürmesine, yani kendinden başka bir şeyle meşgul olunmasına izin vermeyen, gece gündüz kesintisiz yapılması gereken bir uğraş. Zaha Hadid’den sekiz yıl sonra Pritzker ödülü alan Wang Shu, ödülü ortağı ve karısı Lu Wenyu ile paylaşmak istediğinde, Wenyu karşı çıkar: “Ben hiçbir zaman bir Pritzker istemedim, Çin’de eğer ünlü olursanız hayatınız biter. Bense kendime ait bir hayatım olsun ve vaktimi oğlumla geçirebileyim istiyorum.”7 Ödülü alan kadın mimarların arasında, Pritzker aldığında dört çocuğu olan İtalyan mimar Renzo Piano gibi bir örnek olmaması bir tarafa, herhangi birinin biyografisinde çocukları olduğu bilgisine de rastlanmıyor. Mimarlığın, yirminci yüzyılda kabul edildiği biçimiyle, mimarın kendisini mimarlık uğruna feda ederek, bölünmemiş bir ilgiyle yapılması zorunluluğu, tek bir konuya odaklanıp gece gündüz demeden yapılan bir uğraşa sahip olma lüksü olmayanları yarışın dışında mı bırakıyor?
Peki acaba kişinin herhangi bir işle uğraşırken ilgisinin bölünmesi o işin hayrına olabilir mi? Ursula K. Le Guin, Balıkçı Kadının Kızı‘nda, “sanat eseri ile ev işi denen duygusal, el emeğine dayalı idari beceriler ve görevler bütünü arasındaki zor, belirsiz, rastlantısal bağdan”8 söz eder. Böyle bir bağın varlığına samimiyetle inanıyor muydu, yoksa kendinden sonraki nesilleri başka meşgaleleri de olsa yazmaya teşvik etmek için mi söyledi bilemeyiz ama hâkim görüş, ister mimar olsun ister yazar, “sanatçının kendisini sanatına feda etmesi gerektiği” yönündedir. İcabında mutfağı bile kaldırıp atmalı, gündelik hayatta onu işinden alıkoyacak herhangi bir şeye fırsat vermemeli.
3.
Nezahat Sugüder (şimdi Arıkoğlu), 1967 yılında Arkitekt dergisine bu sefer başlığı sadece Bir Ev olan bir makale yazar. Amerika’da eşi ve çocukları ile beraber yaşadıkları ve kendi tasarımı olan evlerini anlattığı bu makalede, eğime oturan çelik konstrüksiyonlu evi tasvir etmeye mutfaktan başlar.9 Ceviz rengi dolaplar, ikişer adet fırın ve evye ile dört kişilik—hizmetçisi olmayan—bir ailenin çalışan bireylerinin vakit kaybetmeden yemek pişirebileceği ve yiyebileceği geniş bir mutfak tasarlanmış. Çöp öğütücü ve merkezî vakum sistemi ile evin temizliği ve bakımı da tasarımın bir parçası olarak düşünülmüş. Birkaç yıl evvel sınıf arkadaşı mimar Ümit Höcek’e yazdığı bir mektupta, “biliyorum siz erkekler, hanımları ‘elinin hamuru’ ile görmekten daima hoşlanmışsınızdır ama arada bir de hamur işinden hoşlanmayan mesleğini ciddiye alan hanımlar da çıksa ne olur, dünyanız mı batar?”10 diye soran Nezahat Arıkoğlu’nun tasarladığı bu ev, birinden birini yok saymak zorunda kalmadan, hem ev işi hem de mimarlık ciddiye alındığında çıkacak sonucu gösteriyor.
Makalenin sürpriz sonunda, birkaç yıl bu evde yaşadıktan sonra tecrübe ettiği tasarım kusurlarını anlatıyor: Aslında o dönemde yapılan tüm modern evlerin ortak sorunu olan batı pencerelerinin fazla ışık almasından kaynaklanan panjur ihtiyacı ve açıkta olan çelik strüktürün iki-üç senede bir boyanarak bakım gerektirmesi. “Pek yakında boya istemeyen ve bakım gerektirmeyen inşaat çeliği piyasaya çıktı” diye müjdeyi veriyor. Görüntüsü itibarıyla yüzyıl ortasında tasarlanan modern villalarla beraber değerlendirilebilecek evdeki yaşantı, benzerlerinin aksine mutfakta pişirilecek yemekten duş sırasına girecek ev bireylerine, tozların nasıl alınacağına kadar düşünülmüş. Bu makale ile açığa çıkanlardan biri de, Nezahat Sugüder Arıkoğlu’nun meslektaşlarında sık rastlanmayan özeleştiri becerisi. Kendinden sonraki nesiller için modern mimarlığın iç yüzünü, yerlere kadar olan pencerelerin, şık ve çıplak çelik strüktürlerin ihtiyaç duyduğu gizli kahramanı açığa çıkarıyor: Düzenli bakım.
4.
Paris’te eski ve köhne bir hanın karanlık ve küf kokan merdivenlerinden tırmanan genç mimar, kapıdaki tabelayı görünce bir an duraklıyor: Vurmadan girin. 1948 yılında, dönemin star mimarı Le Corbusier ile bir söyleşi yapmak için İstanbul’dan gelen yeni mezun mimar Şemsa Demiren, beyaz, steril ve aydınlık mekânları insanların hayatına dâhil etmeye ömrünü adayan mimarın sigara dumanı ile sarılı, ortada küçük bir kömür sobası kurulu derme çatma atölyesini görünce şaşırmış olmalı: “[…] masaların üstü, duvarlar, yerler resim çizilmiş kâğıt ve evraklarla dolu. En arka masada oturan genç beni holden hafif ve eğreti bir tahta bölme ile ayrılmış bir küçük hücreye götürüyor. Burası üstadın hem kabul hem çalışma odası. Pencere yanında bir çalışma masası ve hasır bir iki sandalye. Kontrplak duvarlara çivili kendisinin bir iki resim ve krokisi.”11
Demiren, mimarın yaşamı ve ürettikleri arasındaki bu tuhaf çelişkiye dikkat çekmek istermiş gibi, dönemin önde gelen mimarlık dergisi Arkitekt‘te yayımlanacak söyleşisine Corbusier’nin meşhur projesi Marsilya Bloğu’nu (Unité d’Habitation) tasvir ederek başlıyor: Güneşe, havaya ve yeşil alanlara yönelmiş bu muhteşem yapı tamamlandığına aileler için bir sığınak olacak. Corbusier söyleşinin büyük kısmında o esnada üzerinde çalıştığı bu projeden bahsediyor, aynı kapıdan girip çıkan 1.600 kişiyi bir binaya yerleştirmek kolay mı, diye gururlanıyor.
