Hisar Kısa Film Yarışması (1967-1970) Üzerine
Bülent Becan
7 Kasım 2023
Salt’ın Hisar Kısa Film Yarışması (1967-1970) üzerine yürüttüğü araştırma kapsamında yayımlanan bu yazı, Bülent Becan’ın 18 Ekim 2023’te Salt Galata’da gerçekleştirilen gösterim ve söyleşi programında yaptığı konuşmanın dökümüdür.
Her toplantının, festivalin bir görünür yüzü vardır bir de perde arkası. Bu yazıda, Hisar Kısa Film Yarışması boyunca tanıklık ettiğim—ve şu anda hayattaki tek tanığı olduğum—perde gerisi, ön jüri odası, jüri odası, projeksiyon kabini dedikodularını sizlerle, 54-55 yıl sonra paylaşmak istiyorum.
1967 Hisar Kısa Film Yarışması sırasında Robert Kolej Yüksek Okulu’nda (bugünkü adıyla Boğaziçi Üniversitesi) öğrenciydim, Sinema Kulübü üyesiydim ama yarışmayı ya duymadım veya çok geç duydum ya da Sinematek ve Kervan Sineması’ndan vakit ayırıp gidemedim.
Fakat 1968 Hisar Kısa Film Yarışması’nın başından sonuna içindeydim; 1968, 1969 ve 1970 ön elemelerinde, gösterimlerinde hem ön jüri ve jüriye hem gösterilere destek verdim.
12 yıl okuduğum Galatasaray Lisesi’ni bitirip 1966 yılında Robert Kolej Yüksek Okulu İngilizce hazırlık sınıfına girmiştim. 1967 -1968 ders yılında birinci sınıflar Robert Kolej Yüksek Okulu Öğrenci Birliği üyesi seçildim. Başkan, Faruk Pekin idi. Tüm sosyal etkinliklerin yer aldığı, “Social Hall” denilen tiyatro salonu, o zamanların en ünlü mekânı Kazım’ın Kantini, en alt katta girişte sağdaki ilk kapıdan girilen Öğrenci Birliği odası, bir üst kattaki, adı gibi Kırmızı Salon ve daha sonraları bowling salonu bozularak yapılan öğrenci dernekleri ve kulüp odaları bölümü, bütün bunlar Özer Kabaş’ın sorumluluğundaydı. Ben Öğrenci Birliği’nde, Tiyatro ve Sinema kulüplerinde yer aldığımdan, Özer Kabaş ile yakın teması olan yüzlerce öğrenciden biri olmuştum. Bir ortak noktamız da, kendisiyle aynı dönemlerde Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde okumuş olan, tiyatro ve sanat aşkı yüzünden Özer Kabaş ile de yolları Türkiye’de ve ABD’de kesişmiş olan teyzem Bilge Civelekoğlu Friedlaender idi.
Kabaş beni sevmiş veya yeterince hevesli bulmuş olacak ki 1968 Hisar Kısa Film Yarışması ön jüri toplantıları öncesi beni çağırdı. Yarışmaya gönderilmiş olan, bir kısmı 8mm, bir kısmı süper 8mm, bir kısmı ses bantlı, çoğu ses bantsız ve yanında rulo ses teybi ile gelen, hatta birkaç 16mm filmi jüriye aksatmadan, zaman kaybetmeden, sessizce göstermem için benim de bir Cumartesi ve Pazar günü okulda kalmamı rica etti. İkiletmedim.
İlk iş, yeterli sayıda ve formatta film gösterim makinesi ve Grundig teyp bulmaktı (o tarihlerde tüm makaralı bant okuma aletlerine Grundig teyp denirdi). Okulun çok zengin ve üniversite olduktan sonra sanki 2021 sonrasına benzer bir hınçla hoyratça dağıtılıp kapatılan bir diskotek ve müzik odası vardı. Oradan iki teyp aldık. Özer Kabaş okuldaki Amerikalı ve Türkiye’ye yeni dönmüş Türk hocalardan allem etti, kallem etti, üçer 8mm, üçer süper 8mm makine buldu. Makinesini verenlerden biri, “geri alırken, yeni projektör ampulü de isterim” dediği için, ben Sirkeci’ye gidip her makine için ikişer yedek, 16mm makine için tek yedek projektör ampulü aldım, bir servet harcadım.
