KAYBOLAN YILDIZ:
SUAVİ SONAR

Başar Başarır

4 Ocak 2024

Gorsel00 Ali Suavi Sonar Oto Potre Suavi Sonar (Başak Ürkmez Arşivi)<br />
Suavi Sonar (Başak Ürkmez Arşivi)

Bu yazı, Metin Deneyleri Alanı’nın Reşad Ekrem Koçu ve İstanbul Ansiklopedisi Arşivi’nden yola çıkarak beş yazarın katkısıyla hazırladığı “Eksik Şehir” yazı dizisi kapsamında yayımlanmaktadır.


Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü‘nün başlarında bir yerde der ya, “Hadiseleri unutturan, varsa kabahatlerini affettiren hep başka hadiselerdir” diye. İşte başıma gelen, yani beni bu kara kazanın içine atıp kaynatan da zincirleme hadiseler oldu. Bir zincir ki Bizans’ın Haliç gerdanına astığı o kalın baklalı kordondan beter.

Nereden başlasam? Nasıl anlatsam?

Geçtiğimiz Ekim ayında, artık nereden estiyse, hamiyetperver bir yazar dostum tarafından Salt Blog için bir yazı yazmaya davet edildim. Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi‘ni tamamlayamayışından da yola çıkarak “Eksik Şehir” fikrine odaklanmam isteniyor, “İstanbul’un gerçek ya da hayalî bir unsurunu resimden söküp atma(m)” ve bu boşluktan doğacak “alternatif bir içerik üretme(m)” talep ediliyordu.

Reşad Ekrem Koçu’nun arşivinden derlenen Başka Kayda Rastlanmadı sergisini iki kere gezmiş, dünya kadar fotoğraf çekmiştim. Açıp o fotoğraflara baktım. Koçu’nun iki ayrı tarihte, iki ayrı kez başlayıp, iki türlü bitiremediği İstanbul Ansiklopedisi‘nin fasiküllerini karıştırdım. Sabiha Bozcalı’nın, Behçet Cantok’un enfes çizimleri, Haluk Şahsuvaroğlu’nun kibar satırları arasında baş dönmesiyle hayran hayran dolanaraktan ne halt edeceğimi düşündüm.

Kültür tarihimiz öyle büyük, öyle derin çukurlarla doluydu ki, şu fakir hangi birini doldurabilirdi? Neyi çıkarıp, yerine neyi koymalıydı? Neyi nerden söküp, hangi boşluğa neyi takmalıydı?

Tesadüf, tam o günlerde aldım müjdeyi. Efendim duymuşsunuzdur, geçenlerde Mey Diageo nam müstakil şirket çok delikanlı bir hareket yaptı, gitti doksan küsur yıllık Kulüp Rakısı’na kız kardeş getirdi. “Delüks” ibareli bu yeni kardeşin etiketini de, icap ettiği gibi değiştirip bizim rakı âlemlerinde “kravatlı” diye bilinen şişenin vitrinine bir hatun kişi oturttu. Hani o vitrinde iki kalantor beyefendi masa başında demlenirdi ya, şimdi bu yenisinde başrolde kırmızılı şapşahane bir kadın var.

Gorsel01 2023 Kulup Raki Deluks Delüks Kulüp Rakı etiketi, 2023 (Tasarım: Emrah Yücel)<br /><br />
Delüks Kulüp Rakı etiketi, 2023 (Tasarım: Emrah Yücel)


E lüzumluydu doğrusu bu hareket. Hatta geç bile kalınmıştı. Helal olsun, iyi düşünmüşler dedik, tebrik ettik.

Sosyal matbuatta çıkan haberlere göre yeni Delüks Kulüp etiketi melekler şehrinde yaşamakta olan, memleketin medar-ı iftiharı sanatkâr Emrah Yücel’in elinden çıkmaydı. Talihe bakın ki Emrah, ayıptır söylemesi, benim de kadim dostum olur. Zaten Los Angeles’a yolu düşen Türk zevata hep o kol kanat gerer, evini yurdunu açar. Açları doyurur, çıplakları giydirir. Suistimal derecesinde yardım eder. Çünkü sadece büyük sanatkâr değil, aynı zamanda insan kılığına girmiş janti bir melektir. Az bulunan bir şey.

Aradım kendisini. Dedim, üstat ellerine sağlık, ömrüne bereket. Hakikaten büyük iş çıkarmışsın. Değil mi ki Kulüp Rakısı etiketine dokundun, sen de artık Türk grafik sanatının ölümsüzleri arasına girdin, Panteon’a kabul edildin. Lakin sana bir sürprizim var. Sen Kulüp şişesine etiket çizen ikinci değil, üçüncü fanisin. Çünkü arada, İhap Hulusi’den sonra, tarihin kıvrımları arasında kaybolmuş bir yıldız, unutulmuş bir kahraman yatmakta!

Sözünü ettiğim yıldızın adı sanı belli de aynı zamanda ortalarda da yok, sanki hiç olmamış gibi. Kimseler bilmiyor, kimseler bakmıyor. Çünkü o “kaybolan bir yıldız” (bkz. bu yazının başlığı).

Kravatlı etiket Emrah Yücel’in mahir ellerinde kırmızılı kadın etiketine dönüşürken, kadeh erkek elinden alınıp bir güzele verilirken aklıma düştü o kayıp yıldızın hikâyesi. Bir de üstüne, sağda solda çıkan cehalet kokan yorumları okuyunca kızdım, âdetim hilafına iyice sinirlendim. Yok efendim Kulüp Rakısı etiketinde kadın sureti görünmesi bir “me too devrimi” sayılırmış! Ne alakası varsa… Ve kesin kararımı verdim.

İstanbul semalarında parlayan, parladığı gibi kendi kendine kaybolan bir parlak yıldızı anacaktım. Işıl ışıl yanan, ortalıktan kaybolan, sonra yine parlayan, üstelik bunu tekrar tekrar yaptığı hâlde her seferinde unutulan, hafızanın karanlık kuyusunda boğulup giden mühim bir sanatçıyı yazacaktım. 1991 başlarında, bir öğle saatinde Rejans’ta gelip karşıma oturan Suavi Sonar’ı.

E ne diyordum? Hah evet, niyetlendiğim hikâye zor, zincir pek çetrefilli, anlaması da anlatması kadar karışık. Ne yapsam, ne tutsam, nereye gitsem?

Fark etmişsinizdir, hadiseler zinciri birbirine dolanıp beni de iyice o sarmalın içine çektiğinden sebep az biraz ifade güçlüğü çekmekteyim. Ama artık kusuruma bakmayacaksınız. Malı beğenmediyseniz açılın şöyle biraz, dükkânın önünü kapatmayın, elbet bir okuyan bulunur.

Efendim hasılı bu yazı, mezkûr Kulüp Rakısı etiketinden alınan ilhamla Türkiye semalarında bir görünüp bir kaybolan o büyük yıldızı anlatmak için kaleme alındı. Hadi buyurun peşreve.

O Yıldızla Tanıştım

Efendim sizsiniz, aşağıda gördüğünüz fotoğrafın çekildiği mekân efsane Rus lokantası Rejans. 1991 yılının başlarındayız. Hava ayaz mı ayaz. Taksim-Tünel nostaljik tramvay hattı 90 senesinin son günlerinde yeni(den) açılmış. Ara Ağbi belediye için kırmızı tramvayın şahane fotoğraflarını çekmiş. Eski ve ünlü, hani şu kar altında at arabası vardır ya, işte o fotoğraflarıyla beraber açılış için basılan hatıra mecmuasına kapak olmuş.

Erdal İnönü’nün o yıllarda özel kalem müdürü olan, bana da Profil Ajans marifetiyle patronluk eden Uğur Büke Beyefendi kutlama babında küçük bir Beyoğlu gezisi organize etmiş. Önce Rejans’ta buluşulacak, sonra sokak sokak Beyoğlu gezisi var, hem de bizzat Ara Güler rehberliğinde.

Tabii ben daha tıfılım, altı üstü 21 yaşındayım. Ama vazifem Galata Kulesi’nden yüksek, Cadde-i Kebir’den uzun. Hadisede şipşakçılık yapmak üzere çağrılmışım. Düşünsenize, Ara Güler’in fotoğraflarını çekeceğim. BEN çekeceğim! Enstantanem diyaframıma karışmış, makineye film koydum mu, koydumsa kaç ASA, hiçbir şey hatırlamıyorum.

Gorsel02 1991 Ara Guler Suavi Sonar Ara Güler ve Suavi Sonar, 1991 (Fotoğraf: Başar Başarır)<br /><br />
Ara Güler ve Suavi Sonar, 1991 (Fotoğraf: Başar Başarır)


Tanıyanlar bilir, Ara Güler usta masada pek kimseyi konuşturmazdı. Sadece masada olsa iyi, hayatta da daima hükümrandı, dediğim dedikti. Hep kendi söyler, kendi küfreder, arada sigarasından nefes çekmek için soluklandığında fırsat bulup iki lafın belini kırsanız da sizi pek dinlemezdi.

Ben zaten çulsuzum, açım. Kahvaltı desen hak getire. Öğlen saatinde yemek niyetine aşırı kaliteli konyağı dayamışlar burnuma; vapur gibi sallanıyor, tayyare gibi uçuyorum. Ağzım açık ama konuşmak için değil. Zati söyleyecek pek sözüm yok. Ne yaptığımın farkında değilim. Arada bir iki kare fotoğraf çekiyorum.

Yukarıdaki fotoğrafta arka planda görünen şahıs, Ara Ağbi neden sonra takdim etti, mühim bir zat imiş. Konuşurken konuşurken bir ara durdu, herhâlde yanında getirdiği davetsiz misafir aklına düşmüş olacak ki, “Yevladım bak,” dedi, “bu adam öyle sıra bir adam değildir. Bu Suavi Sonar’dır. Çok mühim fotoğrafçıdır. Ayrıyeten Kulüp Rakısı’nın etiketini bu yapmıştır. Ama bizim memlekette adamın kıymetini bilmezler. Anlıyor musun?”

Haydi bakalım, öp babanın elini. Açım, sarhoşum, sallanıyorum ama kafam hâlâ biraz çalışıyor. İçimden dedim ki, vay benim emeklerim, Ara Ağbi beni iyice cahil cühela bellemiş. Veyahut üstat da konyaktan kafayı buldu, işkembe-i kübradan sallıyor. Neden? Çünkü içki âlemine aşina olan herkes bilir ki halk arasında “kravatlı” tabir edilen Kulüp etiketi tastamam İhap Hulusi Görey’e aittir. Hatta Görey bu etikette her zamanki tekniğini uygulayarak önce kendi fotoğrafını çekip, sonra o fotoğrafın üzerinden çizmiştir kompozisyonu. Yanındaki, sırtı dönükçe olan da arkadaşı Fazıl Ahmet Aykaç’tır. Bu tafsilatı bizzat kendi vermiştir 80’li yıllarda. Herkes bilir.

Ama Ara Güler bu. Lafının üstüne laf söyletmez. Ben de ufağım, tefeğim, üstünüze afiyet biraz da matizim. Sustum. Sustum ve dinledim. Baktım, karşımda oturan gayet efendi, zevk sahibi (kırmızı kazakla ekose ceketi birbirine uydurmasından belli), gün görmüş misafir de pekâlâ susuyor. Ne bir estağfurullah nidası ne de yalancıktan bir itiraz! Ara Güler’le hemfikir yani. Verilen payeyi hemen üstüne giyinmiş, kuşanmış, öyle oturuyor. Tuhaf.

Neyse, bu laf araya sıkıştı kaldı. O vakitler bugünkü imkânlar hak getire. Araştırmak, öğrenmek falan zor, hatta pahalı şeyler. Herkesin harcı da değil. Biraz da fakruzaruretten ben hadiseyi unuttum. Yıllar sonra, külliyen alakasız bir vesileyle, konuyu yandan yandan araştırdım ve hayretle gördüm ki meğer Ara Güler usta heybetli gövdesinin güney yarımküresinden atmıyormuş. Ne atması, basbayağı haklıymış (yine!).

Durun lütfen. Hemen itiraz etmeyin, açıklayabilirim. Müsaade buyurun. Yalnız şimdi palas pandıras oraya girmeyelim, yazının buhuru dağılmasın, kıvamı kaçmasın. Sayın ki o meseleyi unuttum ben. Şimdilik siz de unutun. Sabredelim birlikte.

Sahiden de gün döndü, devran değişti, mevzu yine benim aklımdan çıktı. Ta ki Emrah Yücel’in yaptığı kırmızılı kadın etiketini görene kadar. İşte o vakit dank etti şu kalın kafama ki, ben bu meseleyi yazmalıydım.

Efendim, peşrev faslı burada nihayete eriyor. Artık zinciri halka halka çözmeye girişeceğiz. Kemerlerinizi bağlayınız, sizi ciddiyete davet ediyorum.

Via Fezzan 29, Roma

Ara Güler’in “Suavi Sonar” adıyla tanıştırdığı bu adam hakikatte kimdi?

