"Son yirmi yıl"ı ayrıştırmak için notlar*
TANIL BORA
30 Ekim 2015
I
Tarihsel zaman üzerine düşünürken kuşakları odak almanın, nostaljiye, melankoliye, muhafazakâr bir içe kapanışa kapı aralama riski vardır. Öte yandan kuşaklar “belleğin mekânları”dırlar1; belirli sosyalleşme örüntülerini, ortak deneyimleri, ortak travmaları, ortak ruh hallerini çerçevelerler, böylece ortak referanslar kurarlar. Bu ortak referansların adlandırılması, vurgulanması, güzellenmesi ölçüsünde ilâveten etkinlik kazanırlar. Dolayısıyla toplumsal tarihi kuşaklar üzerinden düşünmenin öğreteceği bir şeyler vardır.
Türkiye’de sol muhalefetin tarihsel değerlendirmesini yaparken, kuşaklarla ilgili belirlemelerden, “kuşakbilgisi”nden nasıl yardım alınabilir? Halihazırda bu kolay görünmüyor, zira “eski” kuşaklar, “‘68’lilik” mitolojisinden başlayarak, deneyimlerini eleştirel bir değerlendirmeyle nesnelleştir(e)memişler, nostaljik diyebileceğimiz bir eğilime kaymışlardır. Deneyimleri biriktirmeyi, süzmeyi güçleştiren, belleksizleştirici bir kuşak bilinci baskındır. Bir yanıyla, sol adına “güzel zamanları” tarihsel gündemin elverişliliğine bağlayan nesnelci indirgemecilik. Bir yanıyla, bir kuşağın cesaretini, “temizliğini”, ahlâkî yüksekliğini yücelten öznelci iradecilik.
“‘80 sonrası kuşaklar” kalıbında da bu belleksizlik ve deneyimi nesnelleştirme eksikliği kendini göstermiyor mu? Her şeyden önce, “‘80 sonrası kuşakları” yekpâre bir soy olarak düşünmek doğru mu? Kabaca dört beş yıllık döneme ayıralım: Çocukluk ve ergenliklerini 12 Eylül rejiminin içinde yaşayanlar, Özal devrinde yaşayanlar, Kürt Savaşının en yüksek ânında yaşayanlar, ‘90’ların ikinci yarısında yaşayanlar… Sol muhalefetin mevsimleriyle bakarsak: Sinme döneminin gençleri, “derleniş” döneminin gençleri, Kürt hareketinin yükselişi döneminin gençleri, milliyetçi kabarış döneminin gençleri, “müstakil” öğrenci hareketinin ‘90’ların ortalarındaki silkiniş döneminin gençleri, parti-temelli ayrışmanın damgasını vurduğu son dönemin gençleri… Bu tasnif kuşkusuz tartışılabilir; her koşulda, sürekliliklerin yanısıra önemli farklar içeren deneyimlerin yaşandığı ortadadır. Demek ki, kırılmalar, tıkanmalar, yitikler üzerine düşünmek gerekir; oysa bu deneyimler, solun kollektif belleğinde, Tanpınar’ın dizeleriyle “yekpâre, geniş bir ânın parçalanmaz akışında” savrulur dururlar-iyi ihtimalle. Zira, böyle bulanık bir deneyim bilgisine bile dönüşmeksizin, yaşandıklarıyla kaldıkları da vakidir. “‘80 sonrasını” düzleyen bu toptancı kuşaklaştırma, bir bellek mekânı olarak 1980 sonrasının, genel olarak tarihsel sürecin tahlilindeki zaafın göstergesidir.2
“‘80 sonrası”nı yekpare bir zaman olarak düşünmek problemlidir. 1980 kuşkusuz bir büyük darbe, bir büyük kopuştur. Ancak 1990’larla birlikte yaşanan politik ve toplumsal gelişmelerin, 1980-sonrası değişimin ürünü olarak değerlendirilebilecek olsalar dahi, kendi başına bir kopuşa (yani, bir kopuşa daha) yol açtıkları iddiasındayım.
II
Önce, 1980’lerin politik ortamını ele alalım. Bu dönemi, “zamanın ruhu” da diyebiliriz, sol açısından ve sola açık toplumsal muhalefet açısından nasıl tasvir edebiliriz?
12 Eylül, sol ve demokratik muhalefet açısından açık bir yenilgiydi. Bir baskı ve terör rejimini kurumlaştırdı. Askerî yönetim, toplumu faşizan bir ideolojik bombardımana tâbi tuttu. “İdeolojik bombardıman” klişesi burada yerli yerindedir; zira topluma nüfuz eden, “sıradan insan/sokaktaki adam” çoğunluğunun coşkulu katılımını sağlayan bir ideolojik etkiden çok, gücünden (ve “terörü bitirip istikrarı sağlama” yeteneğinden) ötürü rıza gösterilen, pasif biçimde onaylanan bir basınç söz konusudur. Devletine sadık “Sessiz Çoğunluk”, rejimin söylemini büyük ölçüde dışsal bir “resmî görüş” olarak benimsemiştir. Siyah-beyaz TRT’deki, topluma ortaokul çocukları muamelesi yapan müsameremsi Ertürk Yöndem “belgeselleri”, zamanın ruhunun özetidir.
Ancak bu dönemde (kabaca 1980-83’ten söz ediyoruz) “‘80-öncesi”nin hâlâ zihinlerde canlı olduğunu, hâlâ bir kıyas çerçevesi sunduğunu unutmamak gerek. ‘80-öncesi referansları, diyebiliriz ki, 1980’lerin sonuna/1990’ların başına dek bir dip dalga olarak geçerliliğini korumuştur. 12 Eylül’le ilgili bir revanşizm talebinin yaşarlığı olmasının, bu zihinsel dip dalgasıyla da ilgisi vardır. Sadece sol açısından geçerli değildir bu; örneğin DYP’nin yaşar kalmasında bizatihi bir etkendir.
12 Eylül darbesinin sol üzerinde büyük bir travmatik etkisi oldu. Hem kollektif kimliğiyle solun kendini ve dünyayı algılamasında sarsıntılar yarattı; hem de sol politikaya angaje insanların birçoğunu fizikî ve psişik travmalara maruz bıraktı. Bu travmayla başetmek-başedememek, başlıbaşına önemli bir meseledir. Erdoğan Özmen, kayıpların yasını tutmaksızın, yaşanan acılarla ilgili bir yas emeği sarfetmeksizin, mağdur kahraman rolünün muhafazası içinde kalarak hayatına/faaliyetine devam etmenin yol açtığı psişik gediğe dikkat çekmişti.3 ‘80 sonrasında giderek derinleşen böyle bir gedik oluştuğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. Sezai Sarıoğlu’nun Nar Taneleri kitabının4 gördüğü ilgi, bu gediğin nice sonra terkedilmesinde, kapatılmaya çalışılmasında bir adım olmasından kaynaklanmıyor mu?
“Her türlü muhasebeyi daima yapılar, örgütler, güç dengeleri, sınıf pozisyonları vs. üzerinden yapmakta beis görmeme anlayışı”nın yol açtığı psişik gedik, söz konusu “nesnel-yapısal muhasebenin lâyıkıyla yapıldığı anlamına alınmasın sakın! Muhasebe veya özeleştiri girişimleri, talepleri, çoğunlukla bireyselleştirilip dışlandı. Sonraları, “merkezî” yapıların uygun bulduğu ânlarda uygun bulunan muhasebeler yapıldı; bunların bir kısmının daha önce gayrınizamî sayılarak dışlanan eleştirilerle örtüşüyor olması da pek kimseyi rahatsız etmedi. (Rahatsız olanlar iyice sustular.) “Geçmiş değerlendirmesi”, giderek, sol içi iktidar yapılarını tahkim etmeye dönük çabaların bir belirtisine dönüştü.