Cumartesi gayet düzgün geçti. Pazar sabahı toplandık. 8mm makineler iki filmde bir ampul yakıyor. Üçüncü ampul yandığında, jüri üyelerinden Kenan Bulutoğlu, benim gidip voltajı kontrol etmemi önerdi.
Robert Kolej ve Arnavutköy Kız Koleji’nde tüm elektrik şebekesi 110 volt idi, Amerika ile uyumlu. İstanbul’un da eski şehir yakası 110 volt elektrik kullanırdı. Pazar günü hemen her yer kapalı; voltaj iş günlerinin kullanımına uygun, 130-140 volta ayarlanmış. Şebeke voltajını elektrik çarpmadan düşürdüm. Jüri filmlerin tümünü seyredebildi.
Ön jüride, hafızam beni yanıltmıyorsa, Özer Kabaş’ın dışında RK Sinema Kulübü Başkanı Hasan Akbelen, Prof. Dr. Kenan Bulutoğlu, Kuzgun Acar ve Sermet Çağan ile eşi Seçkin Selvi yer alıyordu. Kuzgun Acar heykeltıraş, Sermet Çağan tiyatro oyun yazarı ve oyuncu, Seçki Selvi eleştirmen. Kenan Bulutoğlu neden jüride anlamamıştım. Bulabildiğim tek neden, 16mm makinesini ve iki 8mm projeksiyon makinesini getirdiği için Özer Kabaş’ın kendisini jest olarak jüriye aldığıydı.
Prof. Dr. Kenan Bulutoğlu, çok ciddi, Muzaffer Tema kadar mimikli, bugün olsa botokslu diyeceğim, her gördüğümde lacivert takım elbise, beyaz gömlek giyen, ciddi koyu renkli kravatlar takan ve üstüne üstlük Türk Vergi Sistemi adlı kitabın yazarı bir iktisat profesörü idi. Oldukça da yaşlıydı, herhalde 40-45 yaşlarında1 vardı. Özer Kabaş bana kendisinin müthiş bir sinema kültürü olduğunu, filmler çekip kendisinin bizzat banyo ettiğini, çekim ve banyo sırasında Man Ray’i, montaj safhasında Buñuel’i kıskandıracak yenilikler yaptığını anlattı. Ağzım açık kaldı.
Ön jüriye her türlü kısa film gelirdi. “Avrupa’da unutulmaz 14 gün”, “Anadolu’nun bağrından”; birçoğu iki kısım tekmili birden, bir kısmı üç veya dört rulo. Her rulo 4 dakika sürüyor, iki makineyi birden hazırlıyorum. Birinciyi koparmadan oynatırken ikinciyi, birinci kutu biter bitmez devreye sokuyorum, ilk makineye yeni bir rulo takıyorum. Eğer filmin müziği varsa, onu da devreye sokuyorum. Çok teknik bir görevdi.
Ön jürinin bu filmlerin hepsini, ama hepsini, sabırla seyredip ardından notlar aldığını görüyordum.
İnanmayanlarınız olacaktır eminim; jüri, özellikle de en sabırlıları Kenan Bulutoğlu, birçoğu hangi cesaretle yarışmaya gönderildiğini kimselerin anlamayacağı kalitede o filmlerin hepsine kısa ama öz, övücü, teşvik edici metinler hazırladı ve ben de onları daktilo edip filmleri kabul edilmeyenlere tek tek, elden veya posta ile teslim ettim. Her üç yarışmaya inatla ve sevgiyle katılan ne kadar çok emekli büyükelçi, emekli genel müdür tanımıştım.
Jüriden geçip yarışmaya kabul edilen filmlerin gösterileri ise ayrı bir dünyaydı. Gösterilecek filmleri bir akşam önceden teker teker izler, kötü yapıştırıldığı için kopanları ve kopacak olduğunu sezdiklerimi, üstün bir teknikle keser biçer, yapıştırır ve gösterime hazırlardım. Filmlerin çoğu sessiz çekilmişti. Sesli yapmak isteyenler yanında bant gönderirlerdi.
