Neden gittik buradan: Babıâli
GÜLSİN HARMAN
6 Kasım 2015
Gazeteci-yazar Nazım Alpman’ın “Nerden geldik buraya” sergisi kapsamında gerçekleştirdiği “Bir Zamanlar Babıâli” (15 Ekim 2015) turu üzerine yazılmıştır.
Gazeteciliğin eski günlerinden kalma fotoğraflara bakmaya bayılırım. Gazetecilerin yazı işleri toplantısında, bir akşam yemeğinde rakı masasının etrafında, yeni açılan binanın kapısında toplanmış; matbaada ellerinde heyecanla basılan gazeteyi tutarken, daktilonun başında gülümserken, sandalyelerin üstünde perişan halde uyurken, eşek şakası yapılmış birisinin başında kahkaha atarken siyah beyaz ya da sepya hallerine bakmaya doyamam. O fotoğraflardan yayılan dostluk ve gazeteciliğe duyulan sevgiyi biraz kıskanarak seyrederim.
Kabul, Babıâli gazeteciliğinin renkli hikâyeleri “kayıp cennet” güzellemesine dönmeye çok müsait. Geçmişin, fizik kuralları gereği mutlak geri döndürülemezliği insanlara eskiyi idealize etme fırsatı sunduğu için gizlice sevilir mi? Büyük ihtimal. Nostaljiye hesap sorulamaz. Hafızamızın bize oynadığı oyunların en zalimleri arasında, geçmişin acı ve gerçek yanlarını törpüleyip önümüze mutlu anılar bırakmak yer alıyor.
Nazım Alpman gayet iyi hatırlıyor. Sonbahar ayazında etrafında topladıklarına “Anadolu Yakası’ndan gelenler Sirkeci’de inerdi vapurdan; basın kartıyla otobüs bedavaydı. Otobüs olmadı; taksilerin arkası dörtlenir, öyle çıkılırdı Cağaloğlu’na” derken gözleri o anda Eminönü’ne yaklaşan vapurda ama aslında gördüğü anıların belki canlı belki soluk kopyaları olmalı. Mekân, hafıza, hatırlamak, geçmiş kavramları üstüne derin düşüncelere dalmak isteyen ince ruhlu dinleyicileri ise önemli bir engel bekliyor. Alpman’ın sırtını verdiği tarihi binanın giriş katında, yeni açıldığı her halinden anlaşılan bir Kentucky Fried Chicken şubesi var.
Alpman; gazetecilerin ve yayıncıların hükümdarlığı altındaki Babıâli’yi anlatırken şimdiki zamanda bizim payımıza düşen, uğradığımız her adreste, merak soslu ama daha çok düşmanlık ağırlıklı “Bunlar niye gelmiş ki buraya, bu kadar kişi ne yapıyorlar” bakışları. Onlar “Niye gelmişler buraya” sorusuyla (çok kısa bir süre olsa da) meşgulken katılımcılar gidenlerle ilgililer. “Kaybolan zamanın izini” süreceksek, öncelikli sorular şunlar: Gazeteciler, gazeteler neden ve nasıl Babıâli’den; buradan gittiler?
SALT’ın Nerden geldik buraya sergisi kapsamında düzenlediği atölyeler arasında İstanbul’la, şehirle mekânsal bağlantının en kolay kurulduğu etkinlik; kendi deyimiyle “Babıâli’yi en son terk edenlerden” gazeteci-yazar Nazım Alpman’ın rehberliğindeki “Bir Zamanlar Babıâli” turuydu. Kökü Osmanlı devrine dayanan, şehrin kalbindeki basın faaliyetinin son dönemi olan 1980’ler çok uzak değil; hepi topu 30 yıl geçmiş. Fakat mekândaki izler İstanbul’un talana kurban edilmiş bitmek bilmeyen dönüşümüyle silinmeye yüz tutmuş. “Babıâli ruhu”nun izlerini şu anki medya düzeninde bulmak ise mekândaki ipuçlarını bulmaktan daha zor.