Kendiyle, deneyimiyle yüzleşmeyle ilgili bu “görevsizlik kararı” bunun ne ölçüde nedeniydi, ne ölçüde sonucuydu, tartışmaya açıktır; ama her halükârda ‘80’li yılların akışı içinde, mevcudun toparlanmasına dayalı bir sol derleniş umudu varlığını korudu. En azından birçok solcuyu güdülemeyi sürdürdü.
Bir başka umut nüvesi olarak, örgütlü grupların ve onların etki alanının dışında, “bağımsız duruşlu” bağımsız sosyalist eğilimli genç nüfus içinde, ‘80’li yıllarda sol teoriye ilginin yükseldiğini de söyleyebiliriz. “Büyük yenilgi”ye büyük sebepler ve çareler düşünme ihtiyacı, politik ilişki angajmanının dışında olmanın kendine vazife çıkartan boşluğu ve yolunu kendi aramak durumunda olmanın etkisiyle, iştahlı bir okuma dönemiydi bu. Hâlâ medya-öncesi zamandı, uzun, ağır yazılara ilgi ve hürmet vardı. Bunlar ‘90’ların okuyucularını cezbeden akademik-teorik metinlerden çok, politik-teorik metinlerdi. Okuyucular da politik saikli okuyuculardı; pekçoğu, yeni bir sol ve politika görüşü edinme, yeni bir eylem kılavuzu edinme saikiyle okuyorlardı.
Bu “devam” ya da “yeniden başlama” umudunu, büyük şehir üniversitelerinin ortamının hâlâ bir “sol” ortam oluşuyla birlikte düşünmeliyiz. Solculuk, saklılığına, sakıncalı sayılmasına rağmen cazibesini koruyordu, dahası “normal”di.
1980’lerin ortalarından itibaren SODEP-SHP muhalefeti de, sınırlılığına rağmen önemlidir. 1980’lerin sonlarına doğru, işçi ve sendika muhalefeti önemlidir. Özalcılığın, umumiyetle sağcılığın, ideolojik hegemonyasını kurmasına rağmen kapsayamadığı, direnç gördüğü bir gayrımemnunlar bloku vardır. Azınlıkta olsa bile marjinalize olmamış, kamusal ifadesi ve sosyal bağları güçlü bir muhalefettir. Ünlü depolitizasyon eğilimine karşılık, bizzat depolitizasyon lâfzının bile ajite etmeye yettiği bir politik ilgi potansiyeli kendini göstermektedir.
1990’ların politik ortamına damgasını vuracak olan iki oluşum, İslâmcılık ve Kürt hareketi, 1980’lerde henüz gündem belirleyici değildir; sol açısından bir meydan okuma olarak değerlendirilmemişlerdir. Kürt meselesini, müstakbel bir sol politizasyonun ikincil bir bileşeni olarak görme eğilimi yaygındır. Şunu da eklemeli: 1990’lardaki milliyetçi uyanışın kitleselleştireceği, meşrulaştıracağı MHP/MÇP, bu dönemde marjinalleşmiş görünmektedir.
‘80’ler, neo-liberalizmin nüfuzunun yeni ve görece yüzeyde olduğu bir dönemdir. “‘80-sonrası…” toptancılığının, 1983 seçimleriyle behemahal başlamış gibi tasvir ettiği kültürel ve ahlâkî dönüşüm, henüz ergenlik devresindedir. Küstah öncülerinin ergence aşırılıklarla bir liberal çağın gelişini reklam etmektedirler, ama bu “yeni hayat” henüz olgunlaşmamıştır, “eski hayat”ın -vesayetine demeyeceksek de- kâh yabancılayıcı kâh kınayıcı nazarlarına, tekdirlerine tâbidir. İktisadî akıl mutlaklaşmamıştır. Liberal vaadlerin, refahın, konforun artmasının beraberinde getirdiği iyimserliği ve buna bağlı nispî saflığı unutmayalım. Bu vaadler ve zenginleşen “maddî uygarlık” unsurları, geniş bir orta sınıflar kalabalığınca, -Ayfer Tunç’un kitabına5 atıfla söylersek- tasarruf ve komşuluk/ahbaplık çağının ‘dünya görüşü’ içinde, “eski” değerlerin, “eski” hayat görüşünün araç parkını geliştirecek donanım olarak görülebilmekte; araçsal, dışsal bir anlam yüklenebilmededir.
Şöyle toparlayabiliriz: ‘80’ler, sol ve sola açık toplumsal muhalefet açısından, henüz hem tamamına ermemiş hem tamamıyla idrak edilmemiş bir gerileme ve mağlubiyet dönemidir.
Bu mâhiyetiyle, sol “kitle” tarafından, bir hayli “naiflik” içinde algılanmıştır. Naifliğin olumlu yanı, süreklilik duygusunun, “tarih bilincinin” yitirilmemesidir, diyebiliriz sanırım. Olumsuz yanı ise, tekrar olacak, kendiyle ve deneyimiyle yüzleşmeyi ertelemesi, ihmal ettirmesidir.
Burada biraz daha kuşak spekalüsyonu yapalım: ‘80’li yıllarda ergenliğini, sosyalleşmesini, -varsa- politizasyonunu yaşayarak yetişen kuşaklar, Tuna Erdem’in zikrettiğim yazısında üstünde durduğu gibi, bir alacakaranlık kuşağıdır gerçekten; iki hayat arasında, iki kültür arasında, iki çağ arasındadırlar. Ama özellikle solcu veya sola açık kuşaklara bakarken, yine şubelere ayrıştırmak gerektiğini söylüyorum: ‘62’li ilâ ‘65’liler (yaklaşık, elbette), ‘80-öncesinden ‘80-sonrasına geçişe canlı tanıklık eden, ‘70’leri ‘80’lere uzatma, nakletme ya da uyarlama çabasında olan, ‘en’ ara kuşaktır (“bu satırların yazarı” o kuşaktan oluyor). ‘65’li ilâ ‘68’liler (12 Eylül rejimi esnasında lise çağında olanlar), ‘başka’ bir çocukluktan ve ilkgençlikten gelip, solu, muhalefeti ve umumiyetle gençliği sindirmeye, rüşdünü tez elden boğmaya dönük bir basınca marûz kalmışlardır. Bu ‘muameleyle’ başedebilenler, çoğunlukla, ‘hazır’ bir demokratik-muhalif ortama dayanmadan, kendi yordamlarıyla yapabilmişlerdir bunu. Dolayısıyla bu kuşaktan sivrilenlerin kendi kelimeleriyle konuşma yeteneği yüksektir. (Yoksa “yüksekti”, mi demeli?) ‘69’lulardan itibaren birkaç senenin ‘mahsûlü’ için ise, ‘80-öncesinin artık mişli geçmişe dönüştüğünü söyleyebilirsiniz. llkgençliklerini askerî rejim sonrasının görece ferahlamış toplumsal atmosferinde idrak ederken, serpilen tüketim ve pop-kültürünün gençliği cezbeden etkisine çekirdekten marûz kalmışlar; bu kültür içinde aykırı-muhalif sözleri, imgeleri keşfedip ayıklamak birçokları için esaslı bir politizasyon yolu olmuştur. Artık solculuğun ayrıksılaştıgı belki ilk devre olan bu kuşağın, “şenlikli muhalefete” istidâdı yüksektir. (Yoksa “yüksekti”, mi demeli? İkinci kez belirttiğim bu şüpheleri doğuran, bu kuşakların ‘90’lardaki politik angajmanlarındaki -düşük- performanslarıdır.)6
Sonraki ayırdedilebilir kuşak, sanırım, ilkgençliklerini 1991-95’in iç savaşımsı atmosferinde idrak edenlerdir. Onlar da, ‘80’lerin derleniş umudu ve iddiası ile ‘90’ların kâbusu arasında bir başka alacakaranlık kuşağı…
III
1990’lara gelelim. ‘90’larda, 1980-sonrası rejiminin oturaklı hale geldiğini görürüz. Bunda sadece geçen sürenin pekiştiriciliği değil, 1991 sonrası gelişmelerin ağırlığı da etkendir.