Demiren’in söyleşisi, düşey bahçesi gelecekten fırlamış gibi yepyeni konut binası ile başlayıp ünlü mimarın, dönemin eski ve tozlu İstanbul’una dair bir itirafı ile sona eriyor. “Eğer hayatımın en büyük gafı ve en büyük taktik hatası Atatürk’e yazdığım mektup olmasa idi, bugün büyük rakibim Prost yerine güzel İstanbul şehrinin imarı ile ben uğraşacaktım. Bu mektupta, inkılâp yapmış bir milletin en büyük inkılâpçısına İstanbul’u eski hali ile asırların tozu toprağı ile bırakmasını tavsiye ediyordum.”12
5.
Nezihe Kömürcüoğlu Taner, Berlin’deki mimarlık okulundan yeni mezun olmuş genç bir mimarken yazdığı 1948 tarihli bir makalede, bugünün meşhur akımı tiny house‘un çıkış noktası olan “hafta sonu evciklerini” anlatıyor.13 Hafta sonunu, bütün medeni insanların hafta boyunca özleyeceği bir tatil olarak tarif ediyor ve bu küçük evciklerin yaşam kalitesini ne kadar artırdığına okurları ikna etmek istiyor. En büyük odası bahçesi olan, en fazla iki odadan ibaret evciklerin geniş verandalarına sarınmış sarmaşıkları ile bu “sevimli evciklerden” neden bizler de birer tane yapmayalım diye soruyor. Büyük şehirlerdeki arsa pahalılığının sonucu olan bahçesiz ve yüksek katlı evlere tıkılmış hayatlarımızda, makul bir bütçeyle “cennetten bir pencere” açmak için, bir dağ yamacında ya da deniz kıyısında hafta sonu evcikleri ile şehirden kaçmak için alternatifler önerirken, aynı zamanda Pertev Taner’le beraber Rize şehrinin imar planları üzerine çalışıyor.14 1948 yılında Rize’de ilk çay fabrikası henüz açılmışken, portakal, mandalina ve limon ağaçları ile dolu şehre yeni göçecek memur ve bankacı aileler için bir örnek mahalle tasarlayıp iki katlı konutları büyük bahçeler içine yerleştiriyorlar. 1960’larda nüfusu beş katına çıkan Rize’nin merkezi bugün, kat-i imar planındaki “sokakların dar olması sebebiyle, iki kattan fazla inşaat yapılmaması” önerisinin aksine, en aşağı sekiz-dokuz katlı dip dibe binalardan oluşan bir kent parçasına dönüşmüş durumda. Hafta sonu evcikleri ise 2000’lerin ortasına kadar yaygınlaşmamış; sahil kasabaları Taner’in önerisinin aksine yazlık sitelerle işgal edilmiş.
6.
1944 yılında yayımlanmış derginin bir sayfasına dizilmiş altı tane siyah beyaz, vesikalık fotoğraf. Kimisi objektife bakmış, kimi uzaklara dalmış. Gülümseyenler var hafifçe, bir de çok ciddi duranlar. Muzip ve meydan okuyucu bakışları olanlar da. “Bu yıl Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimari şubesinden Haziran devresinde mezun olan ve yabancı mimar mekteplerinden mezun olan 29 yeni yüksek mimar arkadaşlarımızın fotoğraflarını aşağıya koyuyoruz.”15 İlk sayfada o yıl mezun olan altı kadın mimar var: Şemsa Demiren (Calsat), Nezihe Kömürcüoğlu (Taner), Nezahat Sugüder (Arıkoğlu), Cahide Aksel (Tamer), Mesadet Bara (Adaş), Melahat Arsava (Öngen).
Hemen arka sayfada mezun olan yirmi üç erkek mimara bakınca, kadın öğrencilerin oranı o yıllar için çok yüksek. Belki listede erkekler eksik ya da başka bir sebebi var, ama önemli olan o değil. Kadınların neleri neden yapamadığından bahsetmek kadar, hangi koşullara rağmen neleri yapabildiklerini de konuşmamız gerek. Şemsa Demiren’in 1948 yılındaki hikâyesi, bugün genç bir mimara, buradan kalkıp diyelim Rotterdam’a gidip Rem Koolhaas ile röportaj yapması ve bunu yayımlaması için cesaret veriyor. Dönemin önde gelen mimarları evi makineye benzetirken, ailedeki farklı bireylerin ihtiyaçlarından neredeyse hiç söz etmezken, eve ve aileye bambaşka bir perspektiften bakan genç mimar Nezahat Sugüder, artık deneyimli ve Amerika’da kendini ispatlamış bir mimar olduğunda, ailesi ile beraber yaşamak için tasarladığı evi yine kendisi eleştirirken bize şimdiye kadar dinlediklerimizden başka şeyler öğretiyor. Nezihe Kömürcüoğlu Taner, henüz ortada Pinterest yokken yaptığı ayrıntılı tasvirlerle, okuru kentten kaçmak hayali ile tanıştırıyor ve yazlık evler için bir arsaya en kârlı binayı dikmekten başka seçeneklerimiz olabileceğini hatırlatıyor. Hem de sonra Rize’yi tasarlarken yazdıkları ile çelişmeden, portakal bahçeleri arasında konut mahalleleri öneriyor. Fotoğraftaki diğer mimarlardan Cahide Tamer, görece hakkında en çok şey bilinenlerden. Ayasofya’nın kubbesinde topuklu ayakkabıları ile verdiği pozu ile erken Cumhuriyet dönemi mimarlığındaki kadınların sembolü. Hakkında en az şey bulabildiklerimden Mesadet Bara Adaş, Bayındırlık Bakanlığı’nda ve Atatürk Kültür Merkezi’nin uygulamasında çalışmış;16 Melahat Arsava ise bir süre Bayındırlık Bakanlığı’nda çalıştıktan sonra Adana’da kendi özel bürosunda çalışmaya devam etmiş.17 Google’a yeni soyadı ile Melahat Öngen yazdığımda çıkan tek sonuç, Adana’da kendi adına yaptırılmış Mimar Melahat Öngen Anaokulu. Az ya da çok şey de bulsam fotoğraftaki kadınlarla ile ilgili kesin olan şey, mezun olduktan sonra mimarlık yapmaya devam ettikleri. Gazetelere konu olabilmeleri için ille topuklu ayakkabılarla kubbeye tırmanmaları mı gerekiyor? Kahramanlık hikâyeleri anlatmaya uğraştıkça fotoğrafa giremeyecek olanlar, hikâyeyi başka türlü yazdığımızda yavaş yavaş da olsa görünmeye başlıyor.