“Suavi Sonar neyin nesidir, kimin fesidir,” diye sorarsanız, alacağınız yanıt belli: Dünya çapında bir fotoğrafçıdır. Zenginlerin, meşhurların, muktedirlerin fotoğrafını çekmiş, onlarca farklı dergiye kapak yapmış, bir dönem bütün Avrupa’ya nam salmış mühim bir sanatçıdır. İdi Amin’den Şah Rıza Pehlevi’ye, Salvador Dali’den Elizabeth Taylor’a, Muhammed Ali’den Sophia Loren’e kadar kimler kimler geçmemiş ki objektifinin önünden.

Uzun yıllar Roma’da yaşadığı için İtalyan asıllı olduğunu sananlar olmuş. Stüdyosunun adresi bile meşhur: Via Fezzan 29, Roma. İşte yetmiş küsur yaşındaki hâliyle karşımda oturuyor (sarhoş kafayla ancak bu kadar çekebilmişim):

Gorsel03 1991 Suavi Sonar Suavi Sonar Rejans’ta, 1991 (Fotoğraf: Başar Başarır)
Suavi Sonar Rejans’ta, 1991 (Fotoğraf: Başar Başarır)

Suavi Sonar nasıl böyle ünlü bir fotoğrafçı olabilmiştir? Terkos borusu ya da boyacı küpü değil ki bu. Hem teknik hem estetik görgü ister, eğitim ister, deneyim ister. Efendim yaşlılıkta Nebil Özgentürk’e verdiği bir röportajdan1 öğreniyoruz ki fotoğraf bilgisini Mısır’da ilerletmiştir.

İskenderiye’de üç yıl yaşadığını, ünlü Ermeni fotoğrafçı Aram Alban’dan ders aldığını, hatta para kazanmak için Coutarelli sigara firmasının reklam işlerini yaptığını da anlatır. Tam tarihi belli olmayan bu üç yıllık Mısır macerasının 1950 öncesinde yapılmış olması kuvvetle muhtemeldir.

Tarih, gün, saat bir yana, önemli olan Sonar’ın referans verdiği Aram Alban’ın (1883-1961) uluslararası çapta bir fotoğraf üstadı olmasıdır. 1935’te basılan ve o dönemde Avrupa fotoğrafçılığındaki bütün mühim isimlerin (Man Ray, Brassai, Drtikol, Kertész, Moholy-Nagy, Picasso’ya modellik yapan Dora Maar ve aklınıza artık kim gelirse) yer aldığı ünlü Formes Nues antolojisinde kendine yer bulmuş bir isimdir Alban. 1935 kadar erken bir tarihte böyle büyük itibar görmesi Suavi Sonar’ı İskenderiye yollarına düşüren faktör olmuş olabilir. Orasını bilemiyoruz.

Bunlar genel geçer bilgiler. Her yerde üç aşağı beş yukarı bulabilirsiniz. Ben azıcık çatlak olduğumdan yetinmedim. Oturdum, arşivleri şöyle iyice şavulladım, sağı solu eşeledim. Fotoğrafçı “Suavi Sonar” imzasının köşe bucak peşine düştüm. Matbuat âleminde ilk nerede, nasıl görülmüştü bizim havalı beyefendinin adı?

Ulaşabildiğim kaynakları taramakla bulabildiğim en eski Suavi Sonar ibaresi (dikkat buyurun, kasten “Suavi Sonar” diyorum, adamın başka imzası da var), “Dünyanın Moda Kralı Jean Dessés” başlıklı bir yazının altında yatmaktaydı. Yusuf Ziya Ortaç’a ait Aydabir dergisinin 1 Eylül 1952 tarihli üç numaralı nüshasının 51. sayfasında. Üstelik sadece imzası değil, Suavi Sonar’ın şahsını gösteren bir fotoğrafı da kullanılmıştı. Bakın:

Gorsel04 1952 0901 Ayda Bir Sayi03 Sayfa51 Suavi Sonar Suavi Sonar <i>Aydabir</i> dergisinde, 1952
Suavi Sonar Aydabir dergisinde, 1952

Çerçevesi yandan yemiş bu manalı fotoğrafın altında şöyle yazılıydı:

“Beyaz tülgrekten şahane gece elbisesi. Beden kısmı gayet orijinal bir tarzda bütün işleme ile tezyin edilmiştir.”

Moda, modaevleri ve kadın giyimi üzerine uzman bir edayla kaleme alınan ana metin şöyle bitmekteydi:

“Aydabir’in bu sayısında çıkan harikulade modelleri ben bu eşsiz moda üstadının salonunda zarif okuyucularımız için bizzat seçtim ve seçmekte devam edeceğim.” İmza: Suavi Sonar

Yazının başlığından, içeriğinden ve elbette ki finalinden anlaşılacağı üzere gökte bir fotoğrafçı ararken yerde bir moda uzmanı bulmuştum. Hakikaten Suavi Sonar 1952’de bir kadın terzisidir ve uzmanlık alanıyla ilgili Avrupa’yı gezmekte, gördükleri hakkında dergilere yazılar yazmaktadır.

Tarihsel perspektif açısından bakarsak 20 Temmuz 1952, Günseli Başar’ın İtalya’da yapılan güzellik yarışmasında “Miss Europe – Avrupa Güzeli” seçildiği gündür. Bu vesileyle Türk basını güzel kadın imajlarının yanı sıra kılık, kıyafet, moda işlerine eskisinden daha fazla ilgi göstermeye başlar. Suavi Sonar kabilinden dışarıyı iyi bilen, yabancı dil konuşan, eli kalem tutan moda uzmanı da pek yoktur. Hasılı, Günseli Başar’ın birinciliği bizim kahramanımıza basın sayfalarında yepyeni fırsatlar yaratmış olabilir.

Bunu böyle diyorum ama, desteksiz de atmıyorum sevgili okur. Aslında çok yönlü bir sanatçı olan, ama bizim ısrarla yazar demeyi tercih ettiğimiz Tarık Dursun K. eski dostu Suavi Sonar hakkında yıllar sonra kaleme aldığı bir hatıra yazısında işi daha da ileri götürecektir:

“Daha Chanel’ler, Cardin’ler, Fegara’lar ve Özbek’ler gezegenimizde yokken Suavi, seri sosyete hanımlarını Avrupalı hanımefendiler gibi giydiriyordu. Birinciliği kimselere kaptırmadığı o Manolya adlı giysiyi giyen manken kız bugün sağ mıdır acaba? O sağ olmasa bile, aynı giysiyi giyip Avrupa Güzeli seçilen Günseli Başar, Suavi’nin Manolyasını hatırlayacaktır eminim.”2

Buradaki iddiayı doğrulamak ne yazık ki şu fakire nasip olmadı. Manolya adlı giysi hangisidir, Günseli gerçekten bu elbiseyle mi Avrupa Güzeli seçilmiştir, bilemiyorum. Lakin, arada takdim tehir olsa dahi, Avrupa Güzeli’nin Suavi Sonar imzalı bir kostümle bir yerlerde arz-ı endam eylediğini hissediyorum (ama kanıtlayamam).

Dönelim kaybolan yıldızımızın dergi sayfalarına düşen ışığına. Moda uzmanlığını sergilediği yazılarına Aydabir‘de başlayıp Resimli Hayat dergisinde devam eder. İşte size 1954-1955 aralığında yayımlanan moda yazılarından alınma, bizzat kahramanımızı da gösteren kareler:

Gorsel05 1954 Resimli Hayat Suavi Sonar <i>Resimli Hayat</i>’tan fotoğraflar<br /><br />
Resimli Hayat’tan fotoğraflar


Dikkat buyurunuz, henüz Şevket Rado dergiciliğinin erken dönemindeyiz. Yani daha şu meşhur Hayat dergisi çıkmadı, seri “tifdruk” matbaa makineleri memleketimize gelmedi. Dolayısıyla tipo baskıyla hazırlanmış, tramlı, gayet düşük kaliteli Resimli Hayat sayfalarına bakıyorsunuz.

Neyse ki çok geçmeden beklenen gün gelecek, 1956’da Türkiye dergi tarihinin fenomen işi Hayat çıkacaktır. Bol renkli, bol boyalı Hayat‘ın daha ilk sayısında çift sayfa moda dosyası yapılır. Başlık: “Bütün Dünya Kadınlar İçin Çalışıyor.” İmza: Suavi Sonar. Başka kim olacaktı ki?

Gorsel06 1956 0406 Hayat S01 Sayfa30 31moda <i>Hayat</i> dergisinin 6 Nisan 1956 tarihli ilk sayısında Suavi Sonar imzalı sayfalar
Hayat dergisinin 6 Nisan 1956 tarihli ilk sayısında Suavi Sonar imzalı sayfalar

Okurlara şöyle seslenir Hayat mecmuası (dolayısıyla Suavi Sonar):

“[…] Hayat sizlere her hafta bu sayfalarda meşhur moda evlerinden temin etmekte olduğu son modelleri takdim edecektir. […] Kısaca, Hayat’ın moda sayfaları her hanımın beğeneceği nefasette olacaktır.”

Gerçekten de moda konusunda hem görsel hem de içerik açısından doyurucu sayfalar hazırlar Suavi Sonar. 18 Haziran 1956 tarihli sayıda gelinlikler üzerine yazarken yine kendi görüntüsüyle çıkar ortaya. Kostüme bakışındaki adanmışlığı görüyor musunuz?

Gorsel07 1956 0618 Hayat S07 Sayfa28 Suavi Sonar Suavi Sonar, gelinlik modeliyle, <i>Hayat</i>, 18 Haziran 1956, s. 28
Suavi Sonar, gelinlik modeliyle, Hayat, 18 Haziran 1956, s. 28

Fotoğrafın altına şu not düşülmüştür:

“Dantel ve şifonla yapılan bu şahane gelinlik eskiyi hatırlatıyor. Danteli çeviren saten arkada büyük bir fiyonk yapar.”

Hayat dergisi satış rekorları kırarken Sonar, uzmanlık alanı olan moda üzerine yazmaya devam eder. Yazdıkları daima içten, hep derin bir zarafetin ürünüdür. Yorgun yeşillerden, hüzünlü grilerden, hasret kokan sarılardan söz açar. İki yıl böyle geçer.

1958’e gelindiğinde Türk modası artık yurtdışına açılmaya çabalamaktadır. O yıl iki ayrı Avrupa başkentinde, önce Brüksel’de, sonra Paris’te Türk temalı defileler düzenlenir. Suavi Sonar, elbette ki, oradadır. Bir moda muhabiri sıfatıyla çektiği fotoğraflar artık Hayat dergisinin kapağını süslemektedir.

Gorsel08 1958 0627 Hayat S90 Sayfa1 Suavi Sonar Brüksel ve Paris’ten Suavi Sonar imzalı Türk modası konulu <i>Hayat</i> kapakları, 27 Haziran ve 8 Ağustos 1958
Brüksel ve Paris’ten Suavi Sonar imzalı Türk modası konulu Hayat kapakları, 27 Haziran ve 8 Ağustos 1958

Bu arada çalışma alanı genişlemiş; moda dışındaki konularda da foto muhabirliği yapmaya başlamıştır. Örneğin İbrahim Çamlı’yla birlikte Bağdat’a gider, 14 Temmuz 1958’deki darbeyle kralı devirip başa geçen Tuğgeneral Abdülkerim Kasım’la yapılan röportajı görüntüler. Ama onun gözü ünlülerin, zenginlerin dünyasındadır. Toplumun merak ettiği kişilerin dergiye kapak olabilecek fotoğraflarını çekmenin hesaplarını yapar. Epey de başarılı olur bu uğraşta.

21 Aralık 1959’da İran Şahı Rıza Pehlevi’nin üçüncü karısı Farah Diba’yla nikâh törenine foto muhabiri olarak kabul edilir. Orada yarattığı yakınlaşma sayesinde müdavim olur, tekrar tekrar girip çıkar İran sarayına. Düğünden bir ay sonra yine Tahran’dadır. Melike Farah’ı çekmekle yetinmez, birlikte kamera karşısına geçip poz bile verir. Aytekin Hatipoğlu’nun Refi’ Cevat Ulunay’ın bir yazısından aktararak yazdığına göre Epoca dergisi Diba fotoğraflarından birini kapak yapmak için Suavi Sonar’a 2.000 Amerikan doları ödemiştir.

Gorsel09 1960 0205 Hayat Suavi Sonar Fotoğrafçı Suavi Sonar ve muhabir Sara Korle, İran şahının üçüncü eşi Farah Diba ile, <i>Hayat</i>, 5 Şubat 1960, s. 8<br /><br />
Fotoğrafçı Suavi Sonar ve muhabir Sara Korle, İran şahının üçüncü eşi Farah Diba ile, Hayat, 5 Şubat 1960, s. 8


1960 yılında, Türkiye’deki askerî darbeyi takiben Roma’ya yerleşir. Rivayete göre 1960 olimpiyatlarını izlemek için gittiği şehri çok beğenmiş ve orada yaşamaya, yeni bir hayat kurmaya karar vermiştir. Bu gerekçe vaziyete sonradan uydurulmuş kafiye de olabilir, ne var ki kahramanımızın İstanbul’dan uçup Roma’ya konduğu tartışılmaz bir vakıadır.

Artık sadece moda yazarı değil aynı zamanda hem fotoğrafçı hem de muhabir olarak çalışmakta; Roma’dan hatta bütün Avrupa başkentlerinden “bildirmekte”dir. Hayat ve (akabinde çıkan) Ses dergilerinin muhabiri olarak onlarca kapağa, yüzlerce habere imza atar.