1991 sonrasının temel etkeni, hiç kuşku yok, Kürt meselesinin düşük yoğunluklu çatışma boyutlarına tırmanıp bir “sivil savaşa” dönüşme istidadı kazanarak toplumsal ve politik ortamı terörize etmesidir. Bir olağanüstü hal rejiminin süreklileşmesine7, devlet şiddetinin 12 Eylül askerî yönetimi dönemini geride bırakacak kadar yoğunlaşmasına yol açan bu etkeni uzun uzadıya açıklamaya gerek yok.
Bu sürekli olağanüstü hal rejimi, 12 Eylül askerî yönetiminden sadece sertliğiyle ayırdedilmemelidir. 12 Eylül rejimi, parlamentoyu iptal eden bir açık baskı rejimiydi. Yukarda da değindik; toplumla mesafeli, rıza üretimini “emir-komuta zinciri içinde ve emirle” gerçekleştirmeye çalışan, resmî-otoriter bir rejimdi. Bu, onun faşizan yanını zayıflatıyordu. 1990’larda, özellikle 1991-95 döneminde ise, bir sivil faşizm seferberliğinden söz edebiliriz. Milliyetçiliğin ideolojik iktidarını kurduğu atmosferde, rıza üretimi, kuşkusuz yine resmî politikanın direktifleri doğrultusunda, fakat çoğulcu parlamenter rejim peyzajı içinde, geniş ve çok kanallı bir toplumsal katılımla gerçekleştirilmiştir. 1990’larda sivil ve kendiliğinden faşizm etmenleri8, 1980’lerdekinden çok daha fazla güçlüdür. ‘90’ların faşizan otoritarizminin Halkla İlişkiler’i, ‘80’lerdekinden daha beceriklidir.
Özel televizyonların/radyoların doğması ve basının medyalaşması, başlıbaşına, iktidarın/”sistem”in nüfuz gücünü geliştirmenin yanında, kamuoyu rejimini değiştiren bir etmendir. İletişim/’konuşma’/müzakere koşulları açısından demokratik yapılanma geleneklerinin zaten zayıf olduğu Türkiye’de, medyalaşma, dolaşımdaki ‘aleniyet kazanmış’ söz miktarını enflasyonist ölçülere ulaştırırken, söz bağlamlarını tahrip eden bir etki yaratmıştır. Söylemlerin medya-odaklı kuruluşu, ‘işlevsel’ olmayan sözü abes sayan anti-entelektüalizmin çoğaltanı olmuştur. Denebilir ki, muhalif söz, politika ve devrim çağrısı, ‘80’ler Türkiye’sinde esasen susturma/bastırma yoluyla güçsüzleştirilirken, ‘90’lar Türkiye’sinde lâf kalabalığına boğularak da güçsüzleştirilmektedir.9 Artık “sözünü geçirmek” daha zordur.
‘80’ler Türkiye’si, kamilen piyasa toplumu olmaya doğru giden bir toplumken, ‘90’lar Türkiye’si, piyasa toplumu olmuş bir toplumdur. İktisadî rasyonalite, Özal’ın ‘80’lerdeki provokasyonlarından çıkmış, gündelik hayata yayılmıştır. Burası artık imtiyazlı, sınıflı bir toplumdur; ‘70’lerde siyaseten bölünmüş mahalleler ve okullar (ve dahi camiler!) şimdi sınıfsal olarak bölünmektedir. Sınıfsal yarılmanın ve toplumsal atomizasyonun, bireysel biyografilerin iç ayrışmasının telâfi edicisi olarak, kendi özcü ayrışmalarını teklif eden cemaat ve kimlik siyaseti rağbet bulmuştur. Kapitalizmin yeni modernleşme merhalesinin ‘80’lerdeki vaadkâr başlangıcının ardından, yoksulluk, eşitsizlik, hayal kırıklığı sökün etmiştir:
“Vitrinin ışıltısını yitirdiği, imkânların daraldığı, vaadin sınırlarının göründüğü bir dönemdeyiz artık. Başlangıçtaki hafiflik duygusunun dağıldığı, heves ve iştahın yerini daha karanlık duygulara bıraktığı, yerine getirilemeyen vaadlerin insanlarda artık istek değil hınç uyandırdığı, sokağın zihinlere bir kez daha bir suç alanı olarak kazındığı yıllar. Kentteki paylaşım kavgasının artık çok daha acımasız bir ortamda, çok daha gergin, çok daha vahşi koşullarda yürütüldüğü tekinsiz yıllar.”10
‘90’lar Türkiyesi, her şeyden evvel, daha kötüdür.
Eşitsizliklerle parçalanmış ‘90’lar ve sonrasının sınıflı toplum niteliği şimdiye dek olmadığı kadar bariz Türkiye’sinin sol açısından problemli bir yanı, alt sınıflar, ast-proletarya, sınıf-altı kesimler ile sol arasındaki bağlantısızlıktır. Orta sınıflar ile proleter ve sınıf-altı kesimler arasındaki yarılmanın belki en doğrudan yansıması burada görülebilir. Daha doğrusu şöyledir: Orta sınıflara ve orta sınıf kimliğinden büsbütün ayrışmamış düzenli iş sahibi, örgütlü emekçi tabanına dayanan solla, ‘en alt’ sınıfların -kurtuluş ve özgürleşme talebinden çok- isyanını, öfkesini temsil eden solun dünyaları, şimdiye dek olmadığı kadar ayrışmıştır. Bu sosyal-sınıfsal mesafenin, Türk soluyla Kürt solu arasındaki mesafeden daha fazla açıldığını ileri sürebiliriz. Öte yandan, özellikle Batı’da ve kentlerde, bu iki ayrım hattının örtüştüğü gözlenebilecektir.
‘90’larda, ‘80-öncesi, hatırlama menzilinden çıktığı gibi, şöhretini de yitirmiştir. Hattâ ‘90-öncesi de çıkmıştır hatırlama menzilinden. Reel politikanın nursuz yüzüne bakmak bile yeterlidir bunu görmek için: 1991 Seçimleri öncesindeki sosyal demokrat ve liberal-sağ muhalefetin, 1982 Anayasasının değiştirilmesini ve temel hak ve hürriyetlerin eksiksiz tanınmasını bir millî mutabakat olarak benimsemiş görünen, toplumsal ve politik hayatın en azından ‘ferahlamasına’ dönük beklentiler yaratan taleplerinin ve politik hedeflerinin unutulması, 1991’de koalisyon halinde iktidar olan bu muhalefet tarafından bizzat unutturulması, Türkiye siyaset esnaflığı tarihinin sıradan bir “vaadlerini tutmama” hikâyesine benzemeyecek kadar travmatik bir unutuştur. Politikanın idare tekniğine indirgenmesinde ve ‘anlamsızlaşmasında’ önemli bir eşiktir bu. Ardından, sosyal demokrat parti, muhalifliğini ve herhangi bir toplum tasarımına sahip olma yeteneğini yitirecek, çare olarak da bir asrî zaman Kasım Güleçliğinden ötesini düşünemez hale gelecektir.11
‘80-öncesinin hattâ ‘90-öncesinin hatırlama menzilinden çıkması, daha derin bir unutuşla, toplumun (toplum içinde anlamlı bir çokluğun ve kanaat önderleri zümresinin) kendini bir tarihsel akış içinde görmekten, “tarih bilinci”nden büsbütün uzaklaşmasıyla bağlantılıdır. Geçmişle, daha sarih bir ifadeyle geçmişlerle hesaplaşma iradesiyse, toplumun toplumsallığa olan yeteneğinin nirengi noktalarından biri olmalı. ‘90’ların Türkiye toplumu, sıfat haliyle, daha az toplumdur.