7.
Ali Saim Ülgen’in muhtemelen 1950’li yıllarda hazırladığı, özenli bir el yazısıyla yazılmış listelerden ilkinin başlığı, “1934-54 yılları arasında Mimarlar Birliği’ne kayıtlı Bayan Mimarlarımız”.18 Aralarında fotoğraftaki altı mimarın da bulunduğu listede yetmiş iki kadın mimarın adları, mezun oldukları yıl ve diploma numaraları kayıtlı. İkinci listenin başlığı ise “Teşkilatta (İst. Şb.) kaydı bulunan bayan arkadaşların adres listesi”. Bu listedeki adresler ev, büro ve iş olarak ayrılıyor. İş adresleri, kamu ya da üniversite görevlilerinin çalıştığı yere dair bilgileri içeriyor. Farklı kaynaklardan ulaşabildiğim kadarıyla kayıtlı yetmiş iki mimardan elli ikisi, aktif olarak üniversitede, İstanbul Belediyesi, Bayındırlık Bakanlığı gibi kamu kurumlarında ya da özel bürolarda çalışmış.
Cumhuriyet’in erken dönemlerinde kamu kuruluşlarında çalışan mimarların kentsel yapılı çevrenin oluşmasındaki rolü kabul edilmiş olmasına rağmen, bu isimlerin çoğuna dergilerde, yayınlarda rastlamıyoruz. Bugün olduğu gibi, o yıllarda da yarışmalara katılan, mimarlık yayınları ile arası iyi olan mimarların sayısı, toplamın içinde küçük bir yüzde. Bu arada listedeki bazı kişilerin hakkında bir bilgiye ulaşamamış olmam, o kişilerin mimarlık mesleğine devam etmedikleri anlamına gelmiyor. Birincisi kadınların evlendikten sonra soyadlarının değişmesi, zaten kısıtlı arşiv geleneği olan bir alanda izlerinin sürülmesini zorlaştırıyor. İkincisi, iş adresini odaya bildirmemiş olan ya da o esnada yurt dışında çalışan Nezahat Sugüder Arıkoğlu gibi, listede olmayan isimlerin varlığı. Üçüncüsü de, arşiv sayısının ve çeşitliliğinin az olması. Yarışmalara girmemiş, mimarlık dergileri ile bağlantısı olmamış olsa da yapılı çevrenin oluşmasına küçük ya da büyük katkısı olan mimarlar ancak—varsa—şahsi arşivleri ile temsil edilebiliyor. Bu küçük liste neden bu kadar önemli? “Kadın mimarın on yıllar boyunca, sadece bir diploma fotoğrafı ve künyesi olarak varlığına”19 ilişkin önkabulün aksini gösterdiği için mi?
Acaba ben de Linda Nochlin’in sözünü ettiği tuzağa mı düştüm? Nochlin, Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?20 başlıklı makalesinde, bu soruya büyük kadın sanatçıların elbette var olduğunu ama çok bilinmediğini kanıtlamaya çalışan yanıtların, kadın sanatçıların büyümesinin önündeki kurumsal ve toplumsal engellerin (kadınların 19. yüzyıla kadar nü modelle çalışmalarının yasak olması gibi) göz ardı edilmesine sebep olduğunu yazmıştı. Ben de şimdi elimizdeki kısıtlı bilgiden, el yazısıyla yazılmış küçücük bir liste ya da bir derginin köşesinde kalmış fotoğraflardan yola çıkarak bulduklarımla kadınların mimarlığa yaptıkları katkılara yakından bakarak aynı hatayı mı yapıyorum? Geçtiğimiz yüzyıllarda sadece kadınların değil; beyaz, orta sınıf, erkek olmayan (bunu Hristiyan, Batılı gibi sıfatlar ekleyip çoğaltabiliriz) herhangi bir kesimin kültürel üretime katkısı kurumsal ve toplumsal sınırlarla daraltıldı. Olan az sayıda üretim de tam olarak kayda geçmedi, hâlâ da geçmiyor. Nochlin’in yanıtları ile ufuk açan sorusunu bugün sorsak, daha baştan sorunun kendisi ikili cinsiyet sınıflandırmasının dışındakileri içermediği için eksik görülür. Öte yandan, zaten az ve kısıtlı olan bir üretim arşivine bireysel başarıları, kahramanlık hikâyelerini,—başarısızlıkları içerse bile—tek bir alana sebatla odaklanmış monografileri, “büyüklüğü” arayıp duran gözlüklerimizle baktığımız sürece birbirine benzeyen, cesaret kıran istatistikler ve kısır tablolarla karşılaşacağımız da bir gerçek. Ali Saim Ülgen’in küçük listesi, şunu gösterdiği için önemli: Erken Cumhuriyet döneminde özenle yapılmış kent planlamalarında ve kentlerdeki yapılarda irili ufaklı katkısı olan mimarların işlerine, arşivlerine yakından bakarsak kolektif üretimin şimdiye kadar görünür olma fırsatı bulamamış parçaları ortaya çıkabilir. Hâlbuki, Türkiye’deki mimarlık üretimine farklı ortamlarda katkısı olmuş, kimisi kent planlamış, kimisi tüm Türkiye’de petrol tesisinden otele büyük inşaat projelerinde yer almış, kimisi lojman ve konut yapıları tasarlamış, kimisi yarışmalarda ödüller almış, kimisi angarya gibi görünen ama gerçekleşmese mimarlığın ortaya çıkamayacağı bürokratik işleri yapmış onlarca mimardan çok azının arşivi mevcut ve kamuya açık.
Mimarlık belli başlı tekil figürlerin kayıtlara geçmiş tasarım ve yapılarından, başarı öykülerinden ibaret değil. Beatriz Colomina’nın ifşa ettiği “modern mimarlığın küçük kirli sırrı”21, mesleğin tüm alanları için geçerli: Mimarlık kolektif bir iştir, proje üretim süreci çoğu zaman tek bir mimarın elindeymiş gibi görünse de, mimarlık medyası ve akademisi bireylerin ve tekil yapıların hikâyelerinin peşine takılıp dursa da, gerçekte tasarım bir ekip işidir. Tasarımın hayata geçmesi ise çok daha kaotik, farklı disiplinlerden onlarca kişinin birlikte çalışmasını ve bu kişiler ile kurumların uzlaşmasını gerektiren bir süreçtir. Bu süreçte, sanatsal niteliği olmadığı için görünür olmayan ancak tasarımın hayata geçiş aşamasında irili ufaklı rolleri olan pek çok “angarya” iş, ortaya çıkan yapının ya da kent parçasının niteliğini doğrudan etkileyen bürokrasi ve uygulama alanındaki pek çok mimar—ve elbette başka disiplinler—kayda değer görülmemiştir. Kadınlar—ve elbette erkekler—tıpkı bugün olduğu gibi, erken Cumhuriyet döneminin kurumlarında, imar müdürlüklerinde, bayındırlık bakanlıklarında, yapı işlerinde çalışmış; dergilerde, kitaplarda görünmeyen bu kolektif üretimin bir parçası olmuşlardır.