Gorsel10 Hayat Ses Suavi Sonar Suavi Sonar imzalı kapaklardan bir seçki, 1959-1970 tarihli <i>Hayat</i> ve <i>Ses</i> dergileri
Suavi Sonar imzalı kapaklardan bir seçki, 1959-1970 tarihli Hayat ve Ses dergileri

Cannes’da plaj, Berlin’de sinema, Venedik’te festival, San Remo’da yarışma, Edinburgh’da kutlama derken, Avrupa kazan, Suavi kepçe, gezer durur. İşi büyütmüş, bağımsız fotoğrafçı olarak takılmakta; dünya basınına servis vermektedir. Bunte, Quick, Stern, Cine, Epoca gibi dergilerden sipariş yağar. Rolleiflex firmasıyla anlaşma yaparak onların reklam fotoğraflarını çekmeye başlar. Kendisi için bastırdığı havalı tanıtım broşürüne de “Suavi Sonar bu makineleri kullanıyor” ifadesini koyarak kameralarını sergiler.

Gorsel11 Suavi Sonar Brosur Suavi Sonar tanıtım broşürü (Başak Ürkmez Arşivi)
Suavi Sonar tanıtım broşürü (Başak Ürkmez Arşivi)

O artık gerçek bir yıldızdır. Çektiği ünlüler kadar ünlü olmuş bir yıldız. Onlar kadar şık giyinir, onlar gibi yaşar, işini de büyük bir asaletle yapar. Çektiği kişilerle dost olur. Kimseyi tuzağa düşürmez, zorla görüntü almaz. Bir ayağı daima Türkiye’dedir. İlk fotoğraf sergisini 26 Ocak 1963’te İstanbul’daki Gen-Ar galerisinde açar.

“Tamam işte, yapmış etmiş, mühim bir fotoğrafçı olmuş. Ne var bunda bu kadar büyütecek?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ah bu yaşlı kulaklar neler duydu! Lütfen sabredin, peşin hüküm vermeyin. Size henüz madalyonun sadece bir yüzünü gösterdim.

Bu adamda daha ne cevherler saklı. Hem henüz şu meşhur Kulüp etiketine dahi gelemedik. Bir de o iş var ki bütün bu ettiğim farta furtanın asıl müsebbibi o meseledir.

Adanalı Ali

Şimdi modacı, fotoğrafçı, Roma’dan bildiren muhabirimiz Suavi Sonar’ı bir kenara koyalım. Geriye gidelim. Onun yerine Ali adında bir gençten söz açalım. Bizim kaybolan yıldızın ilk gençliğinden.

Adanalı Ali’nin doğum tarihi için sıklıkla 1910 senesi rivayet edilir. Rivayet diyorum ama sayılamayacak kadar çok kaynakta bu bilgiyi görürsünüz. Oysa Cumhuriyet gazetesinde çıkan ölüm haberinde doğum tarihi 1913 olarak verilecektir.3 Bu tuhaf tenakuz yüzünden yerimde duramadım, bizzat Zincirlikuyu Mezarlığı’na kadar gittim, L adası / 168 numaralı aile kabristanını buldum, kahramanımızın mezar taşını inceledim. Sonucu bildiriyorum: “Doğumu 1913”. Orada yazana da itibar etmeye mecburuz sevgili okur, değil mi ama?

Neyse efendim, bu Ali namındaki delikanlı, çocukluğu hakkında şunları söyler:

“Adana’da babam Hacı Osman yaz tatillerinde […] dişçiye çırak olarak verirdi. Yazın bağa çıkardık. Ben o bağdan her sabah eşeğe biner, şehre inerdim. Dişçiye başlarda getir götür işleri yaparken daha sonraları protez kalfası olarak ustalaştım.”4

Anlaşılan el becerisi, yatkınlığı daha o yıllardan kendini göstermiştir. Adana Lisesi’nde okumuş, o yıllarda tabela ressamlığı bile yapmış ama iki ayağının üzerinde durduğu gibi İstanbul’a nakli mekân eylemiştir. İstanbul’daki ilk adresi Kadırga Darülfünun Talebe Yurdu’dur.
Tesadüf bu ya, tam da o dönemde Sanayi-i Nefise Mektebi’ne genç ve dinamik bir müdür atanmıştır: Namık İsmail. Namık İsmail kolları sıvayıp okulu yeniden yapılandırır, adını Güzel Sanatlar Akademisi olarak değiştirir. Bir de Tezyinî Sanatlar Bölümü’nün içinde ülkemizde ilk kez görülen bir Afiş Atölyesi kurar. Bu atölye sonradan Grafik Tasarım Bölümü’ne dönüşecektir.

Ali Suavi de o aralar Adana’dan kalkıp gelir, körün değneği misali, gidip bu yeni açılan Afiş Atölyesi’ne kaydolur. Atölyeyi kuruluşundan itibaren Erich H. Franz Weber adında bir Avusturyalı profesör yönetmektedir. Çeşitli kaynaklarda 1932 yılına kadar görevde kaldığı söylenen Prof. Weber hakkında çok az bilgiye sahibiz. Avusturya’ya döndükten sonra 1950’lere kadar Viyana’da yaşadığını, çocuk kitapları resimlediğini biliyoruz. Bir de 1930 yılında açılan uluslararası bir yarışmaya katıldığını. Dedim ya, kültür tarihimiz devasa çukurlarla, boşluklarla dolu. Neyse.

Bizim Ali, Afiş Atölyesi’nde üç sene kadar eğitim alacaktır. Arkadaş ve hocalarıyla çekilmiş 1929 ve 1931 tarihli fotoğrafları var. Aşağıdaki ise tarihsiz.

Gorsel12 1930lar Suavi Sonar Ihsan Cizakca Latif Aris “Güzel san’atlar akademisi afiş şübesinden bir gurup” (Ömer Durmaz eliyle Koray Ariş Arşivi)<br /><br />
“Güzel san’atlar akademisi afiş şübesinden bir gurup” (Ömer Durmaz eliyle Koray Ariş Arşivi)


Aman bu fotoğrafa iyi bakınız. Sol alt köşede yerde oturan, dizinin altında kepi görünen, askerî kıyafetli şahıs bizim Ali. Nam-ı diğer Ali Suavi. Ekipte başka bir üniformalı daha var. Hatta en arkada, sağda bir tane daha. Ama o en arkadaki amca galiba fotobozanoğullarından, ekibe dâhil değil.

Nasıl bir ekiptir bu? Neden kimi öğrenciler üniforma kuşanmıştır? Çok acayip.

Merkezde, tabure üstünde oturan bir kadın öğrenci görüyoruz. Diğer birkaç arkadaşı gibi önlüklü. (Milliyet‘in 1931 mezuniyet sergisi haberinde5 adı geçen Perihan Hanım olabilir mi?)

Görseli bana ilk veren Ömer Durmaz hocamız bu fotoğrafa Afiş Atölyesi mezunlarından, bizim Ali gibi Adanalı olan, Latif Ariş’in arşivinden erişmiş. Fotoğrafta yine önemli mezunlardan ressam ve resim öğretmeni İhsan Çizakça’nın da olduğuna işaret ediyor (yerde oturan Ali Suavi’den sonraki, kız öğrencinin öbür yanındaki genç).

Sağda en alt köşede görünen şahıs ise yaşça diğerlerinden büyük. Muhtemelen hocaları. Adamın üzerinde bazı öğrencilerde olduğu gibi atölye önlüğü var, elinde de divit. Sanki dersten çıkıp gelmiş. Gizemli Erich H. Frank Weber bu kişi olabilir mi?

Aynı fotoğrafı MSGSÜ Arşivi’nde de gördüm. Arkasında eski yazıyla Ali Suavi imzalı bir not vardı. 1939 tarihli bu not belli ki fotoğrafı çeken Latif’e hitaben sonradan yazılmıştı. Akademinin ilk yılında çekildiği söyleniyordu.

Böyle bir şey. Bakması güzel, çözmesi zor bilmece.

Bir kuantum sıçramasıyla tekrar 20. yüzyılın sonlarına atlarsak akademi yıllarına dair bazı başka ipuçları bulabiliriz. Uzun Roma yıllarından sonra nihayet memlekete avdet edecek olan Suavi Sonar, 1986’da Sanat Olayı dergisine bir mülakat verir. Mülakatı yapan, kendisi de fotoğrafçı olan, Babıali’nin gördüğü en çelebi şahsiyetlerden, benim de âlemlerden bizzat tanıma bahtiyarlığına eriştiğim Aytekin Hatipoğlu’dur. O röportajda Weber’in Afiş Atölyesi’nden şöyle bahsedilir:

“Güzel Sanatlar’ın afiş bölümünden mezun olacakları sırada hocaları [Weber] artık bir imza edinmeleri gerektiğini söylemiş onlara; ‘A. Suavi’ de imzasını böyle çizmiş ne ki A’yı önce dışarıya koymuşmuş. Hocası, A’nın oradan düşebileceğini söyleyerek alıp S ile İ’nin arasına oturtmuş ve böylece 1930’lardan bu yana kim bilir kaç defa kullanılmış olan, kim bilir nerelere atılmış olan ‘Ali Suavi’ imzası çıkmış ortaya.”6

Madem o kadar lafını ettik. Buyurun o meşhur imzayı da dikkatinize sunayım değerli okurlar:

Gorsel13 Ali Suavi Imza Ali Suavi imzası
Ali Suavi imzası

Bu imzayı görsel hafızanızın bir köşeceğine yerleştirip saklamanızı rica edeceğim. Çünkü bir müddet peşinden gideceğiz. Sağda solda hep onu arayacağız.

Hemen belirteyim, küçük bir talihsizliği vardır genç Ali’nin. Ali Suavi adı, dolayısıyla imzası, ondan yaklaşık bir asır önce kapılmış vaziyette. Hem de Osmanlı’nın Abdül’ler dönemine “sarıklı inkılapçı” olarak damgasını vuracak olan Ali Suavi Efendi (1839-1878) tarafından. Paris’te Genç Osmanlılar ile takılan, sürgünden sürgüne atılan, tam Sultan Abdülhamit’e yanlamışken sonunda saray basıp padişah değiştirmeye kalkan, bu talihsiz girişimi yüzünden Beşiktaş karakol komutanı Yedi Sekiz Hasan Paşa tarafından kafasına meşe odunuyla vura vura öldürülen epey ünlü bir şahsiyettir bu ilk Ali Suavi.

Belki de bu yüzden bizim genç Ali, imzasında adını “Ali Suavi” olarak değil de “A nokta Süavi” şeklinde yazmayı tercih eder. Ü’nün vapur dumanı gibi uzayan noktaları da alametifarikası olur.

Yukarıdaki alıntıda mezuniyet lafı ediliyor ama biz biliyoruz ki Ali Suavi akademiden aslında mezun olmamış, diplomasını almamıştır. Bu vaziyeti de Esin Yüksek Dalay’a şöyle izah eder:

“Ben okula girdiğim zaman üç yıllıktı. Fakat tam son sınıfa geldiğimde […] öğrenim süresini dört yıl yaptılar. Ben de bu kararı protesto ederek kendimi üçüncü yılın sonunda mezun ettim. Onların diplomasına ihtiyacım yoktu, her şeyimi kendim hallettim ve okuldan ayrıldım.” 7

Maalesef akademinin erken dönem öğrenci kayıtları 1948 yangınında kül olduğu için Ali Suavi’nin öğrencilik yıllarını kesin olarak saptayamıyoruz. Ancak biliyoruz ki yukarıdaki alıntıda sözü geçen süre uzatma işi 1934 yılında olmuştur. Namık İsmail’in müdürlüğü döneminde çıkarılan yeni Tezyinî Sanatlar Bölümü Yönetmeliği’ne göre eğitim süresi birinci yılı hazırlık, devam eden üç yılı ihtisas atölyeleri olmak üzere dört yıl olarak belirlenmiştir. Bunu da Mustafa Cezar’ın 1983 tarihli makalesinden 8 öğreniriz.

Diplomalı veya diplomasız, akademi sayesinde matbuat âlemi yeni bir imza kazanmıştır. Genç Ali mektepten sonra ekmek parası peşine düşer. Para nerede? Afişte. Afiş nerede? Sinemada. El mecbur gider, piyasanın en büyük firmasının kapısını çalar. Hem film çeken hem sinema işleten hem de yabancı film ithalatıyla uğraşan İpek Film’dir burası. Nişantaşı’ndaki eski ekmek fabrikasında faaliyet gösteren şirket sinemalarının cephelerine asılan büyük afişleri yapıp film jeneriklerini desenlemesi amacıyla derhal işe alır Ali Suavi’yi. Orada bir de mavi gözlü dev beklemektedir onu.

Gorsel14 1930lar Nazimla Ali Suavi ve Nâzım Hikmet (Turgut Çeviker Arşivi)
Ali Suavi ve Nâzım Hikmet (Turgut Çeviker Arşivi)

Nâzım’ın en hızlı yıllarıdır tanıştıkları süreç. Henüz siyaseten sakıncalı olarak mimlenmemiş, rahatça yazıp bastırabilmekte, Babıali yokuşunu özgürce tırmanmaktadır şair. Bir yandan para kazanmak için patron İhsan İpekçi’nin hesabına çalışır; senaryo, dublaj, çeviri gibi işlerle uğraşır; bir yandan da makaleler, şiirler yazar; art arda dergiler, kitaplar çıkarır.