IV
Solun ve -yine ekleyeceğim- sola açık toplumsal muhalefetin, 1990’ların kötülüğü karşısındaki çaresizliğinde, 1980’leri, alman darbenin, yaşanan dönüşümün üzerinden atlayarak “geçmiş”/geçiştirmiş olmasının bir payı mutlaka vardır. Ama öncesi de vardır.
Şimdiye dek hep “iç politik gelişmeler” üzerinden konuştuk. Oysa “son yirmi yıl”, sadece Türkiye’de değil, dünyada da bir çağ dönümüdür. Belki daha doğrusu, son 25-30 yıl; zira en geç ‘70’lerin sonlarında alâmetler belirmiştir: Batı’da sosyal refah devletinin tıkanması ve neo-liberal “karşı-devrim” tarafından tasfiyesine girişilmesi, SSCB’nin ve reel sosyalist sistemin 1989’da sönümlenmek üzere erimesi, Üçüncü Dünya’nın ulusal kurtuluş tazeliğinden ve “üçüncü yol” umutlarından uzaklaşıp otoriter yönetimlerin ve yoksulluğun hapsine kapatılışı… “Son yirmi yıl”, aslında “daha önceden bağlanmış bir kaderdi” -deyim Ulus Baker’in.
Türkiye’de sol, kendi yenilgisi ve gerilemesiyle solun global yenilgisi ve gerilemesi arasındaki bağı enine boyuna düşündü mü? Daha doğrusu, solun durumunu global düzeyde düşündü mü? Emperyalizmin bir rutin içinde yorumlanan stratejileriyle ilgili rutin tespitlerde bulunup bu durumdan rutin vazifeler çıkartmak, çoğu kez, yeterli görüldü. Artan seyyâriyete, “dünyaya açık” birey sayısındaki artışa ve beynelmilel literatür referansı kullanımındaki gelişmeye rağmen, kollektif kimliğiyle Türkiye solu, esasen mahallîdir.
V
‘80-öncesinin hesaplaşılmamış yükü, ‘80’lerin hesaplaşılmamış yükü ve ‘90’ların hesaplaşılmamış yükünün üstüste gelmesi, biriken travmatizasyon, bir akıl tutulması ve felç haline yol açmıştır.
‘80-öncesinde ve ‘80’lere de taşınarak, “eski hayatın” göreli bütüncüllüğüyle de uyumlu biçimde bir topyekûn politik ve toplumsal-kültürel bağlanma olan solculuğun; ‘90’larda, “yeni hayatın” parçalılığıyla da uyumlu biçimde tedricen bir kimlik (ya da ‘üst-kimliğe’) ve o kimliğin ifadesi olmaya hasredilmiş kimi faaliyetler -galiba daha çok kültürel faaliyetler, ki verili biçimiyle siyasal faaliyet de bunlardan biri olabilir- anlamına büründüğünü görebiliyoruz. “Son yirmi yıl”ın belirgin görünümlerinden biri… Kendi üzerine düşünmeyi güçleştiren zihin ve ruh bölünmelerine (“işbölümüne”) yol açmış olabilir mi? Muhtemeldir. Bu tespitin sonucu, ahlâkçı bir tepkiyle, tam-zamanlı angajman ve totalite talep etmek olmamalı. Çoğul, çok cepheli bir toplumsal oluş, “kötü” değildir, zaten iptal edilebilir, geri çevrilebilir değildir. Ancak, çok basitçe, yapılanlar ve söylenenler üzerine eleştirel düşünme gereğine de işaret ediyor. Hem özgül durumlar üzerine, hem bunların birbiriyle olan devingen ilişkiselliği, rabıtası üzerine. Eksikliği çekilen, totalite değil rabıtadır.
(*) Bu yazıdaki sesli düşünmeye Ulus Baker, Aksu Bora, Abdullah Onay ve Kerem Ünüvar’ın verdiği katkıları belirtmeliyim. Kemal Çan’la “kuşaklar meselesi” üzerine yıllardır çok konuştuk; onun da yazı üzerinde manevî hakkı vardır.
- - -
Tanıl Bora’nın bu yazısı Birikim dergisinin Aralık 2001-0cak 2002 tarihli 152-153. sayısında yayımlanmıştı.
Yazının orijinaline sadık kalınmıştır.
Tarihsel zaman üzerine düşünürken kuşakları odak almanın, nostaljiye, melankoliye, muhafazakâr bir içe kapanışa kapı aralama riski vardır. Öte yandan kuşaklar “belleğin mekânları”dırlar1; belirli sosyalleşme örüntülerini, ortak deneyimleri, ortak travmaları, ortak ruh hallerini çerçevelerler, böylece ortak referanslar kurarlar. Bu ortak referansların adlandırılması, vurgulanması, güzellenmesi ölçüsünde ilâveten etkinlik kazanırlar. Dolayısıyla toplumsal tarihi kuşaklar üzerinden düşünmenin öğreteceği bir şeyler vardır.
Türkiye’de sol muhalefetin tarihsel değerlendirmesini yaparken, kuşaklarla ilgili belirlemelerden, “kuşakbilgisi”nden nasıl yardım alınabilir? Halihazırda bu kolay görünmüyor, zira “eski” kuşaklar, “‘68’lilik” mitolojisinden başlayarak, deneyimlerini eleştirel bir değerlendirmeyle nesnelleştir(e)memişler, nostaljik diyebileceğimiz bir eğilime kaymışlardır. Deneyimleri biriktirmeyi, süzmeyi güçleştiren, belleksizleştirici bir kuşak bilinci baskındır. Bir yanıyla, sol adına “güzel zamanları” tarihsel gündemin elverişliliğine bağlayan nesnelci indirgemecilik. Bir yanıyla, bir kuşağın cesaretini, “temizliğini”, ahlâkî yüksekliğini yücelten öznelci iradecilik.