Böyle bir ortamda, herhangi birine ait bir makale bulmak, bir söyleşisine ya da projesine denk gelmek, o kişinin kayda değer başka bir iş yapmadığını değil, yaptıklarının yeteri kadar kaydedilmediğini gösterir. Bu yazı dizisinin amacı da elimizdeki az sayıdaki malzemeye, yazılan ve çizilenlere yakından bakmak; ararken neyin peşinde olduğumuzu tekrar tekrar kendimize hatırlatarak irili ufaklı mimarlık hikâyelerinin izini sürmek.
*”Hakikatın Tası” ifadesi, Nezahat Sugüder Arıkoğlu’nun Sabah Uykusu şiirinden alıntılanmıştır.
Salt Araştırma Mimarlık ve Tasarım Arşivi, Kalebodur tarafından desteklenmektedir.
- - -
Sevince Bayrak, mimar ve yazar. 2007 yılından bu yana SO? Mimarlık‘ta mimarlık ve kent ile ilgili çalışmalar yapıyor ve 2015 yılından beri MEF Üniversitesi’nde ders veriyor.
1.
Anafartalar Caddesi’ndeki Kınacı Han’ın üst katında, zemini linolyum kaplı küçük odalardan birinde, yeşil çuha örtülü masanın etrafında dokuz kişilik yayın komitesi toplanmış, derginin sonraki sayılarında neler olacağını tartışıyorlar.1 Komite üyelerinden, Güzel Sanatlar Akademisi’nden yeni mezun mimar Nezahat Sugüder’in yazacağı makalenin başlığı Ev ve Aile olacak ama 1945 yılında Türk Yüksek Mimarlar Birliği’nin dergisi Mimarlık‘ta yayımlanan bu makale, başlığından beklenmeyen şeyler söylüyor.
“Denilebilir ki: Fonksiyon, proporsiyon, malzeme vs.’nin (ki mimari tesir vücuda getirirler) yaptığını, ailenin ruhi ve içtimai vaziyeti yapamaz, bunlar mimari üzerine tesir yapabilecek tali unsurlardır. Ben de şöyle diyorum: Artık bugün esas olan ferttir, hatta aile bile değil. Çünkü ailesi içinde ve aile evinde rahatını bulamıyan, ruhi ve maddi ihtiyaçlarını tatmin edemiyen fert; ailesini terk edecek, evini bırakacak, kendine, yeni arzularına uygun, ihtiyaçlarına cevap veren bir yer seçmeğe gidecek kadar kendine düşmüştür. […] Sanat şubeleri içinde Mimarlık kadar hiçbiri yoktur ki ferdin ihtiyacı ile bu kadar haşır neşir olsun, ferdin arzusuna bu kadar boyun eğmeğe mecbur kalsın, hayata girsin ve ferdin ruhi salâhını kendine gaye edinsin.”2
Aslolan aile değil bireydir, bireyin ihtiyaçlarıdır. Mimarlığa düşen zor görev, ailedeki her bireyin farklı ihtiyacına yanıt verecek bir ev çözümüdür.
Mimarlık dergilerindeki günlük hayatın kargaşasından yalıtılmış fotoğrafların aksine, evler içinde değişen yaşantılarla güzeldir. Sadece evlerin değil tüm yapıların güzelliğinin ancak içinde yaşanırsa deneyimlenebileceğini düşünen Nezahat Sugüder, seneler sonra Baltimore’da tasarladığı bir sinagog projesini anlatırken, camilerin tek bir işleve mahkûm edilmesini ve bu nedenle günlük hayat ile kent yaşantısına çok az dâhil olmasını sorguluyordu. Venedik’teki San Marco Meydanı ile yarışır güzellikteki cami avluları neden sadece yemek dağıtmak, sünnet düğünü yapmak için kullanılıyordu ki? Bir mimarın yapısının emekliye ayrılmasını istemeyeceğini bildiği için, Sinan bile bu hâli görse, hiçbir şey bulamazsa kendi düğününü tazelerdi camilerden birinin avlusunda, diye düşünüyordu.3 İster ev olsun ister cami, mimarlık bireyin ihtiyacı ile haşır neşir olmalıydı.
Sugüder’den neredeyse yüz yıl önce ev tasarımı üzerine kafa yoran Amerikalı yazar Harriet Beecher Stowe’un kocasına yazdığı mektup, Sugüder’in altını çizdiği, bireyin değişen ihtiyaçlarını açığa çıkaran bir çığlıktı: “Yazacaksam eğer kendime ait bir odam olmalı, bana ait bir oda. Geçtiğimiz kış boyunca başımı sokabileceğim sessiz bir yere ihtiyacım oldu. (Yemek odasında) yazamıyorum, çünkü sofra hazırlanıyor sofra kaldırılıyor, çocuklar giyiniyor, yıkanıyor, bir sürü başka şey… Kendimi ne kadar zorladıysam da orada hiçbir zaman kendimi rahat hissetmedim.” Beecher Stowe şikayetlerinin peşi sıra çözüm önerileri ile geliyordu: “Ocağı öteki odaya alalım, bacasını üst kattan geçirelim, camlı kapıyı bebek bakım odasına açalım, bitkilerim ve benim için küçük bir oda yapalım.”4
Harriet Beecher Stowe, bu mektuptan 28 yıl sonra, muhtemelen yedi çocuğunu da büyütüp evden göndermişken, kız kardeşi Catherine Beecher’la American Woman’s Home‘u [Amerikan Kadınının Evi] yazar. Ev işini, ailedeki çocuk ve yaşlıların bakımını bilabedel yapılan görünmez emek olmaktan çıkarıp profesyonel karşılığı olan bir işe, “ev bilimine” dönüştürmek için harekete geçerler.