1932 yılının içinde çıkan dört Nâzım Hikmet kitabının kapağında bilin bakalım hangi imza yer alacaktır? İsabet buyurdunuz: A nokta Süavi. Böylece okurlar, Nâzım’ın aynı takvim senesine sığan Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Kafatası Faciası (tiyatro oyunu), 835 Satır (kitabın yenilenmiş kapakla ikinci baskısıdır ki bu muhteşem kapak kompozisyonu nedeniyle ikinci baskı birinci baskıdan daha kıymetlidir) ve Seçilmiş Şiirler (bu kapaktaki Nâzım portresi Sedat Simavi’ye aittir) kitaplarına baktıklarında yukarıda sözü geçen imzayla müşerref olurlar. Buyurun o kapakları da göstereyim, yalnız her birinde Ali Suavi’nin imzasını teşhis etmenizi rica ediyorum:

Gorsel15 1932 Nazim Kapaklar 1932 yılı Nâzım Hikmet kapakları<br /><br />
1932 yılı Nâzım Hikmet kapakları


Şimdi bilmem az önce bizim kayıp yıldızın muallakta kalmış doğum tarihinden bahsederken neden “1910’da doğduğunu rivayet ederler” diye yazdığımı anlıyor musun ey güzel okur? Demek ki şöyle düşünmüşler: Bu adam maazallah 1913 doğumlu olsa, ki öyle görünüyor, hepsi 1932 içinde basılan şu kapaklara 19 yaşında imza atmış olması gerekmeyecek miydi? Sorarım size, olacak iş midir bu?

Yaşı kaç olursa olsun bir harika çocuk, bir büyük yetenekle karşı karşıya olduğumuz gerçeği değişmez. Böylesi bir yeteneğin üstüne bir de Nâzım Hikmet’le omuz omuza verip ekip kurması var. Rüya takım dedikleri hadise bu olsa gerek!

Maalesef ki mesut ve bahtiyar günler çok sürmez. O senenin Aralık ayından itibaren Nâzım Hikmet’in hayatı türbülansa girer. Yazıp söylediklerinden sebep tutuklanır. Hapis yatar, çıkar, tekrar hapse düşer. Mayıs 1933’te Bursa’ya nakledilir. Toplam 18 ay kadar yatacak, 1934 ortalarında Cumhuriyet’in 10. yılı vesilesiyle çıkarılan genel afla salıverilecektir.

Ali Suavi, ustası Nâzım’ı öyle kolay kolay terk etmez. 1935’te iki kitabının kapağına daha imza koyar: Taranta Babu’ya Mektuplar ve Portreler. Kapaklardaki imzalara dikkatinizi celbederim efendim:

Gorsel16 1935 Nazim Kapaklar 1935 yılı Nâzım Hikmet kapakları<br /><br />
1935 yılı Nâzım Hikmet kapakları


Aynı yıl birlikte dergi çıkarmaya başlarlar: Resimli Herşey. 28 Eylül 1935’de çıkan ilk nüshanın künyesinde İpek Film’in ortaklarından İhsan İpekçi’yi –ki kendisi merhum siyasetçi İsmail Cem’in babası olur– “sahibi ve neşriyat müdürü” olarak görürüz. Ali Suavi’nin adı ise “teknik müdür” sıfatıyla yazılmıştır. Başkası da yoktur o künyede. Dergi, ilanları da dâhil olmak üzere, görsel açıdan her şeyiyle, A’dan Z’ye onun elinden çıkmıştır. Kapaklarda dönemin âdetinin hilafına çizim yerine fotoğraf kullanır; çoğu kez o fotoğrafları kendi çeker. Nâzım Hikmet ise içeriği toparlar. Bazen kendi adıyla, bazen Orhan Selim mahlasıyla, bazen de ikisiyle birden yazar.

Gorsel17 1935 Resimli Her Sey <i>Resimli Herşey</i> dergisi ilanları, <i>Akşam</i>, 11-28 Eylül 1935 ve 8. sayının kolaj kapağı, 16 Kasım 1935
Resimli Herşey dergisi ilanları, Akşam, 11-28 Eylül 1935 ve 8. sayının kolaj kapağı, 16 Kasım 1935

Maalesef işler umdukları gibi gitmeyecek; satışlar düşük kalınca dokuzuncu sayı son sayı olacak ve Resimli Herşey dergisi 1936 senesini göremeden kapanacaktır.

Ama Nâzım 1936’da da yazmaya, yayımlamaya devam eder. O yıl çıkan üç kitabının kapağını yine Ali Suavi yapmıştır: Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı, Alman Faşizmi ve Irkçılığı ve Nâzım’ın Orhan Selim müstear adıyla yazdığı gazete yazılarından oluşan İt Ürür Kervan Yürür. İmzaları bulup işaretliyoruz:

Gorsel18 1936 Nazim Kapaklar 1936 yılı Nâzım Hikmet kapakları (Orhan Selim, Nâzım’ın müstear ismidir)
1936 yılı Nâzım Hikmet kapakları (Orhan Selim, Nâzım’ın müstear ismidir)

Bir iş arkadaşlığından daha fazlasıdır aralarındaki. Ağabey-kardeş gibi olmuşlardır. O kadar ki, Orhan Selim namıyla yazdığı Akşam ve Tan yazılarında Nâzım en az dört kez Ali Suavi’den adlı adınca bahseder.

Tarih sırasına göre sondan başa doğru gidersek; 1936 yılının 19 Eylül tarihli Akşam gazetesinde “Afiş” başlıklı yazısında çoook ve büyük över genç arkadaşını Nâzım:

“Duvar afişlerine bakıyorum. Çoğu en ufak bir sanat zevkinden uzak. Bizim Ali Suaviden ve en fazla bir iki afiş sanatkârından başkası afişin ne demek olduğunu bile anlamamışlar. Doğrudan doğruya konuşamıyorlar.”

Aynı yıl 16 Temmuz’da yine Akşam‘da yerli mallar sergisi vesilesiyle şöyle yazmıştır:

“Sergideki pavyonların çoğu zevksiz. Yalnız Ali Suavinin yaptığı pavyonla, inhisarınki iyi. Ali Suavi sergi pavyonlarında rengin ve düz keskin çizgilerin ehemmiyetini anlamış. Renkleri ve çizgileri büyük bir ustalıkla kullanmış.”

Nâzım’ın bahsettiği pavyon Pertev Müstahzaratları için hazırlanmıştır. Ali Suavi sadece sergi pavyonunu değil, şirketin bütün kurumsal kimliğini baştan yaratmıştır.

1935’in 4 Ekim’inde, bu kez Tan‘da, “Bir broşür ve İstanbul’un temizliği” başlıklı yazısında yine Ali Suavi’yi sitayişle araya sıkıştırır Nâzım:

“Seyyahin şubesi bir broşür çıkarmış. İstanbul’a seyyah getirmeğe yardımı dokunsun diye bir propaganda broşürü. Broşür güzel, baskısı, tertibi, tanzimi fevkalâde. Kapak ve iç kompozisyonlarda Ressam Ali Suavinin yaratıcı eli büyük bir üstatlıkla dolaşmış.”

Gorsel19 1930lar Nazim Cizimleri Ali Suavi’nin çizdiği Nâzım Hikmet’ler
Ali Suavi’nin çizdiği Nâzım Hikmet’ler

15 Temmuz 1935 tarihli Akşam gazetesinde ise bambaşka bir dille bahsetmiştir genç arkadaşından:

“Tütün inhisarları […] Ressam Ali Suavinin kalemi ve fırçasıyla ‘Yenice’yi, ‘Yalova’yı, ‘Samsun’u, ‘Boğaziçi’ni, ‘Sigarillos’u eski kötü kabuklarından kurtardı. Onların kimisi bir kiraz kabuğunun ışıltısını, kimisi bir akar su pırıltısının serinliğini aldı.”

Yahu övgünün şairaneliğine bakar mısınız? “Bir kiraz kabuğunun ışıltısını”, “bir akar su pırıltısını” alan ne? Sigara kutuları. Nasıl almış sigara kutuları bu hâlleri? Ali Suavi’nin kalemi ve fırçasıyla… Breh breh.

Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılabileceği gibi (1935 yılından itibaren) yeni bir iş sahibi olmuştur Ali Suavi. Tekel İdaresi’nin, o zamanki adıyla İnhisarlar İdaresi’nin kadrolu ressamıdır artık. 1935 yılında Brüksel uluslararası sergisine gidecek mostralık ürünlerden başlayarak idarenin çıkardığı mevcut ve yeni bütün ürünlerin görselliğine damgasını vuracaktır. Fark etmişsinizdir, “imzasını atacaktır” diyemiyorum, çünkü hem kadrolu memur olarak çalıştığı hem de böyle bir usul olmadığı için paketlerde, şişelerde imzası optik olarak bulunmaz. Ama biz biliyoruz. Nerden mi?

Gorsel20 1935 1936 Inhisar Yenice Kopya 20 Nisan 1935 tarihli <i>Tan</i> gazetesinden haber (solda) ve Yenice sigarası reklamı, <i>Akbaba</i>, Sayı: 138, 29 Ağustos 1936, s. 20 (sağda)
20 Nisan 1935 tarihli Tan gazetesinden haber (solda) ve Yenice sigarası reklamı, Akbaba, Sayı: 138, 29 Ağustos 1936, s. 20 (sağda)

Yukarıda yer alan Tan gazetesindeki haberde bu kez “İnhisarlar idaresi ressamı Âli Suavi”nin fotoğrafını da görürüz. Altındaki metinde şöyle denmektedir:

“Brüksel sergisine İnhisarlar idaresinin de iştirak edeceğini yazmıştık. Sergide teşhir edilecek olan Türk tütünlerinin kutularını inhisarın genç ve değerli ressamı Âli Suavi yapmıştır. Memleket içinde satılan cigara kutuları da değişecektir. Gene Suavinin eseri olan yeni Yenice paketleri yakında piyasaya çıkacaktır.”

Haberde sözü edilen paketler hazırlanır, piyasaya verilir. Yukarıdaki görselde sağ tarafta bir örneği görülen reklamlarla desteklenir. İlan kompozisyonun üzerinde de imza yoktur ama en azından koltuk biçimine sokulmuş kutuların Ali Suavi’nin elinden çıktığından eminiz.
Ali Suavi, Tekel’de çalıştığı dönem boyunca sadece sigara paketleriyle ilgilenmez. Bütün ürünler, örneğin şaraplar, likörler gibi alkollü içkiler de onun elinden çıkma tasarımlarla şekillenir. 1938’den itibaren yayımlanan, aşağıda gördüğünüz ilanlarda imzası belirir:

Gorsel21 1938 1942 Inhisarlar İnhisar şarap ve likörleri için hazırlanan Ali Suavi imzalı ilanlar, 1938-1942
İnhisar şarap ve likörleri için hazırlanan Ali Suavi imzalı ilanlar, 1938-1942

Sadece tek tek ürünlerde değil, bütün bir kurumsal kimlikte izleri vardır. Örneğin şu meşhur “T.C. İnhisarlar İdaresi” logosu da onun eseridir. Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış Tekel binalarında, depolarında, satış noktalarında, açılmamak üzere kapanmış demir kapılarda bu logoya rastlamak –yer yer günümüzde dahi– mümkündür. Bana kalırsa, başka hiçbir şey yapmamış dahi olsa sadece bu tasarım için bile anılmaya, tanınmaya hakkı vardır tasarımcı Ali Suavi’nin. Biz de yarattığı logoya bakarken kendisini Cengiz Kahraman Arşivi’nden alınma gençlik fotoğrafıyla birlikte analım.

Gorsel22 1935 Suavi Sonar Tcii Ali Suavi (Cengiz Kahraman Arşivi) ve yarattığı T.C. İnhisarlar İdaresi logosu<br /><br />
Ali Suavi (Cengiz Kahraman Arşivi) ve yarattığı T.C. İnhisarlar İdaresi logosu


Öyle anlaşılıyor ki Ali Suavi devlet memuru olarak çalıştığı dönemde İpek Film için de üretmeye devam etmiş. Belki artık o apartman boyu sokak afişlerini yapmıyordur ama en azından gazetelerde ilan için kullanılacak tanıtım grafiklerini çizmekte, o ufacık çizimlerin bir köşesine de kendi imzasını koymayı ihmal etmemektedir. Eski gazetelerin ilan sayfalarına bakarken hayretle gördüm ki bu imzaları normal insan evladının, eğer yanında pertavsız yoksa, fark etmesi mümkün değildir. Tabii benim gibi kafayı Ali Suavi imzasıyla bozmadıysanız. Buyurun bulduklarımdan iki örneğe birlikte bakalım:

Gorsel23 1939 1942 Ipek Film İpek Film’in gazete ilanları: <i>Süveyş Fedaileri</i>, <i>Tan</i>, 3 Nisan 1939 (solda) ve <i>Kıskanç</i>, <i>Tan</i>, 10 Mart 1942 (sağda)
İpek Film’in gazete ilanları: Süveyş Fedaileri, Tan, 3 Nisan 1939 (solda) ve Kıskanç, Tan, 10 Mart 1942 (sağda)

Soldaki ilanı yaklaşarak inceleyin lütfen. Yüz bin figüranla çekildiği iddia edilen ve “sinemanın hakiki bir mucizesi olarak nitelendirilen Süveyş Fedaileri ilanında, sağ alt köşede, yer darlığından olacak, “A nokta Süavi” imzası bu kez büzüşmüş, geriye kala kala “A S” ibaresi kalmış. Lakin adamımız yine de bir şekilde iz bırakmakta ısrarcı. Örneğin yer darlığından Süavi’nin kaybolan ü’sünün noktaları kanatlanmış, o paralel iki çizgiden oluşan vapur dumanı “Süveyş” ibaresinin ü’sünün üstüne konuvermiş.