Alpman, Babıâli günlerini “Küçük, kompakt bir hayatımız vardı. Yaşam kolaydı” diyerek anlatıyor. Gazeteciler beraber vapurdan iniyor, aynı otobüse biniliyor, habere topluca gidiliyor; akşam içmesi yan yana, Cağaloğlu ya da Beyoğlu’ndaki meyhanelerde, lokallerde… Doğan Heper’in çalışma arkadaşı; Milliyet‘in yazıişleri müdürü Turhan Aytul’un, meyhanede geceye noktaya koymayıp kendisini ziyaret ederse diye evde her zaman rakı ve mezeyi hazır tuttuğu; Cumhuriyet‘in yazı işleri müdürü Okay Gönensin’in öğle arasında gidip evlendiği, İstanbul dışına çıkılınca ilk iş gidilen şehirdeki büronun ziyaret edildiği devirler…
Dönemin en önemli özelliği, gazetelerin ayakta kalmak için tiraja, satmak için iyi habere muhtaç yaşamaları ve basın patronlarının da bizzat gazeteci olması. Günaydın ve Hürriyet gazetelerinin sahibi Simavi ailesi, Milliyet‘te Karacan ailesi, Akşam‘ın sahibi Ilıcaklar, Cumhuriyet‘te etkili Nadi ve Uşaklıgil aileleri; gazetelerin iş ilişkilerine alet edilmediği, patronların gazetecilerle haber tartışmak için yazı işleri masasına oturdukları bir zaman, bugünden bakınca inanması güç gözüküyor. Gazeteci olmayan bir patron fikri o kadar sıradışı geliyor ki; 8 Ekim 1979’da Aydın Doğan’ın Milliyet‘in yayın kuruluna yüzde 25 hisseyle girdiği duyuruluyor. Doğan’ın gerçekte satın aldığı yüzde 75 hisse tepkiyi azaltmak için aradan zaman geçmesi için beklenip ancak, bir yıl sonra 6 Ekim 1980’de açıklanıyor. 1988’de Asil Nadir’in Günaydın‘ı satın almasıyla hızlanan dönüşüm, işin içine televizyonun da girmesiyle her şeyiyle apayrı bir medya düzenine evriliyor.
Can Kozanoğlu’nun kurgu/hakikat melezi anıları Yalan Yıllar‘da, “Gazetecilik anılarım biraz gariban işi maalesef. Asil Nadir duvarları yumruklarken odada yoktum. Hürriyet‘in kaderi değişirken, geceye benim vurucu cümlemle nokta konmadı. Sabah ve ATV‘deki depremlerin en büyüğünde, o en gergin akşamda, ‘Bakın Dinç Bey…’ diye söze başlayabilecek bir konumda değildim” cümleleriyle dalga geçtiği “patrona yakın gazeteci” tiplemesi de Babıâli’yi terk edişle basın hayatına giriyor. Alpman, acı acı gülerek “Ertuğrul Özkök, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti değil TÜSİAD üyesidir” diyor. Sabah‘ın eski sahibi Dinç Bilgin, 2013’te Fatih Vural’a verdiği söyleşide “Eski sol kökenli gazeteciler iyi para kazanmaya başlayınca, dünya görüşleri değişiyor. Sınıflarına ihanet ettiler!” yorumunu yapıyor.
Gazeteciler mesleklerinin en önemli kaidesi “teması ve mesafeyi korumayı” önce patronlarına karşı unuttular. İyi gazetecilik yetmezdi (hatta belki de hiç gerekmezdi), patronun hadi o da olmadı; patronun yakın çevresinde büyük bir konfor içerisinde yaşayan dar kadronun adamı olmak ilk hedefti. Medyadan para kazanmayan patronlar başka işleri için iktidara yakınlaştıkça, yani onlar da “mesafeyi korumayı” gözardı edince bugünlere geldik: Artık bizzat iktidar gazetecilerin patronu. Resmi ziyaretleri takip etmek için uçağa binmekten işinden etme kararına varana kadar… Milliyet‘in genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi’nin Türkiye Gazeteciler Sendikası başkanı olduğu göz önüne alındığında varılan noktanın vahameti daha da iyi anlaşılıyor.