1869 yılında ilk kez basılan 573 sayfalık dev eser, anatomiden mimariye, ev bilimini ilgilendiren her alanda detaylı ve sistematik bilgiler içeren bir ansiklopediyi andırıyor. Harriet ve Catherine ev biliminin inceliklerine mimariden başlıyor ve modern hayatın temel problemi olan bireylerin ihtiyaçlarına göre değişebilecek ev için bir zemin kat planı öneriyorlar.5 Zemin katın ortasında, hayatın kalbinde mutfak ve pişirme alanı var. Salonun tam ortasındaki bu alan kayar kapılarla istenildiği zaman diğer odalara açılabiliyor. Zemin kat planında en önem verdikleri eleman; çekirdeğinde mutfak bulunan büyük hacmi, yani salonu bölmek için tasarlanmış, hareket edebilen ayırıcılar. Büyük bir odayı istenildiğinde çalışma odasına, istenildiğinde yemek odasına dönüştürebilecek bu tekerlekli ayırıcının bir yüzü dolap, diğer yüzü ise çerçevelerle süslü bir duvar görünümünde. Ev işinin ve çocuk bakımının hengâmesinde aile bireylerinin ihtiyaç duyduğu mahremiyeti ve sakinliği geçici de olsa sağlayabilecek bu ayırıcının maliyeti o zamanın parası ile sadece 30 dolar.
2.
“Bu evde mutfak yok. Eskiden vardı, kaldırıp attım, çirkindi.”6 Mutfakla birlikte yemeklerini yapan yardımcısını da hayatından çıkaran Zaha Hadid, yemeklerini dışarıda yiyor. Pritzker ödülünü alan ilk kadın mimar olan Zaha Hadid, kadınların özgürleşmesi ile yüklerinin çok daha fazla arttığını, şimdi artık hem işe hem eve hem de çocuklarına bakmakla yükümlü olduklarını söylüyor, ancak mimarlığın dokuzdan beşe yapılabilecek bir iş olmadığını, bir süreklilik gerektirdiğini hatırlatıyor. Mimarlık şimdiye kadar tarif edildiği gibi yapılmaya devam ederse, hayatın doğal akışının sürmesine, yani kendinden başka bir şeyle meşgul olunmasına izin vermeyen, gece gündüz kesintisiz yapılması gereken bir uğraş. Zaha Hadid’den sekiz yıl sonra Pritzker ödülü alan Wang Shu, ödülü ortağı ve karısı Lu Wenyu ile paylaşmak istediğinde, Wenyu karşı çıkar: “Ben hiçbir zaman bir Pritzker istemedim, Çin’de eğer ünlü olursanız hayatınız biter. Bense kendime ait bir hayatım olsun ve vaktimi oğlumla geçirebileyim istiyorum.”7 Ödülü alan kadın mimarların arasında, Pritzker aldığında dört çocuğu olan İtalyan mimar Renzo Piano gibi bir örnek olmaması bir tarafa, herhangi birinin biyografisinde çocukları olduğu bilgisine de rastlanmıyor. Mimarlığın, yirminci yüzyılda kabul edildiği biçimiyle, mimarın kendisini mimarlık uğruna feda ederek, bölünmemiş bir ilgiyle yapılması zorunluluğu, tek bir konuya odaklanıp gece gündüz demeden yapılan bir uğraşa sahip olma lüksü olmayanları yarışın dışında mı bırakıyor?
Peki acaba kişinin herhangi bir işle uğraşırken ilgisinin bölünmesi o işin hayrına olabilir mi? Ursula K. Le Guin, Balıkçı Kadının Kızı‘nda, “sanat eseri ile ev işi denen duygusal, el emeğine dayalı idari beceriler ve görevler bütünü arasındaki zor, belirsiz, rastlantısal bağdan”8 söz eder. Böyle bir bağın varlığına samimiyetle inanıyor muydu, yoksa kendinden sonraki nesilleri başka meşgaleleri de olsa yazmaya teşvik etmek için mi söyledi bilemeyiz ama hâkim görüş, ister mimar olsun ister yazar, “sanatçının kendisini sanatına feda etmesi gerektiği” yönündedir. İcabında mutfağı bile kaldırıp atmalı, gündelik hayatta onu işinden alıkoyacak herhangi bir şeye fırsat vermemeli.
3.
Nezahat Sugüder (şimdi Arıkoğlu), 1967 yılında Arkitekt dergisine bu sefer başlığı sadece Bir Ev olan bir makale yazar. Amerika’da eşi ve çocukları ile beraber yaşadıkları ve kendi tasarımı olan evlerini anlattığı bu makalede, eğime oturan çelik konstrüksiyonlu evi tasvir etmeye mutfaktan başlar.9 Ceviz rengi dolaplar, ikişer adet fırın ve evye ile dört kişilik—hizmetçisi olmayan—bir ailenin çalışan bireylerinin vakit kaybetmeden yemek pişirebileceği ve yiyebileceği geniş bir mutfak tasarlanmış. Çöp öğütücü ve merkezî vakum sistemi ile evin temizliği ve bakımı da tasarımın bir parçası olarak düşünülmüş. Birkaç yıl evvel sınıf arkadaşı mimar Ümit Höcek’e yazdığı bir mektupta, “biliyorum siz erkekler, hanımları ‘elinin hamuru’ ile görmekten daima hoşlanmışsınızdır ama arada bir de hamur işinden hoşlanmayan mesleğini ciddiye alan hanımlar da çıksa ne olur, dünyanız mı batar?”10 diye soran Nezahat Arıkoğlu’nun tasarladığı bu ev, birinden birini yok saymak zorunda kalmadan, hem ev işi hem de mimarlık ciddiye alındığında çıkacak sonucu gösteriyor.
Makalenin sürpriz sonunda, birkaç yıl bu evde yaşadıktan sonra tecrübe ettiği tasarım kusurlarını anlatıyor: Aslında o dönemde yapılan tüm modern evlerin ortak sorunu olan batı pencerelerinin fazla ışık almasından kaynaklanan panjur ihtiyacı ve açıkta olan çelik strüktürün iki-üç senede bir boyanarak bakım gerektirmesi. “Pek yakında boya istemeyen ve bakım gerektirmeyen inşaat çeliği piyasaya çıktı” diye müjdeyi veriyor. Görüntüsü itibarıyla yüzyıl ortasında tasarlanan modern villalarla beraber değerlendirilebilecek evdeki yaşantı, benzerlerinin aksine mutfakta pişirilecek yemekten duş sırasına girecek ev bireylerine, tozların nasıl alınacağına kadar düşünülmüş. Bu makale ile açığa çıkanlardan biri de, Nezahat Sugüder Arıkoğlu’nun meslektaşlarında sık rastlanmayan özeleştiri becerisi. Kendinden sonraki nesiller için modern mimarlığın iç yüzünü, yerlere kadar olan pencerelerin, şık ve çıplak çelik strüktürlerin ihtiyaç duyduğu gizli kahramanı açığa çıkarıyor: Düzenli bakım.