Bir filmi hatırlıyorum: Bir seramik kesme atölyesinde zımpara taşına su sıkan 15 cm boyunda bir çubuk, içinden soğutucu olarak beyaz süt renginde bir sıvı fışkırıyor, başında gayet yavaş, gittikçe artan debi ile fışkırıyor su. Bu sahnelere monte edilmiş bir de Veliefendi koşu filmi. Bu yaşta terbiyem bu kadar anlatmama izin veriyor, ama filmi görünce rejisörün derdini o yaşlardaki her erkek çocuğu gibi şıp diye anlamıştım. Yanına koyduğu müzik eh, şöyle böyle. Ben filmi ve ses bandını iki kere deneyip bir uygulama yaptım. Sesi filmin başından itibaren yavaş yavaş yükselttim ve tam at yarışı kazandığında ve seramik ortasından yarılıp metal çubuktan su gürül gürül akarken, sesi kestim. Son 15-20 saniye sessiz geçti. Ardından müziği sonuna kadar açtım. Salon alkıştan yıkılıyor.
O gösteriden sonra, çok kişi sanatçıya gidip kendisini tebrik etti. O da sağ olsun, çıkarken arkaya kabine gelip, “minnettarım” dedi. Kendimle gurur duymuştum.
1968 yılı ön jürisindeki cansiparane çalışmamın ödülü olarak 1969 Eylül ayında Özer Kabaş’ın asistanı olarak atandım. Gündüzleri ofis, akşamları benim odam ve yatak odam olan “Social Hall” ofisinde Mart 1974’e kadar kaldım. Afili unvanım, Assistant to the Director of Social Activities idi. O ofis-oda, benim sınıfımın ve küçük sınıflardaki kızların ortak uğrak yeri oldu ve o oda sayesinde çok ama çok yeni arkadaş edindim. Unutamam.
Robert Kolej Sinema Kulübü, yalnızca Hisar Kısa Film Yarışması’nı düzenlemezdi. Her çarşamba akşamı, sinemalarda henüz vizyona girmemiş, Sovyet, Bulgaristan, Polonya, Fransa, Macaristan başkonsolosluklarından temin ettiğimiz filmleri ve kulübün akil insanlarının uygun gördüğü diğer filmleri gösterirdik. Bunlardan biri de George Englund’un yönettiği, başrolde Marlon Brando’nun yer aldığı 1963 yapımı The Ugly American [Çirkin Amerikalı] filmiydi. Filmi oynatacağımızı anons ettikten sonra, pek çok filme eşiyle gelen ve koltuğunu herkesler gibi parasını verip satın alan okul müdürü John Scott Everton da geldi. John Scott Everton Kolej’e müdür tayin edilmeden önce, 1961-1963 yıllarında ABD’nin Burma büyükelçisi görevinde bulunmuştu. The Ugly American filmi gösterilirken karanlıkta arka sıralardan, “Burası Burma olabilir mi?” soruları ufak ufak duyuluyordu. Film bittiğinde Everton bana işaret etti, mikrofonu istedi. “İyi akşamlar” dedi. “Film gösterilirken sorular geldi, duydum. Hayır, bu filmin geçtiği yer Burma değildi ve bu filmde olanlara benzer bir olay ben büyükelçi iken Burma’da cereyan etmedi. Teşekkür ederim.”
Robert Kolej farklı bir iklimdi. Devamı olarak kurulmasına bizim sınıfın tüm öğrencileri ve öğretim üyeleri gibi benim de katkıda bulunduğum Boğaziçi Üniversitesi de, biraz yalpalamış olsa da hep öyle kalır diye umuyor ve dua ediyorum.
O dönemden kalan bir 8mm projektörü de göstermek isterim. Bu projektörün bir de aynı çelik mavisi renginde ve hemen hemen aynı ağırlıkta bir çekim kamerası vardı. Rus ordusunun 1941-1945 arası İkinci Dünya Savaşı’nda cephede belgesel çekmek için kullandığı kamera ve projektör. Markası Tank 2. Neden diye sormuştum. Özer Kabaş, “çalıştır, gör” dediydi. Çalışırken çıkardığı ses, tank sesini bastıracak şiddettedir. Kabul edin, askerler arasından da mizah duygusu yüksek insanlar çıkıyor.