“‘80 sonrası kuşaklar” kalıbında da bu belleksizlik ve deneyimi nesnelleştirme eksikliği kendini göstermiyor mu? Her şeyden önce, “‘80 sonrası kuşakları” yekpâre bir soy olarak düşünmek doğru mu? Kabaca dört beş yıllık döneme ayıralım: Çocukluk ve ergenliklerini 12 Eylül rejiminin içinde yaşayanlar, Özal devrinde yaşayanlar, Kürt Savaşının en yüksek ânında yaşayanlar, ‘90’ların ikinci yarısında yaşayanlar… Sol muhalefetin mevsimleriyle bakarsak: Sinme döneminin gençleri, “derleniş” döneminin gençleri, Kürt hareketinin yükselişi döneminin gençleri, milliyetçi kabarış döneminin gençleri, “müstakil” öğrenci hareketinin ‘90’ların ortalarındaki silkiniş döneminin gençleri, parti-temelli ayrışmanın damgasını vurduğu son dönemin gençleri… Bu tasnif kuşkusuz tartışılabilir; her koşulda, sürekliliklerin yanısıra önemli farklar içeren deneyimlerin yaşandığı ortadadır. Demek ki, kırılmalar, tıkanmalar, yitikler üzerine düşünmek gerekir; oysa bu deneyimler, solun kollektif belleğinde, Tanpınar’ın dizeleriyle “yekpâre, geniş bir ânın parçalanmaz akışında” savrulur dururlar-iyi ihtimalle. Zira, böyle bulanık bir deneyim bilgisine bile dönüşmeksizin, yaşandıklarıyla kaldıkları da vakidir. “‘80 sonrasını” düzleyen bu toptancı kuşaklaştırma, bir bellek mekânı olarak 1980 sonrasının, genel olarak tarihsel sürecin tahlilindeki zaafın göstergesidir.2
“‘80 sonrası”nı yekpare bir zaman olarak düşünmek problemlidir. 1980 kuşkusuz bir büyük darbe, bir büyük kopuştur. Ancak 1990’larla birlikte yaşanan politik ve toplumsal gelişmelerin, 1980-sonrası değişimin ürünü olarak değerlendirilebilecek olsalar dahi, kendi başına bir kopuşa (yani, bir kopuşa daha) yol açtıkları iddiasındayım.
II
Önce, 1980’lerin politik ortamını ele alalım. Bu dönemi, “zamanın ruhu” da diyebiliriz, sol açısından ve sola açık toplumsal muhalefet açısından nasıl tasvir edebiliriz?
12 Eylül, sol ve demokratik muhalefet açısından açık bir yenilgiydi. Bir baskı ve terör rejimini kurumlaştırdı. Askerî yönetim, toplumu faşizan bir ideolojik bombardımana tâbi tuttu. “İdeolojik bombardıman” klişesi burada yerli yerindedir; zira topluma nüfuz eden, “sıradan insan/sokaktaki adam” çoğunluğunun coşkulu katılımını sağlayan bir ideolojik etkiden çok, gücünden (ve “terörü bitirip istikrarı sağlama” yeteneğinden) ötürü rıza gösterilen, pasif biçimde onaylanan bir basınç söz konusudur. Devletine sadık “Sessiz Çoğunluk”, rejimin söylemini büyük ölçüde dışsal bir “resmî görüş” olarak benimsemiştir. Siyah-beyaz TRT’deki, topluma ortaokul çocukları muamelesi yapan müsameremsi Ertürk Yöndem “belgeselleri”, zamanın ruhunun özetidir.
Ancak bu dönemde (kabaca 1980-83’ten söz ediyoruz) “‘80-öncesi”nin hâlâ zihinlerde canlı olduğunu, hâlâ bir kıyas çerçevesi sunduğunu unutmamak gerek. ‘80-öncesi referansları, diyebiliriz ki, 1980’lerin sonuna/1990’ların başına dek bir dip dalga olarak geçerliliğini korumuştur. 12 Eylül’le ilgili bir revanşizm talebinin yaşarlığı olmasının, bu zihinsel dip dalgasıyla da ilgisi vardır. Sadece sol açısından geçerli değildir bu; örneğin DYP’nin yaşar kalmasında bizatihi bir etkendir.
12 Eylül darbesinin sol üzerinde büyük bir travmatik etkisi oldu. Hem kollektif kimliğiyle solun kendini ve dünyayı algılamasında sarsıntılar yarattı; hem de sol politikaya angaje insanların birçoğunu fizikî ve psişik travmalara maruz bıraktı. Bu travmayla başetmek-başedememek, başlıbaşına önemli bir meseledir. Erdoğan Özmen, kayıpların yasını tutmaksızın, yaşanan acılarla ilgili bir yas emeği sarfetmeksizin, mağdur kahraman rolünün muhafazası içinde kalarak hayatına/faaliyetine devam etmenin yol açtığı psişik gediğe dikkat çekmişti.3 ‘80 sonrasında giderek derinleşen böyle bir gedik oluştuğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. Sezai Sarıoğlu’nun Nar Taneleri kitabının4 gördüğü ilgi, bu gediğin nice sonra terkedilmesinde, kapatılmaya çalışılmasında bir adım olmasından kaynaklanmıyor mu?
“Her türlü muhasebeyi daima yapılar, örgütler, güç dengeleri, sınıf pozisyonları vs. üzerinden yapmakta beis görmeme anlayışı”nın yol açtığı psişik gedik, söz konusu “nesnel-yapısal muhasebenin lâyıkıyla yapıldığı anlamına alınmasın sakın! Muhasebe veya özeleştiri girişimleri, talepleri, çoğunlukla bireyselleştirilip dışlandı. Sonraları, “merkezî” yapıların uygun bulduğu ânlarda uygun bulunan muhasebeler yapıldı; bunların bir kısmının daha önce gayrınizamî sayılarak dışlanan eleştirilerle örtüşüyor olması da pek kimseyi rahatsız etmedi. (Rahatsız olanlar iyice sustular.) “Geçmiş değerlendirmesi”, giderek, sol içi iktidar yapılarını tahkim etmeye dönük çabaların bir belirtisine dönüştü.
Kendiyle, deneyimiyle yüzleşmeyle ilgili bu “görevsizlik kararı” bunun ne ölçüde nedeniydi, ne ölçüde sonucuydu, tartışmaya açıktır; ama her halükârda ‘80’li yılların akışı içinde, mevcudun toparlanmasına dayalı bir sol derleniş umudu varlığını korudu. En azından birçok solcuyu güdülemeyi sürdürdü.
Bir başka umut nüvesi olarak, örgütlü grupların ve onların etki alanının dışında, “bağımsız duruşlu” bağımsız sosyalist eğilimli genç nüfus içinde, ‘80’li yıllarda sol teoriye ilginin yükseldiğini de söyleyebiliriz. “Büyük yenilgi”ye büyük sebepler ve çareler düşünme ihtiyacı, politik ilişki angajmanının dışında olmanın kendine vazife çıkartan boşluğu ve yolunu kendi aramak durumunda olmanın etkisiyle, iştahlı bir okuma dönemiydi bu. Hâlâ medya-öncesi zamandı, uzun, ağır yazılara ilgi ve hürmet vardı. Bunlar ‘90’ların okuyucularını cezbeden akademik-teorik metinlerden çok, politik-teorik metinlerdi. Okuyucular da politik saikli okuyuculardı; pekçoğu, yeni bir sol ve politika görüşü edinme, yeni bir eylem kılavuzu edinme saikiyle okuyorlardı.
Bu “devam” ya da “yeniden başlama” umudunu, büyük şehir üniversitelerinin ortamının hâlâ bir “sol” ortam oluşuyla birlikte düşünmeliyiz. Solculuk, saklılığına, sakıncalı sayılmasına rağmen cazibesini koruyordu, dahası “normal”di.
1980’lerin ortalarından itibaren SODEP-SHP muhalefeti de, sınırlılığına rağmen önemlidir. 1980’lerin sonlarına doğru, işçi ve sendika muhalefeti önemlidir. Özalcılığın, umumiyetle sağcılığın, ideolojik hegemonyasını kurmasına rağmen kapsayamadığı, direnç gördüğü bir gayrımemnunlar bloku vardır. Azınlıkta olsa bile marjinalize olmamış, kamusal ifadesi ve sosyal bağları güçlü bir muhalefettir. Ünlü depolitizasyon eğilimine karşılık, bizzat depolitizasyon lâfzının bile ajite etmeye yettiği bir politik ilgi potansiyeli kendini göstermektedir.