4.
Paris’te eski ve köhne bir hanın karanlık ve küf kokan merdivenlerinden tırmanan genç mimar, kapıdaki tabelayı görünce bir an duraklıyor: Vurmadan girin. 1948 yılında, dönemin star mimarı Le Corbusier ile bir söyleşi yapmak için İstanbul’dan gelen yeni mezun mimar Şemsa Demiren, beyaz, steril ve aydınlık mekânları insanların hayatına dâhil etmeye ömrünü adayan mimarın sigara dumanı ile sarılı, ortada küçük bir kömür sobası kurulu derme çatma atölyesini görünce şaşırmış olmalı: “[…] masaların üstü, duvarlar, yerler resim çizilmiş kâğıt ve evraklarla dolu. En arka masada oturan genç beni holden hafif ve eğreti bir tahta bölme ile ayrılmış bir küçük hücreye götürüyor. Burası üstadın hem kabul hem çalışma odası. Pencere yanında bir çalışma masası ve hasır bir iki sandalye. Kontrplak duvarlara çivili kendisinin bir iki resim ve krokisi.”11
Demiren, mimarın yaşamı ve ürettikleri arasındaki bu tuhaf çelişkiye dikkat çekmek istermiş gibi, dönemin önde gelen mimarlık dergisi Arkitekt‘te yayımlanacak söyleşisine Corbusier’nin meşhur projesi Marsilya Bloğu’nu (Unité d’Habitation) tasvir ederek başlıyor: Güneşe, havaya ve yeşil alanlara yönelmiş bu muhteşem yapı tamamlandığına aileler için bir sığınak olacak. Corbusier söyleşinin büyük kısmında o esnada üzerinde çalıştığı bu projeden bahsediyor, aynı kapıdan girip çıkan 1.600 kişiyi bir binaya yerleştirmek kolay mı, diye gururlanıyor.
Demiren’in söyleşisi, düşey bahçesi gelecekten fırlamış gibi yepyeni konut binası ile başlayıp ünlü mimarın, dönemin eski ve tozlu İstanbul’una dair bir itirafı ile sona eriyor. “Eğer hayatımın en büyük gafı ve en büyük taktik hatası Atatürk’e yazdığım mektup olmasa idi, bugün büyük rakibim Prost yerine güzel İstanbul şehrinin imarı ile ben uğraşacaktım. Bu mektupta, inkılâp yapmış bir milletin en büyük inkılâpçısına İstanbul’u eski hali ile asırların tozu toprağı ile bırakmasını tavsiye ediyordum.”12
5.
Nezihe Kömürcüoğlu Taner, Berlin’deki mimarlık okulundan yeni mezun olmuş genç bir mimarken yazdığı 1948 tarihli bir makalede, bugünün meşhur akımı tiny house‘un çıkış noktası olan “hafta sonu evciklerini” anlatıyor.13 Hafta sonunu, bütün medeni insanların hafta boyunca özleyeceği bir tatil olarak tarif ediyor ve bu küçük evciklerin yaşam kalitesini ne kadar artırdığına okurları ikna etmek istiyor. En büyük odası bahçesi olan, en fazla iki odadan ibaret evciklerin geniş verandalarına sarınmış sarmaşıkları ile bu “sevimli evciklerden” neden bizler de birer tane yapmayalım diye soruyor. Büyük şehirlerdeki arsa pahalılığının sonucu olan bahçesiz ve yüksek katlı evlere tıkılmış hayatlarımızda, makul bir bütçeyle “cennetten bir pencere” açmak için, bir dağ yamacında ya da deniz kıyısında hafta sonu evcikleri ile şehirden kaçmak için alternatifler önerirken, aynı zamanda Pertev Taner’le beraber Rize şehrinin imar planları üzerine çalışıyor.14 1948 yılında Rize’de ilk çay fabrikası henüz açılmışken, portakal, mandalina ve limon ağaçları ile dolu şehre yeni göçecek memur ve bankacı aileler için bir örnek mahalle tasarlayıp iki katlı konutları büyük bahçeler içine yerleştiriyorlar. 1960’larda nüfusu beş katına çıkan Rize’nin merkezi bugün, kat-i imar planındaki “sokakların dar olması sebebiyle, iki kattan fazla inşaat yapılmaması” önerisinin aksine, en aşağı sekiz-dokuz katlı dip dibe binalardan oluşan bir kent parçasına dönüşmüş durumda. Hafta sonu evcikleri ise 2000’lerin ortasına kadar yaygınlaşmamış; sahil kasabaları Taner’in önerisinin aksine yazlık sitelerle işgal edilmiş.
6.
1944 yılında yayımlanmış derginin bir sayfasına dizilmiş altı tane siyah beyaz, vesikalık fotoğraf. Kimisi objektife bakmış, kimi uzaklara dalmış. Gülümseyenler var hafifçe, bir de çok ciddi duranlar. Muzip ve meydan okuyucu bakışları olanlar da. “Bu yıl Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimari şubesinden Haziran devresinde mezun olan ve yabancı mimar mekteplerinden mezun olan 29 yeni yüksek mimar arkadaşlarımızın fotoğraflarını aşağıya koyuyoruz.”15 İlk sayfada o yıl mezun olan altı kadın mimar var: Şemsa Demiren (Calsat), Nezihe Kömürcüoğlu (Taner), Nezahat Sugüder (Arıkoğlu), Cahide Aksel (Tamer), Mesadet Bara (Adaş), Melahat Arsava (Öngen).