Makineyi çalıştırmıyorum. 56 yıldır çalışmadı, içi kim bilir ne kadar dolmuştur, kafanızı benden sonra bir de bu makine ütülesin istemedim.
Her toplantının, festivalin bir görünür yüzü vardır bir de perde arkası. Bu yazıda, Hisar Kısa Film Yarışması boyunca tanıklık ettiğim—ve şu anda hayattaki tek tanığı olduğum—perde gerisi, ön jüri odası, jüri odası, projeksiyon kabini dedikodularını sizlerle, 54-55 yıl sonra paylaşmak istiyorum.
1967 Hisar Kısa Film Yarışması sırasında Robert Kolej Yüksek Okulu’nda (bugünkü adıyla Boğaziçi Üniversitesi) öğrenciydim, Sinema Kulübü üyesiydim ama yarışmayı ya duymadım veya çok geç duydum ya da Sinematek ve Kervan Sineması’ndan vakit ayırıp gidemedim.
Fakat 1968 Hisar Kısa Film Yarışması’nın başından sonuna içindeydim; 1968, 1969 ve 1970 ön elemelerinde, gösterimlerinde hem ön jüri ve jüriye hem gösterilere destek verdim.
12 yıl okuduğum Galatasaray Lisesi’ni bitirip 1966 yılında Robert Kolej Yüksek Okulu İngilizce hazırlık sınıfına girmiştim. 1967 -1968 ders yılında birinci sınıflar Robert Kolej Yüksek Okulu Öğrenci Birliği üyesi seçildim. Başkan, Faruk Pekin idi. Tüm sosyal etkinliklerin yer aldığı, “Social Hall” denilen tiyatro salonu, o zamanların en ünlü mekânı Kazım’ın Kantini, en alt katta girişte sağdaki ilk kapıdan girilen Öğrenci Birliği odası, bir üst kattaki, adı gibi Kırmızı Salon ve daha sonraları bowling salonu bozularak yapılan öğrenci dernekleri ve kulüp odaları bölümü, bütün bunlar Özer Kabaş’ın sorumluluğundaydı. Ben Öğrenci Birliği’nde, Tiyatro ve Sinema kulüplerinde yer aldığımdan, Özer Kabaş ile yakın teması olan yüzlerce öğrenciden biri olmuştum. Bir ortak noktamız da, kendisiyle aynı dönemlerde Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde okumuş olan, tiyatro ve sanat aşkı yüzünden Özer Kabaş ile de yolları Türkiye’de ve ABD’de kesişmiş olan teyzem Bilge Civelekoğlu Friedlaender idi.
Kabaş beni sevmiş veya yeterince hevesli bulmuş olacak ki 1968 Hisar Kısa Film Yarışması ön jüri toplantıları öncesi beni çağırdı. Yarışmaya gönderilmiş olan, bir kısmı 8mm, bir kısmı süper 8mm, bir kısmı ses bantlı, çoğu ses bantsız ve yanında rulo ses teybi ile gelen, hatta birkaç 16mm filmi jüriye aksatmadan, zaman kaybetmeden, sessizce göstermem için benim de bir Cumartesi ve Pazar günü okulda kalmamı rica etti. İkiletmedim.
İlk iş, yeterli sayıda ve formatta film gösterim makinesi ve Grundig teyp bulmaktı (o tarihlerde tüm makaralı bant okuma aletlerine Grundig teyp denirdi). Okulun çok zengin ve üniversite olduktan sonra sanki 2021 sonrasına benzer bir hınçla hoyratça dağıtılıp kapatılan bir diskotek ve müzik odası vardı. Oradan iki teyp aldık. Özer Kabaş okuldaki Amerikalı ve Türkiye’ye yeni dönmüş Türk hocalardan allem etti, kallem etti, üçer 8mm, üçer süper 8mm makine buldu. Makinesini verenlerden biri, “geri alırken, yeni projektör ampulü de isterim” dediği için, ben Sirkeci’ye gidip her makine için ikişer yedek, 16mm makine için tek yedek projektör ampulü aldım, bir servet harcadım.
Cumartesi gayet düzgün geçti. Pazar sabahı toplandık. 8mm makineler iki filmde bir ampul yakıyor. Üçüncü ampul yandığında, jüri üyelerinden Kenan Bulutoğlu, benim gidip voltajı kontrol etmemi önerdi.