7 Ekim 1993 günü çıkan Milliyet, okurlarına bir dönemin kapandığını “Doğan Medya Center”a taşındığını “müjdeleyerek” duyuruyor. Gazetecilerin matbaayla aynı binada çalışmasının maliyet açısından getirdiği kolaylıklar; okuyucuya “modernleşme, çağa ayak uydurma” olarak sunulmuş. Dinç Bilgin’in ise ekonomik gerekçeyle (“İkitelli’den başka çare yoktu. En ekonomik şekli, şehir dışında arsa bulmaktı”) savunduğu plazalara geçişle gazeteciler kendilerini şehrin çeperinde, pencereleri açılmayan, giriş kartıyla girilen bir çalışma ortamında buldu. Çimenli bahçeleri hava almak için lütuf sayarak hemen işe dönmek için hızlı hızlı sigara içen, bir sabah girişte kartının okunmayacağı, dolayısıyla işten atıldığını bir anda öğrenebileceği ihtimalini bilerek çalışan gazeteciler…
“Bir Zamanlar Babıâli” turu; 1980 darbesi sonrası en zor dönemde toplumsal muhalefet, mücadeleyi konu alan Nerden geldik buraya sergisinin kendisi gibi umut kırıntılarını arama ya da derin bir ümitsizliğin içine düşme olasılığını barındırıyordu. Sergi, basının ezici bölümünün devletten yana saf tuttuğu, gazetelerin toplatıldığı ve kapatıldığı, cunta görevlilerinin haberleri dikte ettirdiği; Arthur Miller ve Harold Pinter’ın tutuklu yazarlara destek için 1985’te Uluslararası PEN adına Türkiye’ye geldiği zamanlarda gerçekleştirdikleri küçük ama etkili başkaldırışlara hak ettiği yeri veriyor.
Nazım Alpman’la gezintimiz ise 6 Nisan 1909’da gazeteci Hasan Fehmi’nin öldürüldüğü Galata Köprüsü’nden başlayıp 1945’te basılıp kundaklanan Tan gazetesinin işhanına dönüşmüş binası (en alt katta dönemin sol entelektüellerini barındıran Tan‘ı anlatan süresiz bir sergi var) ve Cumhuriyet‘in otele dönüştürülmek üzere satılmış ilk binası Kırmızı Köşk’ten geçerek Genel Sekreter Sibel Güneş’in “Vaktimizin çoğu dava açmakla geçiyor” dediği Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde bitiyor. Duvarlarda yine o fotoğraflar… Lokalde yemeklerin neşeli anlarında basılan deklanşörlerin yerini vesikalıklar, toplantılardaki ciddi ifadeler almış. Gazeteciler açısından geçmişin ve belki de şimdinin daha gerçekçi bir tasviri…
Gazeteciliğin eski günlerinden kalma fotoğraflara bakmaya bayılırım. Gazetecilerin yazı işleri toplantısında, bir akşam yemeğinde rakı masasının etrafında, yeni açılan binanın kapısında toplanmış; matbaada ellerinde heyecanla basılan gazeteyi tutarken, daktilonun başında gülümserken, sandalyelerin üstünde perişan halde uyurken, eşek şakası yapılmış birisinin başında kahkaha atarken siyah beyaz ya da sepya hallerine bakmaya doyamam. O fotoğraflardan yayılan dostluk ve gazeteciliğe duyulan sevgiyi biraz kıskanarak seyrederim.
Kabul, Babıâli gazeteciliğinin renkli hikâyeleri “kayıp cennet” güzellemesine dönmeye çok müsait. Geçmişin, fizik kuralları gereği mutlak geri döndürülemezliği insanlara eskiyi idealize etme fırsatı sunduğu için gizlice sevilir mi? Büyük ihtimal. Nostaljiye hesap sorulamaz. Hafızamızın bize oynadığı oyunların en zalimleri arasında, geçmişin acı ve gerçek yanlarını törpüleyip önümüze mutlu anılar bırakmak yer alıyor.
Nazım Alpman gayet iyi hatırlıyor. Sonbahar ayazında etrafında topladıklarına “Anadolu Yakası’ndan gelenler Sirkeci’de inerdi vapurdan; basın kartıyla otobüs bedavaydı. Otobüs olmadı; taksilerin arkası dörtlenir, öyle çıkılırdı Cağaloğlu’na” derken gözleri o anda Eminönü’ne yaklaşan vapurda ama aslında gördüğü anıların belki canlı belki soluk kopyaları olmalı. Mekân, hafıza, hatırlamak, geçmiş kavramları üstüne derin düşüncelere dalmak isteyen ince ruhlu dinleyicileri ise önemli bir engel bekliyor. Alpman’ın sırtını verdiği tarihi binanın giriş katında, yeni açıldığı her halinden anlaşılan bir Kentucky Fried Chicken şubesi var.