Hemen arka sayfada mezun olan yirmi üç erkek mimara bakınca, kadın öğrencilerin oranı o yıllar için çok yüksek. Belki listede erkekler eksik ya da başka bir sebebi var, ama önemli olan o değil. Kadınların neleri neden yapamadığından bahsetmek kadar, hangi koşullara rağmen neleri yapabildiklerini de konuşmamız gerek. Şemsa Demiren’in 1948 yılındaki hikâyesi, bugün genç bir mimara, buradan kalkıp diyelim Rotterdam’a gidip Rem Koolhaas ile röportaj yapması ve bunu yayımlaması için cesaret veriyor. Dönemin önde gelen mimarları evi makineye benzetirken, ailedeki farklı bireylerin ihtiyaçlarından neredeyse hiç söz etmezken, eve ve aileye bambaşka bir perspektiften bakan genç mimar Nezahat Sugüder, artık deneyimli ve Amerika’da kendini ispatlamış bir mimar olduğunda, ailesi ile beraber yaşamak için tasarladığı evi yine kendisi eleştirirken bize şimdiye kadar dinlediklerimizden başka şeyler öğretiyor. Nezihe Kömürcüoğlu Taner, henüz ortada Pinterest yokken yaptığı ayrıntılı tasvirlerle, okuru kentten kaçmak hayali ile tanıştırıyor ve yazlık evler için bir arsaya en kârlı binayı dikmekten başka seçeneklerimiz olabileceğini hatırlatıyor. Hem de sonra Rize’yi tasarlarken yazdıkları ile çelişmeden, portakal bahçeleri arasında konut mahalleleri öneriyor. Fotoğraftaki diğer mimarlardan Cahide Tamer, görece hakkında en çok şey bilinenlerden. Ayasofya’nın kubbesinde topuklu ayakkabıları ile verdiği pozu ile erken Cumhuriyet dönemi mimarlığındaki kadınların sembolü. Hakkında en az şey bulabildiklerimden Mesadet Bara Adaş, Bayındırlık Bakanlığı’nda ve Atatürk Kültür Merkezi’nin uygulamasında çalışmış;16 Melahat Arsava ise bir süre Bayındırlık Bakanlığı’nda çalıştıktan sonra Adana’da kendi özel bürosunda çalışmaya devam etmiş.17 Google’a yeni soyadı ile Melahat Öngen yazdığımda çıkan tek sonuç, Adana’da kendi adına yaptırılmış Mimar Melahat Öngen Anaokulu. Az ya da çok şey de bulsam fotoğraftaki kadınlarla ile ilgili kesin olan şey, mezun olduktan sonra mimarlık yapmaya devam ettikleri. Gazetelere konu olabilmeleri için ille topuklu ayakkabılarla kubbeye tırmanmaları mı gerekiyor? Kahramanlık hikâyeleri anlatmaya uğraştıkça fotoğrafa giremeyecek olanlar, hikâyeyi başka türlü yazdığımızda yavaş yavaş da olsa görünmeye başlıyor.
7.
Ali Saim Ülgen’in muhtemelen 1950’li yıllarda hazırladığı, özenli bir el yazısıyla yazılmış listelerden ilkinin başlığı, “1934-54 yılları arasında Mimarlar Birliği’ne kayıtlı Bayan Mimarlarımız”.18 Aralarında fotoğraftaki altı mimarın da bulunduğu listede yetmiş iki kadın mimarın adları, mezun oldukları yıl ve diploma numaraları kayıtlı. İkinci listenin başlığı ise “Teşkilatta (İst. Şb.) kaydı bulunan bayan arkadaşların adres listesi”. Bu listedeki adresler ev, büro ve iş olarak ayrılıyor. İş adresleri, kamu ya da üniversite görevlilerinin çalıştığı yere dair bilgileri içeriyor. Farklı kaynaklardan ulaşabildiğim kadarıyla kayıtlı yetmiş iki mimardan elli ikisi, aktif olarak üniversitede, İstanbul Belediyesi, Bayındırlık Bakanlığı gibi kamu kurumlarında ya da özel bürolarda çalışmış.
Cumhuriyet’in erken dönemlerinde kamu kuruluşlarında çalışan mimarların kentsel yapılı çevrenin oluşmasındaki rolü kabul edilmiş olmasına rağmen, bu isimlerin çoğuna dergilerde, yayınlarda rastlamıyoruz. Bugün olduğu gibi, o yıllarda da yarışmalara katılan, mimarlık yayınları ile arası iyi olan mimarların sayısı, toplamın içinde küçük bir yüzde. Bu arada listedeki bazı kişilerin hakkında bir bilgiye ulaşamamış olmam, o kişilerin mimarlık mesleğine devam etmedikleri anlamına gelmiyor. Birincisi kadınların evlendikten sonra soyadlarının değişmesi, zaten kısıtlı arşiv geleneği olan bir alanda izlerinin sürülmesini zorlaştırıyor. İkincisi, iş adresini odaya bildirmemiş olan ya da o esnada yurt dışında çalışan Nezahat Sugüder Arıkoğlu gibi, listede olmayan isimlerin varlığı. Üçüncüsü de, arşiv sayısının ve çeşitliliğinin az olması. Yarışmalara girmemiş, mimarlık dergileri ile bağlantısı olmamış olsa da yapılı çevrenin oluşmasına küçük ya da büyük katkısı olan mimarlar ancak—varsa—şahsi arşivleri ile temsil edilebiliyor. Bu küçük liste neden bu kadar önemli? “Kadın mimarın on yıllar boyunca, sadece bir diploma fotoğrafı ve künyesi olarak varlığına”19 ilişkin önkabulün aksini gösterdiği için mi?
Acaba ben de Linda Nochlin’in sözünü ettiği tuzağa mı düştüm? Nochlin, Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?20 başlıklı makalesinde, bu soruya büyük kadın sanatçıların elbette var olduğunu ama çok bilinmediğini kanıtlamaya çalışan yanıtların, kadın sanatçıların büyümesinin önündeki kurumsal ve toplumsal engellerin (kadınların 19. yüzyıla kadar nü modelle çalışmalarının yasak olması gibi) göz ardı edilmesine sebep olduğunu yazmıştı. Ben de şimdi elimizdeki kısıtlı bilgiden, el yazısıyla yazılmış küçücük bir liste ya da bir derginin köşesinde kalmış fotoğraflardan yola çıkarak bulduklarımla kadınların mimarlığa yaptıkları katkılara yakından bakarak aynı hatayı mı yapıyorum? Geçtiğimiz yüzyıllarda sadece kadınların değil; beyaz, orta sınıf, erkek olmayan (bunu Hristiyan, Batılı gibi sıfatlar ekleyip çoğaltabiliriz) herhangi bir kesimin kültürel üretime katkısı kurumsal ve toplumsal sınırlarla daraltıldı. Olan az sayıda üretim de tam olarak kayda geçmedi, hâlâ da geçmiyor. Nochlin’in yanıtları ile ufuk açan sorusunu bugün sorsak, daha baştan sorunun kendisi ikili cinsiyet sınıflandırmasının dışındakileri içermediği için eksik görülür. Öte yandan, zaten az ve kısıtlı olan bir üretim arşivine bireysel başarıları, kahramanlık hikâyelerini,—başarısızlıkları içerse bile—tek bir alana sebatla odaklanmış monografileri, “büyüklüğü” arayıp duran gözlüklerimizle baktığımız sürece birbirine benzeyen, cesaret kıran istatistikler ve kısır tablolarla karşılaşacağımız da bir gerçek. Ali Saim Ülgen’in küçük listesi, şunu gösterdiği için önemli: Erken Cumhuriyet döneminde özenle yapılmış kent planlamalarında ve kentlerdeki yapılarda irili ufaklı katkısı olan mimarların işlerine, arşivlerine yakından bakarsak kolektif üretimin şimdiye kadar görünür olma fırsatı bulamamış parçaları ortaya çıkabilir. Hâlbuki, Türkiye’deki mimarlık üretimine farklı ortamlarda katkısı olmuş, kimisi kent planlamış, kimisi tüm Türkiye’de petrol tesisinden otele büyük inşaat projelerinde yer almış, kimisi lojman ve konut yapıları tasarlamış, kimisi yarışmalarda ödüller almış, kimisi angarya gibi görünen ama gerçekleşmese mimarlığın ortaya çıkamayacağı bürokratik işleri yapmış onlarca mimardan çok azının arşivi mevcut ve kamuya açık.