1990’ların politik ortamına damgasını vuracak olan iki oluşum, İslâmcılık ve Kürt hareketi, 1980’lerde henüz gündem belirleyici değildir; sol açısından bir meydan okuma olarak değerlendirilmemişlerdir. Kürt meselesini, müstakbel bir sol politizasyonun ikincil bir bileşeni olarak görme eğilimi yaygındır. Şunu da eklemeli: 1990’lardaki milliyetçi uyanışın kitleselleştireceği, meşrulaştıracağı MHP/MÇP, bu dönemde marjinalleşmiş görünmektedir.
‘80’ler, neo-liberalizmin nüfuzunun yeni ve görece yüzeyde olduğu bir dönemdir. “‘80-sonrası…” toptancılığının, 1983 seçimleriyle behemahal başlamış gibi tasvir ettiği kültürel ve ahlâkî dönüşüm, henüz ergenlik devresindedir. Küstah öncülerinin ergence aşırılıklarla bir liberal çağın gelişini reklam etmektedirler, ama bu “yeni hayat” henüz olgunlaşmamıştır, “eski hayat”ın -vesayetine demeyeceksek de- kâh yabancılayıcı kâh kınayıcı nazarlarına, tekdirlerine tâbidir. İktisadî akıl mutlaklaşmamıştır. Liberal vaadlerin, refahın, konforun artmasının beraberinde getirdiği iyimserliği ve buna bağlı nispî saflığı unutmayalım. Bu vaadler ve zenginleşen “maddî uygarlık” unsurları, geniş bir orta sınıflar kalabalığınca, -Ayfer Tunç’un kitabına5 atıfla söylersek- tasarruf ve komşuluk/ahbaplık çağının ‘dünya görüşü’ içinde, “eski” değerlerin, “eski” hayat görüşünün araç parkını geliştirecek donanım olarak görülebilmekte; araçsal, dışsal bir anlam yüklenebilmededir.
Şöyle toparlayabiliriz: ‘80’ler, sol ve sola açık toplumsal muhalefet açısından, henüz hem tamamına ermemiş hem tamamıyla idrak edilmemiş bir gerileme ve mağlubiyet dönemidir.
Bu mâhiyetiyle, sol “kitle” tarafından, bir hayli “naiflik” içinde algılanmıştır. Naifliğin olumlu yanı, süreklilik duygusunun, “tarih bilincinin” yitirilmemesidir, diyebiliriz sanırım. Olumsuz yanı ise, tekrar olacak, kendiyle ve deneyimiyle yüzleşmeyi ertelemesi, ihmal ettirmesidir.
Burada biraz daha kuşak spekalüsyonu yapalım: ‘80’li yıllarda ergenliğini, sosyalleşmesini, -varsa- politizasyonunu yaşayarak yetişen kuşaklar, Tuna Erdem’in zikrettiğim yazısında üstünde durduğu gibi, bir alacakaranlık kuşağıdır gerçekten; iki hayat arasında, iki kültür arasında, iki çağ arasındadırlar. Ama özellikle solcu veya sola açık kuşaklara bakarken, yine şubelere ayrıştırmak gerektiğini söylüyorum: ‘62’li ilâ ‘65’liler (yaklaşık, elbette), ‘80-öncesinden ‘80-sonrasına geçişe canlı tanıklık eden, ‘70’leri ‘80’lere uzatma, nakletme ya da uyarlama çabasında olan, ‘en’ ara kuşaktır (“bu satırların yazarı” o kuşaktan oluyor). ‘65’li ilâ ‘68’liler (12 Eylül rejimi esnasında lise çağında olanlar), ‘başka’ bir çocukluktan ve ilkgençlikten gelip, solu, muhalefeti ve umumiyetle gençliği sindirmeye, rüşdünü tez elden boğmaya dönük bir basınca marûz kalmışlardır. Bu ‘muameleyle’ başedebilenler, çoğunlukla, ‘hazır’ bir demokratik-muhalif ortama dayanmadan, kendi yordamlarıyla yapabilmişlerdir bunu. Dolayısıyla bu kuşaktan sivrilenlerin kendi kelimeleriyle konuşma yeteneği yüksektir. (Yoksa “yüksekti”, mi demeli?) ‘69’lulardan itibaren birkaç senenin ‘mahsûlü’ için ise, ‘80-öncesinin artık mişli geçmişe dönüştüğünü söyleyebilirsiniz. llkgençliklerini askerî rejim sonrasının görece ferahlamış toplumsal atmosferinde idrak ederken, serpilen tüketim ve pop-kültürünün gençliği cezbeden etkisine çekirdekten marûz kalmışlar; bu kültür içinde aykırı-muhalif sözleri, imgeleri keşfedip ayıklamak birçokları için esaslı bir politizasyon yolu olmuştur. Artık solculuğun ayrıksılaştıgı belki ilk devre olan bu kuşağın, “şenlikli muhalefete” istidâdı yüksektir. (Yoksa “yüksekti”, mi demeli? İkinci kez belirttiğim bu şüpheleri doğuran, bu kuşakların ‘90’lardaki politik angajmanlarındaki -düşük- performanslarıdır.)6
Sonraki ayırdedilebilir kuşak, sanırım, ilkgençliklerini 1991-95’in iç savaşımsı atmosferinde idrak edenlerdir. Onlar da, ‘80’lerin derleniş umudu ve iddiası ile ‘90’ların kâbusu arasında bir başka alacakaranlık kuşağı…
III
1990’lara gelelim. ‘90’larda, 1980-sonrası rejiminin oturaklı hale geldiğini görürüz. Bunda sadece geçen sürenin pekiştiriciliği değil, 1991 sonrası gelişmelerin ağırlığı da etkendir.
1991 sonrasının temel etkeni, hiç kuşku yok, Kürt meselesinin düşük yoğunluklu çatışma boyutlarına tırmanıp bir “sivil savaşa” dönüşme istidadı kazanarak toplumsal ve politik ortamı terörize etmesidir. Bir olağanüstü hal rejiminin süreklileşmesine7, devlet şiddetinin 12 Eylül askerî yönetimi dönemini geride bırakacak kadar yoğunlaşmasına yol açan bu etkeni uzun uzadıya açıklamaya gerek yok.
Bu sürekli olağanüstü hal rejimi, 12 Eylül askerî yönetiminden sadece sertliğiyle ayırdedilmemelidir. 12 Eylül rejimi, parlamentoyu iptal eden bir açık baskı rejimiydi. Yukarda da değindik; toplumla mesafeli, rıza üretimini “emir-komuta zinciri içinde ve emirle” gerçekleştirmeye çalışan, resmî-otoriter bir rejimdi. Bu, onun faşizan yanını zayıflatıyordu. 1990’larda, özellikle 1991-95 döneminde ise, bir sivil faşizm seferberliğinden söz edebiliriz. Milliyetçiliğin ideolojik iktidarını kurduğu atmosferde, rıza üretimi, kuşkusuz yine resmî politikanın direktifleri doğrultusunda, fakat çoğulcu parlamenter rejim peyzajı içinde, geniş ve çok kanallı bir toplumsal katılımla gerçekleştirilmiştir. 1990’larda sivil ve kendiliğinden faşizm etmenleri8, 1980’lerdekinden çok daha fazla güçlüdür. ‘90’ların faşizan otoritarizminin Halkla İlişkiler’i, ‘80’lerdekinden daha beceriklidir.