Alpman; gazetecilerin ve yayıncıların hükümdarlığı altındaki Babıâli’yi anlatırken şimdiki zamanda bizim payımıza düşen, uğradığımız her adreste, merak soslu ama daha çok düşmanlık ağırlıklı “Bunlar niye gelmiş ki buraya, bu kadar kişi ne yapıyorlar” bakışları. Onlar “Niye gelmişler buraya” sorusuyla (çok kısa bir süre olsa da) meşgulken katılımcılar gidenlerle ilgililer. “Kaybolan zamanın izini” süreceksek, öncelikli sorular şunlar: Gazeteciler, gazeteler neden ve nasıl Babıâli’den; buradan gittiler?
SALT’ın Nerden geldik buraya sergisi kapsamında düzenlediği atölyeler arasında İstanbul’la, şehirle mekânsal bağlantının en kolay kurulduğu etkinlik; kendi deyimiyle “Babıâli’yi en son terk edenlerden” gazeteci-yazar Nazım Alpman’ın rehberliğindeki “Bir Zamanlar Babıâli” turuydu. Kökü Osmanlı devrine dayanan, şehrin kalbindeki basın faaliyetinin son dönemi olan 1980’ler çok uzak değil; hepi topu 30 yıl geçmiş. Fakat mekândaki izler İstanbul’un talana kurban edilmiş bitmek bilmeyen dönüşümüyle silinmeye yüz tutmuş. “Babıâli ruhu”nun izlerini şu anki medya düzeninde bulmak ise mekândaki ipuçlarını bulmaktan daha zor.
Alpman, Babıâli günlerini “Küçük, kompakt bir hayatımız vardı. Yaşam kolaydı” diyerek anlatıyor. Gazeteciler beraber vapurdan iniyor, aynı otobüse biniliyor, habere topluca gidiliyor; akşam içmesi yan yana, Cağaloğlu ya da Beyoğlu’ndaki meyhanelerde, lokallerde… Doğan Heper’in çalışma arkadaşı; Milliyet‘in yazıişleri müdürü Turhan Aytul’un, meyhanede geceye noktaya koymayıp kendisini ziyaret ederse diye evde her zaman rakı ve mezeyi hazır tuttuğu; Cumhuriyet‘in yazı işleri müdürü Okay Gönensin’in öğle arasında gidip evlendiği, İstanbul dışına çıkılınca ilk iş gidilen şehirdeki büronun ziyaret edildiği devirler…
Dönemin en önemli özelliği, gazetelerin ayakta kalmak için tiraja, satmak için iyi habere muhtaç yaşamaları ve basın patronlarının da bizzat gazeteci olması. Günaydın ve Hürriyet gazetelerinin sahibi Simavi ailesi, Milliyet‘te Karacan ailesi, Akşam‘ın sahibi Ilıcaklar, Cumhuriyet‘te etkili Nadi ve Uşaklıgil aileleri; gazetelerin iş ilişkilerine alet edilmediği, patronların gazetecilerle haber tartışmak için yazı işleri masasına oturdukları bir zaman, bugünden bakınca inanması güç gözüküyor. Gazeteci olmayan bir patron fikri o kadar sıradışı geliyor ki; 8 Ekim 1979’da Aydın Doğan’ın Milliyet‘in yayın kuruluna yüzde 25 hisseyle girdiği duyuruluyor. Doğan’ın gerçekte satın aldığı yüzde 75 hisse tepkiyi azaltmak için aradan zaman geçmesi için beklenip ancak, bir yıl sonra 6 Ekim 1980’de açıklanıyor. 1988’de Asil Nadir’in Günaydın‘ı satın almasıyla hızlanan dönüşüm, işin içine televizyonun da girmesiyle her şeyiyle apayrı bir medya düzenine evriliyor.