Mimarlık belli başlı tekil figürlerin kayıtlara geçmiş tasarım ve yapılarından, başarı öykülerinden ibaret değil. Beatriz Colomina’nın ifşa ettiği “modern mimarlığın küçük kirli sırrı”21, mesleğin tüm alanları için geçerli: Mimarlık kolektif bir iştir, proje üretim süreci çoğu zaman tek bir mimarın elindeymiş gibi görünse de, mimarlık medyası ve akademisi bireylerin ve tekil yapıların hikâyelerinin peşine takılıp dursa da, gerçekte tasarım bir ekip işidir. Tasarımın hayata geçmesi ise çok daha kaotik, farklı disiplinlerden onlarca kişinin birlikte çalışmasını ve bu kişiler ile kurumların uzlaşmasını gerektiren bir süreçtir. Bu süreçte, sanatsal niteliği olmadığı için görünür olmayan ancak tasarımın hayata geçiş aşamasında irili ufaklı rolleri olan pek çok “angarya” iş, ortaya çıkan yapının ya da kent parçasının niteliğini doğrudan etkileyen bürokrasi ve uygulama alanındaki pek çok mimar—ve elbette başka disiplinler—kayda değer görülmemiştir. Kadınlar—ve elbette erkekler—tıpkı bugün olduğu gibi, erken Cumhuriyet döneminin kurumlarında, imar müdürlüklerinde, bayındırlık bakanlıklarında, yapı işlerinde çalışmış; dergilerde, kitaplarda görünmeyen bu kolektif üretimin bir parçası olmuşlardır.
Böyle bir ortamda, herhangi birine ait bir makale bulmak, bir söyleşisine ya da projesine denk gelmek, o kişinin kayda değer başka bir iş yapmadığını değil, yaptıklarının yeteri kadar kaydedilmediğini gösterir. Bu yazı dizisinin amacı da elimizdeki az sayıdaki malzemeye, yazılan ve çizilenlere yakından bakmak; ararken neyin peşinde olduğumuzu tekrar tekrar kendimize hatırlatarak irili ufaklı mimarlık hikâyelerinin izini sürmek.
*”Hakikatın Tası” ifadesi, Nezahat Sugüder Arıkoğlu’nun Sabah Uykusu şiirinden alıntılanmıştır.
Salt Araştırma Mimarlık ve Tasarım Arşivi, Kalebodur tarafından desteklenmektedir.
Sevince Bayrak, mimar ve yazar. 2007 yılından bu yana SO? Mimarlık‘ta mimarlık ve kent ile ilgili çalışmalar yapıyor ve 2015 yılından beri MEF Üniversitesi’nde ders veriyor.
- 1.Çetin Ünalın, "Türk Yüksek Mimarlar Derneği", Mühendislik Mimarlık Öyküleri, Cilt: 2-17, Öykü-14, TMMOB, Mayıs 2006.
- 2.Nezahat Sugüder, "Ev ve Aile", Mimarlık, Yıl: 2, Sayı: 2-3, 1945, s. 24.
- 3.Nezahat (Sugüder) Arıkoğlu, "Bir Sinagog (Baltimore)", Arkitekt, Sayı: 326, 1967, ss. 56-57.
- 4.Tillie Olsen, Silences, New York: The Feminist Press at CUNY, 2003 (Orijinal yayın tarihi 1978).
- 5.Harriet Beecher Stowe ve Catherine Stowe, American Woman's Home: Or, Principles of Domestic Science, New York: J.B. Ford & Co., 1869.
- 6.Simon Hattenstone, Zaha Hadid ile röportaj, Guardian, 9 Ekim 2010.
- 7.Anatxu Zabalbeascoa, "La arquitecta que renunció al Pritzker para evitar la fama", El Pais, 1 Ekim 2013.
- 8.Ursula K. Le Guin, "Balıkçı Kadının Kızı" (çev. Nurdan Gürbilek), Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, İstanbul: Metis, 1999, s. 114.
- 9.Nezahat (Sugüder) Arıkoğlu, "Bir Ev", Arkitekt, Sayı: 326, 1967, ss. 53-55.
- 10.Kaya Arıkoğlu, "Nezahat Sugüder Arıkoğlu", Türk Mimarisinde İz Bırakanlar-I, Ankara: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Yayınları, 2015, s. 64.
- 11.Şemsa Demiren, "Le Corbusier ile Mülâkat", Arkitekt, Sayı: 215-216, 1949, s. 230.
- 12.A.g.e., ss. 230-231.
- 13.Nezihe (Kömürcüoğlu) Taner, "Hafta sonu tatili evleri", Mimarlık, Yıl: 5, Sayı: 1, 1948, ss. 12-14.
- 14.Nezihe Taner ve Pertev Taner, "Rize Şehri Kat'i İmar Planı İzah Notu", Arkitekt, Sayı: 183-184, 1947, ss. 97-100.
- 15."Yeni Mezun Olan Arkadaşlarımız", Mimarlık, Yıl: 1, Sayı: 1, 1944, s. 32.
- 16.
- 17.Yekta Özgüven, Türkiye'de Kadın Mimar Kariyerinin Başlangıcı 1934-1960 (Yüksek Lisans Tezi), Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul, 2002.
- 18.Salt Araştırma, Ali Saim Ülgen Arşivi. Bu belgeye dikkatimi çektiği için Orkun Dayıoğlu'na teşekkür ederim.
- 19.Uğur Tanyeli, Mimarlığın Aktörleri: Türkiye 1900-2000, İstanbul: Garanti Galeri, 2007.
- 20.Linda Nochlin, "Why Have There Been No Great Women Artists?", ARTnews, Ocak 1971.
- 21.Beatriz Colomina, "Outrage: blindness to women turns out to be blindness to architecture itself", The Architectural Review, 8 Mart 2018.