Robert Kolej ve Arnavutköy Kız Koleji’nde tüm elektrik şebekesi 110 volt idi, Amerika ile uyumlu. İstanbul’un da eski şehir yakası 110 volt elektrik kullanırdı. Pazar günü hemen her yer kapalı; voltaj iş günlerinin kullanımına uygun, 130-140 volta ayarlanmış. Şebeke voltajını elektrik çarpmadan düşürdüm. Jüri filmlerin tümünü seyredebildi.
Ön jüride, hafızam beni yanıltmıyorsa, Özer Kabaş’ın dışında RK Sinema Kulübü Başkanı Hasan Akbelen, Prof. Dr. Kenan Bulutoğlu, Kuzgun Acar ve Sermet Çağan ile eşi Seçkin Selvi yer alıyordu. Kuzgun Acar heykeltıraş, Sermet Çağan tiyatro oyun yazarı ve oyuncu, Seçki Selvi eleştirmen. Kenan Bulutoğlu neden jüride anlamamıştım. Bulabildiğim tek neden, 16mm makinesini ve iki 8mm projeksiyon makinesini getirdiği için Özer Kabaş’ın kendisini jest olarak jüriye aldığıydı.
Prof. Dr. Kenan Bulutoğlu, çok ciddi, Muzaffer Tema kadar mimikli, bugün olsa botokslu diyeceğim, her gördüğümde lacivert takım elbise, beyaz gömlek giyen, ciddi koyu renkli kravatlar takan ve üstüne üstlük Türk Vergi Sistemi adlı kitabın yazarı bir iktisat profesörü idi. Oldukça da yaşlıydı, herhalde 40-45 yaşlarında1 vardı. Özer Kabaş bana kendisinin müthiş bir sinema kültürü olduğunu, filmler çekip kendisinin bizzat banyo ettiğini, çekim ve banyo sırasında Man Ray’i, montaj safhasında Buñuel’i kıskandıracak yenilikler yaptığını anlattı. Ağzım açık kaldı.
Ön jüriye her türlü kısa film gelirdi. “Avrupa’da unutulmaz 14 gün”, “Anadolu’nun bağrından”; birçoğu iki kısım tekmili birden, bir kısmı üç veya dört rulo. Her rulo 4 dakika sürüyor, iki makineyi birden hazırlıyorum. Birinciyi koparmadan oynatırken ikinciyi, birinci kutu biter bitmez devreye sokuyorum, ilk makineye yeni bir rulo takıyorum. Eğer filmin müziği varsa, onu da devreye sokuyorum. Çok teknik bir görevdi.
Ön jürinin bu filmlerin hepsini, ama hepsini, sabırla seyredip ardından notlar aldığını görüyordum.
İnanmayanlarınız olacaktır eminim; jüri, özellikle de en sabırlıları Kenan Bulutoğlu, birçoğu hangi cesaretle yarışmaya gönderildiğini kimselerin anlamayacağı kalitede o filmlerin hepsine kısa ama öz, övücü, teşvik edici metinler hazırladı ve ben de onları daktilo edip filmleri kabul edilmeyenlere tek tek, elden veya posta ile teslim ettim. Her üç yarışmaya inatla ve sevgiyle katılan ne kadar çok emekli büyükelçi, emekli genel müdür tanımıştım.
Jüriden geçip yarışmaya kabul edilen filmlerin gösterileri ise ayrı bir dünyaydı. Gösterilecek filmleri bir akşam önceden teker teker izler, kötü yapıştırıldığı için kopanları ve kopacak olduğunu sezdiklerimi, üstün bir teknikle keser biçer, yapıştırır ve gösterime hazırlardım. Filmlerin çoğu sessiz çekilmişti. Sesli yapmak isteyenler yanında bant gönderirlerdi.