Kıskanç için yaptığı grafikte ise imzasını bihakkın sergilemiş. Kıskanç önemli film. Önemli çünkü ilanda, afişte filan yazmasa dahi biz biliyoruz ki senaryosu Nâzım Hikmet’e aittir. Mahpusta yatarken ekmek parasının peşinde koşmaya devam eden şair artık ne iş gerekiyorsa onu yapmakta. Patron İhsan İpekçi sık sık ziyaretine gidiyor, şaire cep harçlığını bırakıp yazdığı sayfaları teslim alıyor. Kıskanç senaryosu da böyle bir iş birliğinin eseri.

Yıllar ilerledikçe Ali Suavi’nin kitap kapağı tasarımları Nâzım Hikmet’le sınırlı kalmaz. Muhtelif yazar ve şair için kalemini eline alır, hokkasına daldırır. Bilinen kapakları arasında tarih sırasına göre Kanun Namına (Reşat Enis Aygen, 1932), Beni Yakan Bir Ateş Var (Ragıp Şevki Yeşim, 1932), Bir Yıldız Aktı (İsmet Hüsnü Barutçu, 1933), Dört Kişi (Niyazi Remzi, 1935), Kağnı (Sabahattin Ali, 1936), Rüzgârın Kopardıkları (Refik Topkan, 1938), Seyhan (1938), Hitler Dediki (1940), Sancak (Ahmet Muhtar Kumral, 1943), Kaçkaç (Taha Toros, 1946 – kapakta imza yoktur; Ali Suavi adı arka kapakta yazılıdır) sayılabilir.

Bunlardan ayrıca, 1938’in sonuna doğru Nâzım’ın çıkmamacasına hapse düşüşünden sonra başka bir genç şairle yol arkadaşlığı yaptığını görürüz. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın tam beş eserinin kapağına imzasını koyar: Çocuk ve Allah (1940), Daha (1943), Taş Devri (1945), Çakırın Destanı (1945), Üç Şehitler Destanı (1949).

Gorsel24 1943 1949 Fazil Husnu Daglarca Ali Suavi imzalı Fazıl Hüsnü Dağlarca kapakları
Ali Suavi imzalı Fazıl Hüsnü Dağlarca kapakları

Ne kadar üretken olsa da Ali Suavi, mali vaziyeti pek parlak değildir. Devlet memuru olduğu hâlde ekmeğinin nerede olsa peşinden gider. Bu saikle yaptığı “altı ok”lu işler de vardır. Örneğin 1935’te bir süre İstanbul Halkevi’nin dergisi olan Yeni Türk mecmuasının kapaklarını çizer. Nâzım içeri düştükten sonra Tan‘da ressamlığa devam eder. Çizdiği 1940 tarihli İsmet Paşa portresi gazetenin birinci sayfasında yayımlanır.

Gorsel25 1935 1943 Yeni Turk Ismet <i>Yeni Türk</i>, Nisan 1935 (solda), İsmet İnönü portresi, <i>Tan</i>, 24 Ocak 1940 (ortada) ve <i>Sancak</i>, 1948 (sağda)
Yeni Türk, Nisan 1935 (solda), İsmet İnönü portresi, Tan, 24 Ocak 1940 (ortada) ve Sancak, 1948 (sağda)

Esasen sanatçının neyi ne için yaptığı bizi pek ilgilendirmez. Ancak Ahmet Muhtar Kumral’ın (Yasemin Kumral’ın babasıdır) 1943 tarihli Sancak isimli şiir kitabına çizdiği kapak kompozisyonu biraz parti propaganda afişlerini andırmıyor mu? Niyet edilen buysa, maksat hasıl olmuş.

Ali Suavi’nin memurluk yaptığı dönem boyunca hariçten en uzun iş birliği yaptığı özel kuruluş, öğretmen Ahmet Halit Yaşaroğlu’na ait olan Ahmet Halit Kitabevi olur. Önce 1940’ta başlayan “Şarktan-Garptan Seçme Eserler” serisinde, sonra gençlik ve divan edebiyatı serilerinde tam yedi yıl boyunca, fontların değişimini saymazsak, genel hatlarıyla birbirini tekrar eden tasarımlar yapar. Sözünü ettiğim ilk seriden en az 79 kitap yayımlandığı hatırlanırsa, tasarımların kitaba değil de seriye özgü olması herhâlde anlaşılacaktır. İşte size Ahmet Halit Kitabevi’nin meşhur seçme eserler serisinden birkaç örnek:

Gorsel26 1940 1946 Ahk Ahmet Halit Kitabevi, “Şarktan-Garptan Seçme Eserler” serisi<br /><br />
Ahmet Halit Kitabevi, “Şarktan-Garptan Seçme Eserler” serisi


Ülke tarihinin alışılagelmiş hoşluklarından biri de 11 Nisan 1945 günü Ankara’da yaşanır. Ertesi günkü gazetelerden öğreneceğimize göre TBMM iç tüzüğü de dâhil olmak üzere, bakanlıkların isimleri (ve devlete dair pek çok şeyin adı) bir gecede Türkçeleştirilmiştir. Adliye, Nafia, Hariciye, İktisat, Dahiliye, Maarif, Millî Müdafaa, Sıhhat ve İçtimai Muavenet, Ziraat ve Münakalat vekâletleriyle birlikte İnhisarlar İdaresi’nin de adı tarihe karışır. 12 Nisan sabahından itibaren İnhisarlar gitmiş, yerine Tekel gelmiştir. Kaderin cilvesi mi diyelim, ne diyelim, o güzelim İnhisarlar İdaresi logosu da çöpü boylamıştır. Sadece o olsa iyi, bütün ürünlerin, ambalajların, bira kasalarının, her türlü basılı malzemenin, hatta bina cephelerinin, bahçe kapılarının falan elden geçmesi gerekecektir. Ölmüşle olmuşa çare yok ama siz yine de bu 11 Nisan 1945 tarihine çentik atın, ileride işimize yarayacak.

Ali Suavi’nin Tekel ressamlığı 1947’de nihayete erer. O yıl hayatında ve kariyerinde önemli bir dönüm noktasına gelmiş olmalı ki çok önemli bir karar alarak memuriyetten istifa eder. Sadece bu da değil, grafik sanatçısı olarak yaşadığı eski hayatı tamamen geride bırakır. Geride bıraktıklarının arasında “Ali Suavi” adı ve sanatçı kimliği de vardır.

Maalesef tüm detaylara, neyine, nasılına hâkim değiliz. Ama elimizde Tekel’de onun yerine gelen yeni ressamın, bir başka mühim isim, Atıf Tuna’nın tanıklığı var. Cumhuriyet tarihinin bir diğer önemli tasarımcısı olan Tuna, emekli olduktan bir süre sonra Gökhan Akçura’nın “sizden önce Tekel’de ressamlık kurumu yok muydu?” sorusuna cevaben memuriyete nasıl başladığını şöyle anlatacaktır:

“Bir dönem İhap Hulusi ve Burhanettin Atak etiket ve ilan yapmışlar. Ama dışarıdan. Sonra Suavi Sonar alınmış, memur olarak. İşleri evde yapar getirirmiş. Kendisiyle birlikte de çalıştık. Sanırım iki yıl kadar. Sonra ayrılıp, karısıyla birlikte Beyoğlu’nda kadın terzihanesi açtılar.”9

Eldeki bilgileri zaman sırasına koyarsak, Atıf Tuna Tekel’de 1945’te işe başlıyor. Ali Suavi ile iki yıl kadar birlikte çalışıyorlar. 1947’de Ali Suavi istifa ediyor. Zaten Ahmet Halit Kitabevi için yaptığı son kapak da 1947 tarihli. Ve ortadan kayboluyor.

Adamımız artık Ali Suavi değil, Suavi Sonar olarak anılacak, bu isimle terziliğe yelken açacak. “Ressam dekoratör” sıfatıyla bastırdığı yeni kartvizitinde açtığı “kadın terzihanesi”nin adresi de var: Beyoğlu İstiklal Caddesi 191-4.

Esas itibarıyla bu mesele de şahane, hatta başlı başına bir hikâye. Çünkü terzilik işine atıldığında “hayatında makası eline almamış bir adam”dır bizimki. Ama eşi Süreyya Hanım’a güvenmektedir. “Sonunda” der Hürriyet Pazar röportajında, “bizim hanımı en meşhur terzilerden biri yaptık, İstanbul’un en şık hanımlarını giydiriyoruz.”

Anlaşılan Suavi Sonar işin daha çok tasarım tarafını, eşi Süreyya Hanım da biçme ve dikme bölümünü üstlenmiştir. Cesarete bakın. Müthiş doğrusu.

Beş yıl sonra Suavi Sonar imzasını Aydabir dergisinde, moda yazılarının altında okumaya başlayacağız. Bu da beni çözmeye gayret ettiğim dolambaçlı zincirin başladığı noktaya geri getirecek.

Şimdi bir hatırlatma vakti. Yazının başında üstüme giyindiğim vazifeyi hatırlıyor musunuz?

“İstanbul’un gerçek ya da hayalî bir unsurunu resimden söküp atma(m)” ve bu boşluktan doğacak “alternatif bir içerik üretme(m)” isteniyordu benden. Belki ben şahsen yapmadım ama işte görüyorsunuz, Ali Suavi’nin defteri kapandı. Kendisi, adıyla ve sanıyla birlikte ortadan kayboldu. Grafik tasarımcı Ali Suavi resimden sökülüp atıldı, doğan boşlukta kadın terzisi Suavi Sonar diye bambaşka bir şahsiyet hasıl oldu. Gökteki parlak bir yıldız kayboldu, yerine yenisi geçti.

Hem siz onları göremiyorsunuz diye gökteki yıldızlar eksilmez, değil mi efendim?

Lakin işimiz henüz bitmedi. Çember kapanmış olsa dahi, “e nerede kaldı bizim Kulüp Rakısı” diye sorduğunuzu biliyorum. Merak buyurmayınız efendim, oraya da geleceğiz. Ne demişler? Şişman kadın sahneye çıkmadan opera bitmez.

Kulüp Rakısı Etiketinin Olağanüstü İlgi Çekici Hikâyesi

Atıf Tuna’nın yukarıda söylediği gibi İhap Hulusi bir dönem İnhisarlar İdaresi için reklam ve etiket çiziyor, bunu biliyoruz. Ama hangi dönem? Bundan kolay ne var, açıp bakalım kitapları kayıtları, görelim öğrenelim şu meşhur Kulüp Rakısı ne zaman piyasaya çıkmış, işte o dönem. Değil mi efendim?

Değil. Maalesef değil.

Hicap duyarak söylüyorum ki Cumhuriyet tarihinin en eski markalarından biri olan Kulüp Rakısı’nın ilk piyasaya çıktığı tarih kesin olarak bilinmiyor. Akla gelen bütün kaynaklara baktım. Şöyle ki:

Bugüne dek yapılmış en kapsamlı rakı derlemesi olan Rakı Ansiklopedisi‘nin (Meyhane Baskısı) 273. sayfasında Kulüp Rakısı maddesini yazan, bir zamanların Tekel Genel Müdürlüğü kalite kontrol görevlisi Fügen Basmacı Hanımefendi “1930’lu yıllar” diyor.

Vefa Zat üstadımız Âdâbıyla Rakı ve Çilingir Sofrası‘nda Kulüp’ten epey bahsetmesine rağmen tarih vermiyor, “dönemin rakısı” diyor.

Mecidiyeköy Likör ve Kanyak Fabrikası’nın son müdürü Kerim Yanık, kaleme aldığı renkli hatıralarında bol bol rakı hikâyesi anlatmasına rağmen işi, bizzat başından geçmiş hadiselerle sınırlı tutuyor; Kulüp’ten söz açmıyor.

“Meleklerin Payı” mahlaslı Dr. Burkay Adalı, İmbikten Kadehe adlı şahane eserinin 259. sayfasında 1939 tarihini veriyor.

Ender Merter, 80. Yılında Cumhuriyet’i Afişleyen Adam: İhap Hulusi Görey adlı değerli çalışmasının sonundaki kronolojide ilk etiketin 1930 yılında yapıldığını iddia ediyor (sayfa 129).

Aynı kitabın 65. sayfasında yer alan ve bizzat İhap Hulusi tarafından cumhurbaşkanına hitaben yazılmış ama gönderilmemiş bir mektupta “Tekel idaresinin 1931’de etiketlerini, resimlerini yaptım” deniyor.