Özel televizyonların/radyoların doğması ve basının medyalaşması, başlıbaşına, iktidarın/”sistem”in nüfuz gücünü geliştirmenin yanında, kamuoyu rejimini değiştiren bir etmendir. İletişim/’konuşma’/müzakere koşulları açısından demokratik yapılanma geleneklerinin zaten zayıf olduğu Türkiye’de, medyalaşma, dolaşımdaki ‘aleniyet kazanmış’ söz miktarını enflasyonist ölçülere ulaştırırken, söz bağlamlarını tahrip eden bir etki yaratmıştır. Söylemlerin medya-odaklı kuruluşu, ‘işlevsel’ olmayan sözü abes sayan anti-entelektüalizmin çoğaltanı olmuştur. Denebilir ki, muhalif söz, politika ve devrim çağrısı, ‘80’ler Türkiye’sinde esasen susturma/bastırma yoluyla güçsüzleştirilirken, ‘90’lar Türkiye’sinde lâf kalabalığına boğularak da güçsüzleştirilmektedir.9 Artık “sözünü geçirmek” daha zordur.
‘80’ler Türkiye’si, kamilen piyasa toplumu olmaya doğru giden bir toplumken, ‘90’lar Türkiye’si, piyasa toplumu olmuş bir toplumdur. İktisadî rasyonalite, Özal’ın ‘80’lerdeki provokasyonlarından çıkmış, gündelik hayata yayılmıştır. Burası artık imtiyazlı, sınıflı bir toplumdur; ‘70’lerde siyaseten bölünmüş mahalleler ve okullar (ve dahi camiler!) şimdi sınıfsal olarak bölünmektedir. Sınıfsal yarılmanın ve toplumsal atomizasyonun, bireysel biyografilerin iç ayrışmasının telâfi edicisi olarak, kendi özcü ayrışmalarını teklif eden cemaat ve kimlik siyaseti rağbet bulmuştur. Kapitalizmin yeni modernleşme merhalesinin ‘80’lerdeki vaadkâr başlangıcının ardından, yoksulluk, eşitsizlik, hayal kırıklığı sökün etmiştir:
“Vitrinin ışıltısını yitirdiği, imkânların daraldığı, vaadin sınırlarının göründüğü bir dönemdeyiz artık. Başlangıçtaki hafiflik duygusunun dağıldığı, heves ve iştahın yerini daha karanlık duygulara bıraktığı, yerine getirilemeyen vaadlerin insanlarda artık istek değil hınç uyandırdığı, sokağın zihinlere bir kez daha bir suç alanı olarak kazındığı yıllar. Kentteki paylaşım kavgasının artık çok daha acımasız bir ortamda, çok daha gergin, çok daha vahşi koşullarda yürütüldüğü tekinsiz yıllar.”10
‘90’lar Türkiyesi, her şeyden evvel, daha kötüdür.
Eşitsizliklerle parçalanmış ‘90’lar ve sonrasının sınıflı toplum niteliği şimdiye dek olmadığı kadar bariz Türkiye’sinin sol açısından problemli bir yanı, alt sınıflar, ast-proletarya, sınıf-altı kesimler ile sol arasındaki bağlantısızlıktır. Orta sınıflar ile proleter ve sınıf-altı kesimler arasındaki yarılmanın belki en doğrudan yansıması burada görülebilir. Daha doğrusu şöyledir: Orta sınıflara ve orta sınıf kimliğinden büsbütün ayrışmamış düzenli iş sahibi, örgütlü emekçi tabanına dayanan solla, ‘en alt’ sınıfların -kurtuluş ve özgürleşme talebinden çok- isyanını, öfkesini temsil eden solun dünyaları, şimdiye dek olmadığı kadar ayrışmıştır. Bu sosyal-sınıfsal mesafenin, Türk soluyla Kürt solu arasındaki mesafeden daha fazla açıldığını ileri sürebiliriz. Öte yandan, özellikle Batı’da ve kentlerde, bu iki ayrım hattının örtüştüğü gözlenebilecektir.
‘90’larda, ‘80-öncesi, hatırlama menzilinden çıktığı gibi, şöhretini de yitirmiştir. Hattâ ‘90-öncesi de çıkmıştır hatırlama menzilinden. Reel politikanın nursuz yüzüne bakmak bile yeterlidir bunu görmek için: 1991 Seçimleri öncesindeki sosyal demokrat ve liberal-sağ muhalefetin, 1982 Anayasasının değiştirilmesini ve temel hak ve hürriyetlerin eksiksiz tanınmasını bir millî mutabakat olarak benimsemiş görünen, toplumsal ve politik hayatın en azından ‘ferahlamasına’ dönük beklentiler yaratan taleplerinin ve politik hedeflerinin unutulması, 1991’de koalisyon halinde iktidar olan bu muhalefet tarafından bizzat unutturulması, Türkiye siyaset esnaflığı tarihinin sıradan bir “vaadlerini tutmama” hikâyesine benzemeyecek kadar travmatik bir unutuştur. Politikanın idare tekniğine indirgenmesinde ve ‘anlamsızlaşmasında’ önemli bir eşiktir bu. Ardından, sosyal demokrat parti, muhalifliğini ve herhangi bir toplum tasarımına sahip olma yeteneğini yitirecek, çare olarak da bir asrî zaman Kasım Güleçliğinden ötesini düşünemez hale gelecektir.11
‘80-öncesinin hattâ ‘90-öncesinin hatırlama menzilinden çıkması, daha derin bir unutuşla, toplumun (toplum içinde anlamlı bir çokluğun ve kanaat önderleri zümresinin) kendini bir tarihsel akış içinde görmekten, “tarih bilinci”nden büsbütün uzaklaşmasıyla bağlantılıdır. Geçmişle, daha sarih bir ifadeyle geçmişlerle hesaplaşma iradesiyse, toplumun toplumsallığa olan yeteneğinin nirengi noktalarından biri olmalı. ‘90’ların Türkiye toplumu, sıfat haliyle, daha az toplumdur.
IV
Solun ve -yine ekleyeceğim- sola açık toplumsal muhalefetin, 1990’ların kötülüğü karşısındaki çaresizliğinde, 1980’leri, alman darbenin, yaşanan dönüşümün üzerinden atlayarak “geçmiş”/geçiştirmiş olmasının bir payı mutlaka vardır. Ama öncesi de vardır.
Şimdiye dek hep “iç politik gelişmeler” üzerinden konuştuk. Oysa “son yirmi yıl”, sadece Türkiye’de değil, dünyada da bir çağ dönümüdür. Belki daha doğrusu, son 25-30 yıl; zira en geç ‘70’lerin sonlarında alâmetler belirmiştir: Batı’da sosyal refah devletinin tıkanması ve neo-liberal “karşı-devrim” tarafından tasfiyesine girişilmesi, SSCB’nin ve reel sosyalist sistemin 1989’da sönümlenmek üzere erimesi, Üçüncü Dünya’nın ulusal kurtuluş tazeliğinden ve “üçüncü yol” umutlarından uzaklaşıp otoriter yönetimlerin ve yoksulluğun hapsine kapatılışı… “Son yirmi yıl”, aslında “daha önceden bağlanmış bir kaderdi” -deyim Ulus Baker’in.
Türkiye’de sol, kendi yenilgisi ve gerilemesiyle solun global yenilgisi ve gerilemesi arasındaki bağı enine boyuna düşündü mü? Daha doğrusu, solun durumunu global düzeyde düşündü mü? Emperyalizmin bir rutin içinde yorumlanan stratejileriyle ilgili rutin tespitlerde bulunup bu durumdan rutin vazifeler çıkartmak, çoğu kez, yeterli görüldü. Artan seyyâriyete, “dünyaya açık” birey sayısındaki artışa ve beynelmilel literatür referansı kullanımındaki gelişmeye rağmen, kollektif kimliğiyle Türkiye solu, esasen mahallîdir.