Bir filmi hatırlıyorum: Bir seramik kesme atölyesinde zımpara taşına su sıkan 15 cm boyunda bir çubuk, içinden soğutucu olarak beyaz süt renginde bir sıvı fışkırıyor, başında gayet yavaş, gittikçe artan debi ile fışkırıyor su. Bu sahnelere monte edilmiş bir de Veliefendi koşu filmi. Bu yaşta terbiyem bu kadar anlatmama izin veriyor, ama filmi görünce rejisörün derdini o yaşlardaki her erkek çocuğu gibi şıp diye anlamıştım. Yanına koyduğu müzik eh, şöyle böyle. Ben filmi ve ses bandını iki kere deneyip bir uygulama yaptım. Sesi filmin başından itibaren yavaş yavaş yükselttim ve tam at yarışı kazandığında ve seramik ortasından yarılıp metal çubuktan su gürül gürül akarken, sesi kestim. Son 15-20 saniye sessiz geçti. Ardından müziği sonuna kadar açtım. Salon alkıştan yıkılıyor.
O gösteriden sonra, çok kişi sanatçıya gidip kendisini tebrik etti. O da sağ olsun, çıkarken arkaya kabine gelip, “minnettarım” dedi. Kendimle gurur duymuştum.
1968 yılı ön jürisindeki cansiparane çalışmamın ödülü olarak 1969 Eylül ayında Özer Kabaş’ın asistanı olarak atandım. Gündüzleri ofis, akşamları benim odam ve yatak odam olan “Social Hall” ofisinde Mart 1974’e kadar kaldım. Afili unvanım, Assistant to the Director of Social Activities idi. O ofis-oda, benim sınıfımın ve küçük sınıflardaki kızların ortak uğrak yeri oldu ve o oda sayesinde çok ama çok yeni arkadaş edindim. Unutamam.
Robert Kolej Sinema Kulübü, yalnızca Hisar Kısa Film Yarışması’nı düzenlemezdi. Her çarşamba akşamı, sinemalarda henüz vizyona girmemiş, Sovyet, Bulgaristan, Polonya, Fransa, Macaristan başkonsolosluklarından temin ettiğimiz filmleri ve kulübün akil insanlarının uygun gördüğü diğer filmleri gösterirdik. Bunlardan biri de George Englund’un yönettiği, başrolde Marlon Brando’nun yer aldığı 1963 yapımı The Ugly American [Çirkin Amerikalı] filmiydi. Filmi oynatacağımızı anons ettikten sonra, pek çok filme eşiyle gelen ve koltuğunu herkesler gibi parasını verip satın alan okul müdürü John Scott Everton da geldi. John Scott Everton Kolej’e müdür tayin edilmeden önce, 1961-1963 yıllarında ABD’nin Burma büyükelçisi görevinde bulunmuştu. The Ugly American filmi gösterilirken karanlıkta arka sıralardan, “Burası Burma olabilir mi?” soruları ufak ufak duyuluyordu. Film bittiğinde Everton bana işaret etti, mikrofonu istedi. “İyi akşamlar” dedi. “Film gösterilirken sorular geldi, duydum. Hayır, bu filmin geçtiği yer Burma değildi ve bu filmde olanlara benzer bir olay ben büyükelçi iken Burma’da cereyan etmedi. Teşekkür ederim.”
Robert Kolej farklı bir iklimdi. Devamı olarak kurulmasına bizim sınıfın tüm öğrencileri ve öğretim üyeleri gibi benim de katkıda bulunduğum Boğaziçi Üniversitesi de, biraz yalpalamış olsa da hep öyle kalır diye umuyor ve dua ediyorum.
O dönemden kalan bir 8mm projektörü de göstermek isterim. Bu projektörün bir de aynı çelik mavisi renginde ve hemen hemen aynı ağırlıkta bir çekim kamerası vardı. Rus ordusunun 1941-1945 arası İkinci Dünya Savaşı’nda cephede belgesel çekmek için kullandığı kamera ve projektör. Markası Tank 2. Neden diye sormuştum. Özer Kabaş, “çalıştır, gör” dediydi. Çalışırken çıkardığı ses, tank sesini bastıracak şiddettedir. Kabul edin, askerler arasından da mizah duygusu yüksek insanlar çıkıyor.
Makineyi çalıştırmıyorum. 56 yıldır çalışmadı, içi kim bilir ne kadar dolmuştur, kafanızı benden sonra bir de bu makine ütülesin istemedim.
- 1.Editör notu: Kenan Bulutoğlu, 1931 doğumludur. 1968 yılında 37 yaşındaymış, 40-45 yaşlarında değil.