Tabii burada bahse konu etiket Kulüp etiketi mi, bilmiyoruz. O dönem İnhisar için yaptığı tek iş Kulüp etiketi değil çünkü (bkz. “Türk likörleri çıkıyor” ilanı, Cumhuriyet, 28 Nisan 1931). Öyle bile olsa, yani İhap Hulusi ilk Kulüp etiketini 1931’de çizmiş dahi olsa ürünün piyasaya verilip şişenin masaya dikilmesi ertesi yıl(lar)a sarkmış olabilir.

Maatteessüf durum böyle. Tam tarihi bil-mi-yo-ruz.

Bu alaca karanlığa benim katkım ne olabilir, ey sevgili okur, sorarım size? Nihayetinde bendeniz uzman değilim. Ne distile içkiler benden sorulur ne de grafik tasarım. Ya da şöyle söyleyeyim: Ben hiçbir şeyin uzmanıyım. Bilsem bilsem arşivi bilirim. O arşivlerde fare gibi dolaşarak sağı solu yoklayabilirim. Toz yutarım, sahaf gezerim, koku alırım. Yine öyle yaptım.

Peşinen itiraf edeyim, sık sık değerli eşimin “ben bir deliyle evliyim” iltifatına mazhar olmama rağmen net bir neticeye varamadım. Cinnet derecesinde gayret sarfettim, yine de kati bir tarihte karar kılamadım. Ama ne yaptım? En azından aralığı daralttım.

İlk önce şu kesin bilgiyi vereyim: Basında Kulüp Rakısı‘nın adı ilk olarak 9 Mart 1931 tarihli Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasında görülmüştür. Bir laboratuvar fotoğrafıyla birlikte sağ alt köşede başlayan haber gazetenin dördüncü sayfasında devam eder:

“Müskirat İnhisarında / Yeni bir rakı çıkarılıyor, likör fabrikası 15 güne kadar faaliyete başlıyor (…) Yakında idare Kulüp namile iyi cisten bir nevi rakıyı piyasaya arzedecektir.”

Evet, niyet vardır, isim bellidir, her an olacak gibidir ama… Ne zaman olacağı belli değildir.

Bu ilk müjdeden itibaren uzun müddet haber alınamaz Kulüp Rakısı’ndan. Sessizlik izahsız değildir, hatta çok haklı bir sebebi vardır. O dönemde Müskirat İnhisarı (İçki Tekeli) tütün, kibrit, tuz, barut gibi diğer inhisarlarla birleştirilme sürecine girmiştir; kısacası bürokrasi işlemektedir. Uzun süren, pek de tartışmalı geçen bir dönem boyunca memurlar koltuklarının derdine düşer. Kimsenin gözü Kulüp Rakısı’nı görmez.

Yapılandırmayla meşgul olan kurum yeni bir ürün lansmanıyla ilgilenecek hâlde değildir. Sonuçta hakikaten epey memur ve işçi kadrosuz kalır. İşten çıkarılanlar, yeni gelenler, kaydırılanlar falan derken ortalık toza dumana bulanır.

Birleştirme sonucu ortaya çıkan “İnhisarlar Umum Müdürlüğü” 1 Haziran 1932’den itibaren yeni kadrolarıyla faaliyete geçer. Ancak karmaşa yıl sonuna kadar sürecektir. Bu da bizi 1933’e kadar getirir.

Talihsizlik bu ya, tam o süreçte veya hemen sonrasında peyda olur Kulüp. Masalarda sessiz sedasız, bir cemre gibi beliriverir. Havai fişekler atılmaz, piyasaya çıkışının şerefine bir ilancık olsun hazırlatılmaz.

Tam olarak hangi aralıkta mı?

İşte size söylüyorum: Kulüp Rakısı, kuvvetle muhtemel, 6 Ağustos 1931’den sonra, ancak 7 Ağustos 1933’ten önce piyasaya verilmiştir. Memleket sofraları işte bu 731 günden (1932 yılı 366 çeker) birinde tanışmıştır “kravatlı” Kulüp’le.

Nereden mi biliyorum? Efendim işte ispatı:

Gorsel27 1931 Milliyet 1933 Son Posta Inhisar <i>Milliyet</i>, 6 Ağustos 1931 (solda) ve <i>Son Posta</i>, 7 Ağustos 1933 (sağda)
Milliyet, 6 Ağustos 1931 (solda) ve Son Posta, 7 Ağustos 1933 (sağda)

Soldaki kesik 6 Ağustos 1931 tarihli Milliyet gazetesinin sekizinci sayfasından. Bu bir ilan. Öyle korkulan zam haberi gibi bir şey değil. Henüz inhisarlar tek çatı altında toplanmış olmadığından Müskirat İnhisarı’nın, yani “içki tekeli” idaresinin gazetelere verdiği reklam. Daha önce Son Posta, Cumhuriyet ve Vakit gazetelerinde de bol bol çıkmış. Ben bulabildiğim en yeni tarihli kopyayı seçtim. O da Milliyet‘teki. Görüldüğü gibi sayın okur, ilanda sayılan altı çeşit rakının (Hususi Fevkalâde, Yalova, İstanbul, Nazilli, Aydın ve Boğaziçi) arasında bizim aradığımız küçük bey katiyen yok! Neden? Henüz piyasaya çıkmamış da ondan.

Sağdaki kesik ise Son Posta gazetesinin 7 Ağustos 1933 tarihli ön sayfası. “Mütehassıslar Sigara Ve İçki Ucuzlamalıdır, Diyorlar” manşetli haberde marka zikredilmiyor ama keskin bir göz kullanılan fotoğrafın orta sırasının bize göre sol tarafına dizilen şişeleri teşhis edebilir. Büyütüp baktım. Evet, onlar Kulüp Rakısı. Hem de şu meşhur İhap Hulusi imzalı etiketlerle. Demek ki beklenen saadet vuku bulmuş, halkımız kravatlı rakıya kavuşmuş.

Tarih meselesi böyle. Elimden bu kadarı geldi, arz ederim efendim.

Gelelim etikete. Pek çoğumuz Kulüp Rakısı etiketi dendiğinde son dönemden aşina olduğumuz meşhur çizimi hatırlar ve bunun İhap Hulusi Görey’in eseri olduğunu sanırız. Oysa mevzu hiç de öyle değildir. (Ara Güler nur içinde yatsın, beni de o uyandırmıştı.)

Evet, orijinal etiketi İhap Hulusi Görey tasarlamıştır, şüphe yok. Üstelik bunu kendi fotoğrafından yola çıkarak çizmiştir, yukarıda zikretmiştim. Peki hangisidir o fotoğraf ve ortaya çıkan etiket nasıldır?

Gorsel28 1931 Ihap Kulup İhap Hulusi ve özçekimden yola çıkarak yarattığı orijinal Kulüp Rakısı etiketi<br /><br />
İhap Hulusi ve özçekimden yola çıkarak yarattığı orijinal Kulüp Rakısı etiketi


Soldaki fotoğrafı İhap Hulusi uzmanı Ender Merter’in kitabının 52. sayfasından aldım. Altındaki bilgilere göre Büyükada’daki Anadolu Kulübü’nde çekilmiş. Kulüp Rakısı etiketi için daha uygun bir mekân bulunamazdı herhâlde.

Sağdaki etiketi ise Ara Güler’in Suavi Sonar için söylediği “Kulüp Rakısı etiketini bu yapmıştır” sözlerinden yıllar sonra konuyu araştırırken rastladığım bir internet sitesinden, Sayın Levent Civelekoğlu’nun 11 Şubat 2012 tarihli “etc.” üst başlıklı mücevher kıymetindeki blog sayfasından aldım. O da bu fotoğrafı erken dönem bir Tekel/İnhisar kataloğundan taradığını söylüyor.

Şöyle iyice bir bakın. Bakarken de hatırlayın, 1930’ların başındayız. İhap Hulusi’nin kompozisyonu ne kadar modern, ne denli çağın ilerisinde değil mi? Rakı denen geleneksel içkiyi aslında tüketilegeldiği dumanlı meyhane köşelerinden koparıp nasıl da başka bir yere koyuyor. Rengiyle, baskısıyla, şişesiyle âdeta yeni bir hayat vaat ediyor. Tek kelimeyle şahane.

Gelin Kulüp denen şu gizemli markaya biraz daha yakından bakalım, her veçhesiyle tanımaya çalışalım.

Efendim, Kulüp’ün matbuat âlemindeki bir sonraki zuhuru 8 Ekim 1934 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, altıncı sayfada bizi bekler. Artık birleşmiş olan İnhisarlar Umum Müdürlüğü şöyle bir ilan vermiştir:

“Nümune ve şartnamesi mucibince 3 parçalı yüz bin takım Kulüp rakısı etiketi 15/10/934 tarihine müsadif pazartesi günü saat ‘14’te pazarlıkla satın alınacaktır.”

Bu ilandan da anlayacağımız gibi etiket meselesi biraz çetrefillidir. Yeni baskısı için ihale açmak gerekmektedir.

Memleketin medar-ı iftiharı olan Kulüp rakımızın adı 4 Temmuz 1938 tarihli resmî gazeteye de girer ve burada yayımlanan tamime itibar edersek “Kulüp yalnız 50 santilitrelik şişe ile satılır.” Bu da mühim bir bilgidir, lütfen mim koyunuz. Söz konusu 50’lik şişenin fiyatı, Temmuz 1938 itibarıyla 140 kuruştur.

Aynı resmî gazeteye göre Hususi Fevkalâde ve Yalova da benzer fiyattadır. Demek ki 1931’e göre bu iki rakının fiyatlarında 10’ar kuruş indirim yapılmıştır (bkz. yukarıdaki ilan). En azından benim 53 yıllık hayatımda hiç duymadığım bir şeydir bu, darısı başımıza!

Kulüp de muhtemelen ilk çıktığında 150 kuruşken, 1938 Temmuz ayında diğer kaliteli rakılarla birlikte tenzilat görerek 140’a inmiştir.

Burada bir ayrıntıya dikkat çekmek isterim: Kulüp etiketlerinde ürünün güncel perakende fiyatı yazmaktadır. Yukarıda soldaki fotoğrafın sağ üst köşesine kondurulmuş İhap Hulusi imzalı küçük görsele gözlerinizi kısıp ısrarla bakarsanız, altta yazan fiyatın 150 (kuruş) olduğunu görürsünüz. Zaten bu pul kadar etiketin başka bir farklılığı daha vardır: “Kulüp Rakısı” logotipinin üzerinde “Fevkalâde” ifadesi okunur. Sağdaki büyük ve renkli etikette ise bu ifade kaybolmuştur. Fiyat da 140’a inmiştir. Yani muhtemelen 1931-1933 aralığındaki ilk çıkışından 1938’e kadar Kulüp 150 kuruşluk orijinal etiketle satılmış, sonra indirim yapılınca da 140 kuruşluk yeni etiketler basılmış, basılırken de sadece fiyat değişmemiş, bu “Fevkalâde” ifadesi de uçurulmuştur.

Bu aşamada hatırlatmam gerekir, etiket dediğimiz şey de öyle tek parça kâğıt değil. Yine gözlerinizi kısıp sağ tarafa, büyük etiketteki masanın üzerinde duran şişeye odaklanırsanız Görey’in çizdiği eserin üç ayrı parçadan oluştuğunu, şişenin gövdesindeki ana grafikten maada, aşağıdan yukarı doğru “gerdanlık” ve “boğazlık” tabir edilen iki ayrı çizim daha tasarlandığını fark edersiniz. Yani kravatlı tabir edilen Kulüp üç parçalı bir elbiseyle süslüdür!

Buradan bakarak anlaşılmayan bir alengir daha var. O da etiket baskısının gofreli, yani kabartmalı olması. Bütün bu detaylar önemli, kafanızı o yüzden şişiriyorum, lütfen azıcık sabır.

Maceraya devamla, bizim Kulüp 30 Nisan 1939’da açılan New York Dünya Fuarı’na gönderilir. Türkiye Pavyonu’nun komiserliğini Vedat Nedim Tör yapmaktadır ve ülkemizi her zamanki gibi el işlemeleri, sofra takımları, Sümerbank dokumalarıyla tanıtacaktır. Hacıbekir lokumu, Türk kahvesi, Etibank reyonu, kuru incir-kayısı, pamuklu, ipekli… Elbet bir de memleket fabrikalarında üretilen rakı, şarap, likör, sigara. İnhisarlar İdaresi bu vesileyle İngilizce bir ilan bile hazırlatır.

Gorsel29 1939 New York Dunya Sergisi New York Dünya Fuarı haberi, <i>Cumhuriyet</i>, 1 Mayıs 1939 (solda) ve İnhisarlar İdaresi’nin İngilizce ilanı (sağda)<br />
New York Dünya Fuarı haberi, Cumhuriyet, 1 Mayıs 1939 (solda) ve İnhisarlar İdaresi’nin İngilizce ilanı (sağda)

Görüldüğü gibi şişede ve etikette asayiş berkemal. Elbise üç parça. Fiyat 140 kuruş.

Bu saadet fazla sürmeyecek; 1 Eylül 1939’da Alman ordusu Polonya’yı işgal edince, dünyanın şaftı kayacak, Türkiye’nin de düzeni alt üst olacaktır. Büyük Savaş kaçınılmaz olarak Kulüp’ün de macerasını menfi şekilde etkiler.