Can Kozanoğlu’nun kurgu/hakikat melezi anıları Yalan Yıllar‘da, “Gazetecilik anılarım biraz gariban işi maalesef. Asil Nadir duvarları yumruklarken odada yoktum. Hürriyet‘in kaderi değişirken, geceye benim vurucu cümlemle nokta konmadı. Sabah ve ATV‘deki depremlerin en büyüğünde, o en gergin akşamda, ‘Bakın Dinç Bey…’ diye söze başlayabilecek bir konumda değildim” cümleleriyle dalga geçtiği “patrona yakın gazeteci” tiplemesi de Babıâli’yi terk edişle basın hayatına giriyor. Alpman, acı acı gülerek “Ertuğrul Özkök, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti değil TÜSİAD üyesidir” diyor. Sabah‘ın eski sahibi Dinç Bilgin, 2013’te Fatih Vural’a verdiği söyleşide “Eski sol kökenli gazeteciler iyi para kazanmaya başlayınca, dünya görüşleri değişiyor. Sınıflarına ihanet ettiler!” yorumunu yapıyor.
Gazeteciler mesleklerinin en önemli kaidesi “teması ve mesafeyi korumayı” önce patronlarına karşı unuttular. İyi gazetecilik yetmezdi (hatta belki de hiç gerekmezdi), patronun hadi o da olmadı; patronun yakın çevresinde büyük bir konfor içerisinde yaşayan dar kadronun adamı olmak ilk hedefti. Medyadan para kazanmayan patronlar başka işleri için iktidara yakınlaştıkça, yani onlar da “mesafeyi korumayı” gözardı edince bugünlere geldik: Artık bizzat iktidar gazetecilerin patronu. Resmi ziyaretleri takip etmek için uçağa binmekten işinden etme kararına varana kadar… Milliyet‘in genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi’nin Türkiye Gazeteciler Sendikası başkanı olduğu göz önüne alındığında varılan noktanın vahameti daha da iyi anlaşılıyor.
7 Ekim 1993 günü çıkan Milliyet, okurlarına bir dönemin kapandığını “Doğan Medya Center”a taşındığını “müjdeleyerek” duyuruyor. Gazetecilerin matbaayla aynı binada çalışmasının maliyet açısından getirdiği kolaylıklar; okuyucuya “modernleşme, çağa ayak uydurma” olarak sunulmuş. Dinç Bilgin’in ise ekonomik gerekçeyle (“İkitelli’den başka çare yoktu. En ekonomik şekli, şehir dışında arsa bulmaktı”) savunduğu plazalara geçişle gazeteciler kendilerini şehrin çeperinde, pencereleri açılmayan, giriş kartıyla girilen bir çalışma ortamında buldu. Çimenli bahçeleri hava almak için lütuf sayarak hemen işe dönmek için hızlı hızlı sigara içen, bir sabah girişte kartının okunmayacağı, dolayısıyla işten atıldığını bir anda öğrenebileceği ihtimalini bilerek çalışan gazeteciler…
“Bir Zamanlar Babıâli” turu; 1980 darbesi sonrası en zor dönemde toplumsal muhalefet, mücadeleyi konu alan Nerden geldik buraya sergisinin kendisi gibi umut kırıntılarını arama ya da derin bir ümitsizliğin içine düşme olasılığını barındırıyordu. Sergi, basının ezici bölümünün devletten yana saf tuttuğu, gazetelerin toplatıldığı ve kapatıldığı, cunta görevlilerinin haberleri dikte ettirdiği; Arthur Miller ve Harold Pinter’ın tutuklu yazarlara destek için 1985’te Uluslararası PEN adına Türkiye’ye geldiği zamanlarda gerçekleştirdikleri küçük ama etkili başkaldırışlara hak ettiği yeri veriyor.
Nazım Alpman’la gezintimiz ise 6 Nisan 1909’da gazeteci Hasan Fehmi’nin öldürüldüğü Galata Köprüsü’nden başlayıp 1945’te basılıp kundaklanan Tan gazetesinin işhanına dönüşmüş binası (en alt katta dönemin sol entelektüellerini barındıran Tan‘ı anlatan süresiz bir sergi var) ve Cumhuriyet‘in otele dönüştürülmek üzere satılmış ilk binası Kırmızı Köşk’ten geçerek Genel Sekreter Sibel Güneş’in “Vaktimizin çoğu dava açmakla geçiyor” dediği Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde bitiyor. Duvarlarda yine o fotoğraflar… Lokalde yemeklerin neşeli anlarında basılan deklanşörlerin yerini vesikalıklar, toplantılardaki ciddi ifadeler almış. Gazeteciler açısından geçmişin ve belki de şimdinin daha gerçekçi bir tasviri…