V
‘80-öncesinin hesaplaşılmamış yükü, ‘80’lerin hesaplaşılmamış yükü ve ‘90’ların hesaplaşılmamış yükünün üstüste gelmesi, biriken travmatizasyon, bir akıl tutulması ve felç haline yol açmıştır.
‘80-öncesinde ve ‘80’lere de taşınarak, “eski hayatın” göreli bütüncüllüğüyle de uyumlu biçimde bir topyekûn politik ve toplumsal-kültürel bağlanma olan solculuğun; ‘90’larda, “yeni hayatın” parçalılığıyla da uyumlu biçimde tedricen bir kimlik (ya da ‘üst-kimliğe’) ve o kimliğin ifadesi olmaya hasredilmiş kimi faaliyetler -galiba daha çok kültürel faaliyetler, ki verili biçimiyle siyasal faaliyet de bunlardan biri olabilir- anlamına büründüğünü görebiliyoruz. “Son yirmi yıl”ın belirgin görünümlerinden biri… Kendi üzerine düşünmeyi güçleştiren zihin ve ruh bölünmelerine (“işbölümüne”) yol açmış olabilir mi? Muhtemeldir. Bu tespitin sonucu, ahlâkçı bir tepkiyle, tam-zamanlı angajman ve totalite talep etmek olmamalı. Çoğul, çok cepheli bir toplumsal oluş, “kötü” değildir, zaten iptal edilebilir, geri çevrilebilir değildir. Ancak, çok basitçe, yapılanlar ve söylenenler üzerine eleştirel düşünme gereğine de işaret ediyor. Hem özgül durumlar üzerine, hem bunların birbiriyle olan devingen ilişkiselliği, rabıtası üzerine. Eksikliği çekilen, totalite değil rabıtadır.
(*) Bu yazıdaki sesli düşünmeye Ulus Baker, Aksu Bora, Abdullah Onay ve Kerem Ünüvar’ın verdiği katkıları belirtmeliyim. Kemal Çan’la “kuşaklar meselesi” üzerine yıllardır çok konuştuk; onun da yazı üzerinde manevî hakkı vardır.
Tanıl Bora’nın bu yazısı Birikim dergisinin Aralık 2001-0cak 2002 tarihli 152-153. sayısında yayımlanmıştı.
Yazının orijinaline sadık kalınmıştır.
- 1.Pierre Nora'dan aktaran François Georgeon, "Türkiye'de Aydınlanmanın Fikrî Kökenleri", Türkiye'de Aydınlanma Hareketi- Server Tanilli'ye Saygı içinde, Adam Yay., 1997, s. 93-4.
- 2.Tuna Erdem, '80 sonrası kuşağı -dünyada ve zamanda başka örnekleri bulunan "kayıp kuşaklara" da atıfla- "alacakaranlık kuşağı" olarak tanımlayan yazısında, önemli bir hatırlatmada bulunmuştu: "'80 kuşağı, adını aldığı '80 darbesinin yarattığı değişimlerden ve buna eşzamanlı olarak dünyadaki değişimlerden etkilenek biçimlendiği kadar, 70 kuşağının bu değişimler karşısına aldığı tutumlardan ve bunlara verdiği tepkilerden de etkilenerek oluşmuş bir kuşak." (Defter, Sayı 37, s. * 82.)
- 3."İnsanın sol hali", Birikim 139 (Kasım 2000), s. 9-12.
- 4.İletişim Yayınları, İstanbul 2001. Unutulmasınlar Diye... de (Bireşim Yayınları, İstanbul 1993) bu yönde açılımı olabilecek bir girişimdi. "Eline silah alarak toplumun huzurunu kaçıran, devlet ve toplum düşmanı olarak tanımlanan arkadaşlarımızın resmiyet dünyasının tarifleri dışında, kendi gerçekliğinde ve kendi kendilerini tanımladıkları biçimlerde, sadece siyasal değil, insanî boyutta da sergilenmesi...", "...her biri hakkında, onları birbirlerinden ayırdedecek kişisel özellikleri, yetenekleri, korkuları, sevdaları, zayıflıkları, merakları..."nın ortaya konması amaçlanmıştı (agy. s. 10). Yayınlayanlar, bu niyetlerine uygun bilgiler toplayamadıklarından yakınıyor, öldürülen bu insanların yakınlarına, bilenlerine çağrı yapıyorlardı. Herhalde bu çağrıya dolgun bir karşılık gelmemiş olacak ki -umarım yanılıyor olalım-, iş Unutulmasınlar Diye...'de kaldı.
- 5.Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001.
- 6.Sol veya sola açık muhitlerin "'80-sonrası" kuşaklarını devrelere ayırmayı deneyen bu spekülasyon (altını çiziyorum: spekülasyon), bu devrelerin "'80-öncesi" kuşaklarla (ki onların da "'47'liler" ve "'58'liler"den ibaret olmayan devreleri vardır) ilişki biçimlerini, hukuklarını da hesaba katmalıdır. Tuna Erdem'in vurguladığı gibi (bkz. 2. dipnot)... 'En' ara kuşağın mesafesiz veya az mesafeli olarak taşıdığı bu ilişki, sonraki iki devrede (baskı ortamının ve hapisliklerin etkisiyle) büyük ölçüde seyrelmiş; '80'lerin sonlarında "eskilerin" hayata katılmaları, çoğu durumda, zorlu bir uyarlanma emeğini gerektirmiştir. "80 öncesi" ve "80 sonrası" kuşaklar arasındaki ilişkinin sürekliliğini sağlayan nesnel, dışsal zeminler (politik ve toplumsal faaliyetler) vardı kuşkusuz; birbirlerini bir kuşaklararası diyalog problemine boğmaları anlamlı olmazdı. Ancak, kesinlikle yine söz konusu nesnel zemin üzerinde, deneyimlerinin ve zamanlarının düşünülmüş bir muhasebesini ve mukayesesini yapmakta yeterince üretken ve açık zihinli bir ilişki kurduklarını galiba söyleyemeyeceğiz. "Yeni" kuşakların -bu ilişkide- reşit bir tutumdan geri kalmalarının da bunda payı yok mudur? Tartışmaya değer...
- 7.Mithat Sancar'ın, 11 Eylül 2001 New York katliamı sonrası gelişmeler vesilesiyle, olağanüstü hal rejimlerinin olağanlaşma dinamiğini ve mantığını işlediği güçlü yazısını burada hatırlatmalıyım: "Kalıcı global olağanüstü hal", Birikim 151 (Kasım 2001), s. 12-21.
- 8.Kavramsal bir tartışma için: Tanıl Bora, "Faşizmin halleri", Birikim 133 (Mayıs 2000), s. 21-34.
- 9.Bu konuda sözün özü, Şükrü Argın'ın "Modern zamanlarda sözün statüsü" yazısındadır: Birikim 124 (Ağustos 1999), s. 16-38.
- 10.Nurdan Gürbilek, Kötü Çocuk Türk, Metis Yayınları, İstanbul 2001, s. 8. Kentteki paylaşım kavgasının vahşetinden söz edince, elbette: Oğuz Işık-Melih Pınarcıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk, İletişim Yayınları, İstanbul 2001.
- 11.Kasım Gülek'in '50'lerde asa-çarıklı memleket gezileriyle eski devletlû Tek-Parti CHP'yi 'halka indirme' teşebbüsü ne idiyse, Deniz Baykal'ın Ricky Martin melodileriyle pembe sislerin arasından hızlı hızlı merdiven inerek dinamizm temsil etmesi de o değil mi?