Savaş boyunca bütün her şeyin fıkdanı yaşanırken, ekmek karneye bağlanıp en temel ihtiyaçlar karşılanamazken, lüks kabul edilen rakıların da fiyatı –hâliyle– mermi gibi yükselir. 50’lik Kulüp Rakısı’nın fiyatı 8 Haziran 1941’de 160 kuruş, 10 Mart 1942’de 230 kuruş, 30 Kasım 1942’de 350 kuruş olur. Tabii her defasında, gelen zamla birlikte yeni etiket, yeni baskı, yeni şişe masrafı çıkar. Kâğıt da mürekkep de cam da hatta bizzat rakı da karaborsaya düşünce, sonunda İnhisarlar’ın canına tak eder. Üç parçalı, fiyakalı, gofreli etiket masrafından yılmıştır İdare. Hüküm verilir, kalem kırılır. Hovardalık bitecektir.

1944-1945 aralığında olduğunu tahmin ettiğim bir tarihte Kulüp’ün elbisesi değiştirilir. Şu (sağdaki) yeni etikete bakın:

Gorsel30 1940lar Eski Ve Yeni Kulup Rakisi Eski ve yeni Kulüp Rakısı etiketleri, 1938-1945
Eski ve yeni Kulüp Rakısı etiketleri, 1938-1945

Sağdaki etiketi Fatma ve Suut Doğruel imzalı Osmanlı’dan Günümüze Tekel adlı kitaptan aldım. Mütevelli heyetinde bulunmaktan gurur duyduğum Tarih Vakfı’nın 2000 tarihli bir yayını bu. Zaten kitabın kapağında da yer alıyor bu meşhur görsel.

İki etiketi karşılaştırmalı inceleyelim. İlk bakışta aynı gibiler ama aslında birbirinden çok farklılar. Tipler, kıyafetler, bardak tutuşları, altta okunan yazılar, masadaki şişe, şişenin tek parça etiketi… Her şey değişmiş. Bir tek kompozisyon aynı kalmış. İhap Hulusi’nin tipleri ne kadar karizmatik, ne denli ciddiyse, bu yeni etiketin aktörleri bir o kadar neşeli, hoppa, hatta biraz da gerçeklik duygusundan uzak.

Altta “T.C. İnhisarlar İdaresi” yazmasından yola çıkarak bu yeni çizimin 11 Nisan 1945 öncesi, yani İnhisar devri kapanıp Tekel dönemi başlamadan önce hazırlandığını varsayabiliriz. Lanet savaşın bitmesine çok az kalmıştır ama kim, nereden bilecektir ki?

Yalnız bu yeni etikette zihnimi karıncalandıran bazı hususlar da yok değil. Öncelikle miktar, yani 70 cl. Şişeyi büyütmüşler, tamam. Fakat arşivlerde rastladığım ileri tarihli bazı fiyat listelerinde, örneğin 15 Ocak 1947 tarihli Tekel indirim ilanında Kulüp Rakısı hâlâ 50 cl’dir ve fiyatı da 450 kuruştan 350 kuruşa indirilecektir. Yani 1942’deki fiyatına geri dönecektir. Bu gördüğümüz etiketteki fiyat ise tam manasıyla astronomik: 770 kuruş nedir allasen? Parayı ağaçtan mı topluyor akşamcılar?

Yoksa, diyorum, yetmişlik Kulüp Rakısı da tıpkı Suavi Sonar’ın şahsı gibi, bir görünüp bir kaybolan cinsinden bir şey mi? İndirim yaparken elde kalan eski etiketleri (ve 50 cl’lik şişeleri) kullanmak istemiş olabilirler mi? Bilemiyorum. Bu soruya doyurucu bir yanıt veremiyorum.

Her neyse, kafamızı fazla bulandırmayalım. Ben zaten bir büyük içmiş kadar oldum şu satırları yazana kadar. Nisan 1945 öncesinde Kulüp etiketinin değiştiğini, bu değişiklik yapılırken de İhap Hulusi’nin orijinal kompozisyonundan yararlanılmakla beraber görseldeki tiplerin tamamen başkalaştığını biliyoruz. Peki kim yapmıştır bu işi? Zurnanın zırt dediği delik işte burasıdır.

İhap Hulusi olmadığı kesin, asla onun tarzı değil yeni çizim. Sanırım, o dönem Tekel İdaresi’yle de arası bozuk üstadın.

Bu yeni etiketi örneğin 1947’ye kadar kadrolu memur olarak Tekel’de ressamlık yapan Ali Suavi yapmış olabilir mi? Yoksa istifayı basıp kadın terziliğine başlayan Suavi Sonar mı deseydim? İkisi de aynı kişi, biliyorum.

Ara Güler’in sesi kulaklarımdan gitmiyor: “Yevladım bak, bu adam öyle sıra bir adam değildir. Bu Suavi Sonar’dır. Kulüp Rakısı’nın etiketini bu yapmıştır.”

Ve Ara Ağbi bunları söylerken 78 yaşındaki Suavi Sonar’ın karşımda oturup, biraz mahcup, biraz gururlu, fevkalade manalı susuşu… O sahne gözümün önünden gitmiyor.

Bana soracak olursanız, evet, onun işi bu. Tekel’in kadrolu ressamı Ali Suavi (Sonar) yapmış yeni çizimi.

Hepimiz Kulüp etiketini yıllardır biliriz. Ama gördüğümüz İhap Hulusi’nin ilk çizdiği hâli değildir. Ali Suavi Sonar’ın verdiği son şeklidir. Aklımıza daima o gelir, İhap Hulusi’ninki değil. Rakı içmeye İkinci Dünya Savaşı yıllarından sonra başlayanlar (yani zannımca aşağı yukarı berhayat olan herkes) Kulüp etiketi dendiğinde ilk ağızda İhap Hulusi’nin orijinal çizimini hatırlamaz. Bilmez çünkü.

Dolayısıyla diyebiliriz ki (bizim bildiğimiz son şekliyle) Kulüp Rakısı etiketi Ali Suavi (Sonar) elinden çıkmadır. Ara Güler haklıdır. Bu memlekette insanın kıymetini bilmezler.

Efsaneyi bir kez daha hatırlayalım:

Gorsel31 1940lar 70ler Kulup Rakisi İnhisarlar İdaresi ve Tekel döneminin Kulüp Rakısı etiketleri<br /><br />
İnhisarlar İdaresi ve Tekel döneminin Kulüp Rakısı etiketleri


Bana inanmıyor musunuz? O zaman, eğer bütün bu laf salatasının üzerine hâlâ sabrınız kaldıysa, gidip bir de Levent Civelekoğlu’nun “Kulüp Rakısı Etiketinin Şehir Efsanesine Dönmüş Öyküsüne Son Noktayı Koyma Çabası ve Yeni Sorular / Tezler” başlığını verdiği detaylı blog yazısına bakın. O da, tam ve kesin bir yargıya varmamakla beraber, bütün okları Suavi Sonar’a yöneltmiş. Yazının tamamını şuradan okuyabilirsiniz.

Kaybolan Yıldız Yeniden Parlamak İstiyor

Suavi Sonar’ın hikâyesini Türkiye’ye döndüğü 1986 yılına kadar getirip bırakmıştık. Oradan devam edelim. 73 yaşında dönüp geldiği ülke 26 yıl önce bırakıp gittiği yerden çok farklıdır. Türkiye o yıllarda hızla değişmektedir. Matbuat ve basın tedricen ölmekte, onların yerini hızla “medya” adında acayip bir şey almaktadır. Peş peşe özel radyo ve televizyon kanalları kurulur, havadaki dalgalar birbirine karışır. Hayat dergisi 1978-79 grevinden kurtulamaz ve batar. Derginin isim hakkını Uzan ailesi satın alır, bir süre onlar çıkarır. Umdukları sonucu alamayınca tamamen kapatırlar. Eski patron Şevket Rado emekli olmuş, köşesine çekilmiştir (1988’de vefat edecektir).

Suavi Sonar için fotoğraf çekerek geçinme devri yavaş yavaş nihayete ermektedir. Son çare olarak sergilere yönelir. 11 Nisan 1986’da Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde “meşhurların fotoğrafçısı” üst başlığını verdiği sergisini açar.

Ertesi yıl bu kez fotoğraf ve grafik eserlerinden oluşan karma bir sergi dener. Kalabalık davetli grubunun katıldığı açılışta kurdeleyi iş adamı Asil Nadir’in eşi Ayşegül Nadir’e kestirir. Hatta o akşam Yaşar Kemal’in Ayşegül Nadir’e “büyük bir incelikle elindeki çiçeği sunması” gazetelere haber olur.10

1989 Kasım ayında bir kez daha dener eserlerini sergilemeyi. Cengiz Kahraman Arşivi’nden çıkıp gelen aşağıdaki davetiyeden öğrendiğimize göre bu kez açılışı Türkân Şoray yapacaktır.

Gorsel32 1989 1103 Suavi Sonar Sergi Suavi Sonar fotoğraf sergisi davetiyesi, 3 Kasım 1989 (Cengiz Kahraman Arşivi)
Suavi Sonar fotoğraf sergisi davetiyesi, 3 Kasım 1989 (Cengiz Kahraman Arşivi)

Çiğ damlarıyla bezeli bir gül goncası seçmiştir davetiye kapağı için. Fotoğrafın sol alt köşesine de o meşhur imzasını koyar: A nokta Süavi. Böylece iki ayrı “persona” bir kez daha birleşir. Sönmekte olan bir yıldız eski ve çok parlak bir güneşten medet ummaktadır âdeta.

Maalesef ki bu hareketler, bu eski usul direniş hamleleri cılız kalır. Fotoğrafçılık döneminde pek çok ünlüyle dost olmuş, yakınlaşmış, ancak asla “paparazzi” tipi muhabirliğe gönül indirmemiş olan Suavi Sonar’ın devri artık geçmiştir. Sanatını icra ediş tarzı da demode olmuştur. Yeni basın, şu medya denen canavar, çok daha saldırgan, acımasız, kan ve gözyaşı seven, skandallarla örülü bir anlayışın üzerinde yükselmektedir. Sonar’ın içten, yumuşak, dostluk temelli tarzı gerilerde kalmış, çağın gereklerine karşı anlamsızlaşmıştır.

1993 Kasım ayında Türk basını ona son bir hoşluk yapar. Necmi Tanyolaç başkanlığındaki Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Suavi Sonar’a “Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü” verir. Böylece basın şeref kartı sahibi olur.

Maalesef, henüz bu ödülün senesi dolmadan, 28 Eylül 1994 günü vefat edecek, Zincirlikuyu’ya gömülecektir. Ölümünün ardından altmış küsur yıllık kıymetli arşivi ailesi tarafından sahafa satılır, koca hazine paça parça dağılır, kaybolur gider.

Kaybolan yıldızımız bu kez geriye silik bir mezar taşı bırakarak ebediyen sönmüştür.

Gorsel33 2023 Ali Suavi Sonar Mezar Ali Suavi Sonar’ın mezar taşı (Fotoğraf: Başar Başarır)<br /><br />
Ali Suavi Sonar’ın mezar taşı (Fotoğraf: Başar Başarır)


İçimi en çok ne sızlatıyor biliyor musunuz? 1993’te, ölümüne çok yakın bir dönemde Tarık Dursun K.’ya söylediği şu sözler:

“…ve bu genç kuşak adımı bile bilmiyor, beni tanımıyor, olur mu böyle şey?”11

Neyse ki ölümünden epey sonra, dönem dönem hatırlanır.

Örneğin 26 Nisan 2011’de Kadir Has Üniversitesi Selimpaşa Kampüsü’nde onun eserlerinden oluşan, açılışına oğlu Osman Sonar’ın da katıldığı bir sergi düzenlenir.

Sonra 22 Nisan 2016’da “İstanbul Grafik Tasarım Günleri, Grafist 20” kapsamında Ali Suavi Sonar anısına bir seminer yapılır. Eğitim gördüğü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi tarafından düzenlenen bu etkinlik çok anlamlıdır. İşte nihayet birileri onu hatırlamış, yaptıklarını takdir etmiş, önünde saygıyla eğilmek gerektiğini anlamıştır. Daha da iyisi, o semineri organize eden Başak Ürkmez ve ekibi oğul Osman Sonar’a ulaşarak babasından kalan belgeleri dijitalleştirmiş, Grafist 20 kitabında kapsamlı bir Ali Suavi Sonar dosyası hazırlamıştır. Sistematik bir bakış açısıyla ilk kez bir araya getirilen görsel ve bilgilerin bir kısmı hiçbir yerde yayımlanmamış olma özelliğini taşımaktadır. Örneğin, ülkemizde ilk animasyon filminin de Ali Suavi elinden çıktığını bu kitaptan öğrendim. Emeği geçenleri tebrik eder, kaçıranların kitabı bulup mutlaka okumasını tavsiye ederim efendim.

Gorsel34 M Ali Bedri Koraman Cannes Soldan sağa: Muhammed Ali ile birlikte (Ömer Durmaz Arşivi), Bedri Koraman’ın Suavi Sonar çizimi ve Cannes Film Festivali’nden bir enstantane
Soldan sağa: Muhammed Ali ile birlikte (Ömer Durmaz Arşivi), Bedri Koraman’ın Suavi Sonar çizimi ve Cannes Film Festivali’nden bir enstantane

Konunun uzmanlarıyla yaptığım görüşmelerden çıkardığım sonuç şudur: Anlaşılıyor ki geçmişten gelen sessizlik yavaş yavaş bozulacak, kaybolan yıldız Ali Suavi Sonar’ın bilinmeyen hikâyesi gitgide daha çok anlatılır hâle gelecek. Yakında onun hakkında sergiler düzenlenip, kitaplar yayımlanacak. Kendi adıma heyecanla bekliyorum. Kim bilir, belki ben de yazmaya niyetlendiğim yeni romanda ucundan kıyısından katılırım bu çabalara. Kısmet.

Veda Niyetine İki Soru

Efendim işte böyle. Zincirin halkalarıyla birlikte bende de laf tükenmek üzere.

İşin başında bu yazıyı mezkûr Kulüp Rakısı etiketinden aldığım ilhamla Türkiye semalarında bir görünüp bir kaybolan o parlak yıldızı anlatmak için kaleme aldığımdan bahsetmiştim. Her ne kadar sürç-i lisan ettikse affola. Böylece özrümüzü de diledikten sonra, haydi buyurun, desturla girelim veda faslına.

Bu fasıl benim için mühim, çünkü zihnimde dönen deli sorulardan bahsetmeden dükkânı kapatıp gidersem vallahi karnım ağrır. Lafa daha fazla eziyet etmeden hemen başlıyorum.

Nâzım Hikmet’in hayat akışına bakarsanız, 1951’de Romanya üzerinden Moskova’ya kaçtıktan sonra koca şairin, önce Stalin, sonra da Kruşçev tarafından propaganda amaçlı gezdirildiğini görürsünüz. Doğu Berlin’e, Bulgaristan’a, Çin’e, Macaristan’a, Küba’ya, Mısır’a filan gönderilir. Bu gezilerde Sosyalist anavatanın reklamını yapar. Batı Avrupa’ya gitmesine tedricen müsaade edilir. Önce İsveç’e, sonra Viyana’ya gider, en sonra da İtalya’ya. Onun şiirlerini çevirip basan ilk Batı ülkelerinden biri sanırım İtalyanlar olmuş. İşte o seyahatlerin tarihlerine baktım.

Nâzım 1960 Nisan’ında Roma, Napoli ve Bari’de.

Aynı yıl Aralık ayında tekrar gelir, Roma üzerinden Floransa ve Cenova’yı ziyaret eder. Toplu şiirleri ve oyunları iki cilt hâlinde İtalyanca yayımlanmıştır çünkü.

Ertesi yıl, bu kez Şu 1941 Yılında (Memleketimden İnsan Manzaralarından bir bölüm) İtalyanca olarak çıkar. Hatta M. Melih Güneş’ten öğreniyoruz ki 1961 baskısı bu kitabın içinde Ara Güler’in altı fotoğrafı da yer almış, ancak dönemin koşulları gereği Ara Güler adının kitaba yazılmasını istememiştir.12

1962 Kasım ayında Nâzım yine İtalya’dadır. Roma, Floransa ve Milano’yu dolaşır. Bu üçüncü seyahat İtalya’yı son görüşü olur. 1963’te tekrar gelmek umuduyla ayrılır, lakin kalbi müsaade etmez. 3 Haziran 1963’te, Salâh Birsel’in deyişiyle, can kuşunu avucundan uçuracaktır.

İlk sorum şudur: Diyorum ki 1960-62 aralığına sığan bu üç ziyaret sırasında bizim Suavi Sonar, Nâzım’ın bildiği adıyla Ali Suavi, Roma’da yaşamaktadır ya; ilkinde değilse bile, sonraki ikisinde kesin oradadır; hani diyorum görüşmüşler midir? Esas itibarıyla buluşup hasret gidermeleri son derece makul olurdu. Hatta denebilir ki buluşmaları icap ederdi. Ama yine diyorum ki yüz yüze gelmiş olsalar fotoğrafçı Suavi mutlaka makinesini çıkarıp ustası Nâzım’ın fotoğraflarını çekerdi. Şahsen ben olsam öyle yapardım. Ve eğer çekseydi, hemen değilse bile, o kareler sonradan bir vesileyle ortaya çıkardı.

Kim bilir belki de o yıllarda bambaşka bir hayat ve kariyer yolu tutmuş olan Suavi, Nâzım’ın geldiği mevkiden, yamacındaki KGB’den, peşindeki İtalyan gizli servisinden, kuyruğundaki Türk hafiyelerden filan ürkmüştür, bu yüzden uzak durmuştur. Bilemiyoruz. Bu da böyle bir muamma.

Hayat ne acayip değil mi? Köprünün altından akıp gittiğini düşündüğümüz sular bazen sel olup geliyor o köprüyü olduğu gibi yerinden söküyor, hepsini, her şeyi alıp götürüveriyor. İnsanları birbirinden sonsuza dek koparıyor.

Buradan ikinci soruma atlıyorum. 1932-1938 döneminde Ali Suavi, İpek Film’de tanıştığı Nâzım Hikmet’le çok yakındır, yukarıda gördük. O dönemin sır dolu, giz dolu bir kitabı var. Nâzım’ın yazdığı bilinen, ancak önce imzasız olarak gazetede tefrika edilen, sonra yine imzasız ve tarihsiz basılan Yeşil Elmalar.

Aşağıda gördüğünüz nüsha Nâzım’ın üvey oğlu Memed Fuat’ın (Bengü) arşivindeki kitaptır. Bir ara Yeşil Elmalar‘ın büyüsüne kapılıp epey yürek çatlatmış, saç baş yolmuş idim, oradan biliyorum. Hatta fotoğrafı da Mehmet Ulusel sayesinde bizzat kendim çektiydim. Meraklısı, konuyla ilgili çızıktırdığım labirent desenli makaleyi şuradan okuyabilir.

Gorsel35 1937 1938 Yesil Elmalar Yenlap <i>Yeşil Elmalar</i>, Yenlap Neşriyatı, tahminî 1937-1938
Yeşil Elmalar, Yenlap Neşriyatı, tahminî 1937-1938

Neyse efendim, Yeşil Elmalar imzasız basıldığı için –hâliyle– üzerinde ya da içinde kapak tasarımı hakkında bir bilgi yok. Son söz olarak diyorum ki, hani elinde çekiç olan her şeyi çivi görürmüş misali, acaba diyorum, Nâzım’ın imzasız yayımladığı bu kitaba çok yakışan şu tuhaf ötesi kapağı da bizim Ali Suavi yapmış olabilir mi?

Olur mu olur. Ondan her şey beklenir.

Demirciköy, İstanbul, Kasım 2023

Başta MSGSÜ Rektörü Handan İnci olmak üzere, Başak Ürkmez, Ömer Durmaz, Cengiz Kahraman, Gökhan Akçura ve Emin Nedret İşli’ye nazik yardımları için teşekkür ederim.


KAYNAKÇA
———. “Bir Dünya Fotoğrafçısı Suavi Sonar”, Ak Kadın, Sayı: 37, Mart-Nisan 1990, s. 40.
———. “Gazeteci ve fotoğraf sanatçısı Süavi Sonar öldü”, Cumhuriyet, 29 Eylül 1994, s. 15.
———. “Muvaffak Bir Sergi, Mimarî ve tezyinî san’atlar talebesi bir sergi açtılar”, Milliyet, 14 Temmuz 1931.
———. “Serüvenin Adı Ali Suavi”, Erkekçe, Şubat 1989.
Ak, Seyit Ali. Erken Cumhuriyet Dönemi Türk Fotoğrafı 1923-1960. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2001.
Akçura, Gökhan. “Matbaacı Kirkor neden şifa bulamadı?”, Cumhuriyet Dergi, 13 Mayıs 1990, s. 6.
Civelekoğlu, Levent. “Kulüp Rakısı Etiketinin Şehir Efsanesine Dönmüş Öyküsüne Son Noktayı Koyma Çabası ve Yeni Sorular / Tezler”, 11 Şubat 2012, https://lcivelekoglu.blogspot.com/2012/02/kulup-rakisi-etiketinin-sehir.html.
Çeviker, Turgut. “Resim ile grafik tema ayrıdır”, Çerçeve, Sayı: 25-26, Ekim-Kasım 1987, ss. 20-21.
Demir, Ataman. Gazetelerde Sanayi-i Nefise Mektebi 1924-1939. İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Yayınları, 2010.
Doğruel, Fatma ve A. Suut Doğruel. Osmanlı’dan Günümüze Tekel. İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 2000.
Durmaz, Ömer. İstanbul’un 100 Grafik Tasarımcısı ve İllüstratörü, İstanbul’un Yüzleri Serisi–29. İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları, 2011.
Güneş, M. Melih. Nâzım Hikmet’in Ellerinin İzinde. İstanbul: Küçükçekmece Belediyesi Yayınları, 2021.
Hatipoğlu, Aytekin. “Bir Grafik ve Fotoğraf Ustası: Ali Suavi Sonar”, Sanat Olayı, Sayı: 47, Nisan 1986, ss. 46-48.
K., Tarık Dursun. “Bizim İçin Suavi”, Varlık, Sayı: 1025, Şubat 1993, ss. 38-39.
Merter, Ender. 80. Yılında Cumhuriyet’i Afişleyen Adam: İhap Hulusi Görey. İstanbul: Literatür Yayıncılık, 2003.
Özgentürk, Nebil. “Uluslararası Magazin Muhabiri”, Star (Pazar eki), 26 Aralık 1993, ss. 14-18.
Sönmez, Zeki (ed.). Güzel Sanatlar Eğitiminde 100 Yıl. İstanbul: Mimar Sinan Üniversitesi Basımevi, 1983.
Ürkmez, Başak (ed.). Grafist 20 İstanbul Grafik Tasarım Günleri. İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Yayınları, 2016.
Yanık, Kerim. Likörden Şaraba Votkadan Rakıya Tekel’in Nesi Kaldı Damaklarda Tadı Kaldı. İstanbul: Oğlak Yayınları, 2018.
Yüksek Dalay, Esin. “Kralların Fotoğrafçısı Suavi Sonar”, Hürriyet Pazar, Sayı: 87, 13 Eylül 1987, ss. 16-17.
Zat, Erdir (ed.). Rakı Ansiklopedisi Meyhane Baskısı. İstanbul: Overteam Yayınları, 2014.
Zat, Vefa. Âdâbıyla Rakı ve Çilingir Sofrası. İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.

- - -

Başar Başarır (1970, İstanbul), İstanbul Erkek Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. City University of London Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. 1995 yılında girdiği televizyon yayıncılığı alanında uzun yıllar çalıştı. Kent Kitabı (1992), Eski Şehrin Ayazı (1996) ve Nedir Hayat (2000) kitapları 2015’te Havaalanında Satılmayan Kitaplar derlemesinde; Getirin O Günleri Yakalım Bu Öyküleri (2003), Çıktığınız Hevesle İniniz (2004) ve Düzenboz (2012) kitapları 2014’te Bize Umut Gerek‘te bir araya getirildi. Yedinci öykü kitabı Teklifinizle İlgilenmiyorum‘un (2013) ardından Sibop (2017), Dolunay İki Gece Sürer (2021) ve Dünyanın Bütün Fıstıkları (2023) adlı üç romanla çıktı okurların karşısına. Kâmran Yüce’nin şiirlerini derlediği Dünyaya Sevgilerle ise 2023’te yayımlandı. Aldığı ödüller: 2004 Sait Faik Hikâye Armağanı, 2014 Yunus Nadi Öykü Ödülü ve 2017 Yunus Nadi Roman Ödülü.
  • 1.
    "Uluslararası Magazin Muhabiri", Star (Pazar eki), 26 Aralık 1993, ss. 14-18.
  • 2.
    Varlık, Sayı: 1025, Şubat 1993, ss. 38-39.
  • 3.
    Cumhuriyet, 29 Eylül 1994, s. 15.
  • 4.
    Esin Yüksek Dalay, "Kralların Fotoğrafçısı Suavi Sonar", Hürriyet Pazar, Sayı: 87, 13 Eylül 1987, ss. 16-17.
  • 5.
    "Muvaffak Bir Sergi. Mimarî ve tezyinî san'atlar talebesi bir sergi açtılar", Milliyet, 14 Temmuz 1931.
  • 6.
    Aytekin Hatipoğlu, "Bir grafik ve fotoğraf ustası: A. Suavi Sonar", Sanat Olayı, Sayı: 47, Nisan 1986, ss. 46-48.
  • 7.
    Esin Yüksek Dalay, "Kralların Fotoğrafçısı Suavi Sonar".
  • 8.
    Mustafa Cezar, "Güzel Sanatlar Akademisi'nden 100. Yılda Mimar Sinan Üniversitesi'ne", Güzel Sanatlar Eğitiminde 100 Yıl, ed. Zeki Sönmez (İstanbul: Mimar Sinan Üniversitesi Basımevi, 1983), s. 24.
  • 9.
    Gökhan Akçura, "Matbaacı Kirkor neden şifa bulamadı?", Cumhuriyet Dergi, 13 Mayıs 1990, s. 6.
  • 10.
    Cumhuriyet, 20 Eylül 1987, s. 4.
  • 11.
    Varlık, Sayı: 1025, Şubat 1993, s. 39.
  • 12.
    M. Melih Güneş, Nâzım Hikmet'in Ellerinin İzinde (İstanbul: Küçükçekmece Belediyesi Yayınları, 2021), s. 154.
PAYLAŞ