Tekerrür ve İfrat: Nerden Geldik Buraya

BORA GÜRDAŞ

16 Eylül 2015

Tekerrur Hero Siyahlı Kadınlar, 09.08.1989
Arşiv: Murat Çelikkan
Siyahlı Kadınlar, 09.08.1989
Arşiv: Murat Çelikkan
Türkiye’de 1980’ler 12 Eylül Darbesi sonrasında yeni siyasi açılımlara, toplumsal dinamiklerdeki kökten değişimlere, görsel sanatlarda yeni eğilimlere sahne olur. Ülke kabuk değiştirir, ancak bu kabuğun altından çıkan yeni çehre günümüzde de tartışılmaya devam eden kentsel dönüşüm hamleleri, rant kavgaları ve zihniyet gerilimlerine de işaret eder. Neoliberal politikalar 1982 Anayasası sonrasında yönetime gelen ilk sivil siyasi parti Anavatan Partisi’nin temellerini oluşturur. ANAP tüketim odaklı bir toplum anlayışını devreye sokar, gücünü hâlâ koruyan askerî vesayet ise her türlü muhalif eylemin ve politik oluşumun önünde durmaya devam eder. 1980’ler boyunca birbiriyle uyum içinde hareket eden bu iktidar odakları, tüketime bağlı bir refah ve özgürlük vaat ederken, aynı zamanda toplumsal ve politik yaşamda otoriter bir yaklaşım izler.

Öte yandan 80’ler, Yılmaz Güney ve Cem Karaca’nın Bakanlar Kurulu kararıyla (1983) vatandaşlıktan çıkarıldığı, aynı yıl Milli Güvenlik Konseyi’nin siyasi partilerin faaliyetlerini yasaklayan kararı kaldırdığı, GAP kapsamındaki Atatürk Barajı’nın temelinin atıldığı, Turgut Özal’ın 8. cumhurbaşkanı seçildiği (1989) bir dönemdir. Bulgaristan’dan gelen göçmen sayısı 300 bine ulaşınca hükümetin sınırları kapattığı, YÖK’ün üniversitelerdeki başörtü yasağını kaldırdığı, Semra Özal ve Papatyalar’ının Yıldız Sarayı Hasbahçe’de Osmanlı dönemi dekor ve kıyafetleriyle balo verdiği, “cep herkülü” Naim Süleymanoğlu’nun önce yarışmalardan men cezası aldığı, 1988’de ise Seul Olimpiyatları’nda altın madalya kazandığı bir süreçtir. Bu yıllarda Bülent Ersoy’a sahne yasağı gelir, İbrahim Tatlıses ANAP’a yakınlığıyla altın devrini yaşar, cinsellik önceki dönemlere kıyasla daha rahat konuşulur, medyaya yansır, cinsel kimlikler sınıflandırılmaya başlanır, feminist, işçi, mahkum bireylerin hak ve özgürlük arayışları protesto ve grevlerde anlamını bulur. Tarihin tekrardan ibaret olduğunu kanıtlayan 3. Köprü, Ayasofya’nın ibadete açılması, Taşkışla ve Tüp Geçit tartışmaları da 1980’lerde başlar.

Yukarıda aktardığım tarihsel verilerdeki fiiller aslında önemli bir noktayı göstermekte; 1980’ler yasaklama, kapatma, hak verme ve o hakkı geri alma, cezalandırma ve ödüllendirme, kazanma ve kaybetmenin yıllarıdır. Hayatın bazı alanlarında özgürleşme yaşanırken, diğer alanlarında yoğun bir baskılamaya tabi tutulan tüm bu bireylerin serüveni, 80’ler Türkiyesi’nin sosyolojik portresi, SALT’ın 3 Eylül – 29 Kasım tarihleri arasında görülebilecek Nerden geldik buraya sergisinde etkileyici bir gösterim diliyle kendisine yer buluyor. Sergi, 12 Eylül darbesinden sonra ortaya çıkan toplumsal hareketler ve popüler kültür ögeleri üzerinden Türkiye’nin yakın geçmişini irdeliyor.

Nurdan Gürbilek’in “80’lerin ikinci yarısında yaşanan ses, söz ve görüntü patlaması” olarak nitelediği değişim ve dönüşümler, bu sergide fotoğraf, belge, video, ses ve sanatçıların tüm bunlarla biçim ve içerik yönünden bağlarının olduğu işleri ile görünür hale geliyor. Sergideki sanatçılar Halil Altındere, Serdar Ateşer, Aslı Çavuşoğlu, Barış Doğrusöz, Ayşe Erkmen, Esra Ersen ve Hale Tenger 1980’lere dair işleriyle dönemin toplumsal dinamiklerini irdeliyor. Projeyi yürüten Merve Elveren ve Erman Ata Uncu çizdikleri kavramsal/tarihsel çerçeve (sergi ağırlıklı olarak 1983-1993 yılları arasını kapsıyor) ve seçtikleri dokümanlarla, üzerine defalarca yazılıp çizilmiş olay/kişi/kurumlara odaklanmak yerine, unutulmaya yüz tutmuş görünen fakat kolektif hafızada yer edinmiş, genç kuşağın görmesinin elzem olduğu tali yolları tercih ediyorlar.

Tekerrur 1 Didar Şensoy'un cenazesi, 05.09.1987<br />
Arşiv: İbrahim Eren<br />
Didar Şensoy’un cenazesi, 05.09.1987
Arşiv: İbrahim Eren

Örneğin sergide göreceğimiz Türkiye’deki ilk Feminist Bilinç Yükseltme Toplantıları‘na (1984), 1987’de Yoğurtçu Parkı’nda başlayan ve Söğütlüçeşme’de biten, 80’li yılların ilk kitlesel kadın hareketlerinden olan, iki bin kadının katıldığı Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü‘ne, iki yıl sonra yapılan açlık grevi protestosunda feminist Siyahlı Kadınlar‘a ait fotoğraflar, bu yıllarda feminizm kavramının nasıl algılandığı ve pratiğe döküldüğünün, diğer hak arayışlarıyla nasıl bütünleştiğinin görsel kanıtları olarak karşımıza çıkıyor.

1987’de Cezaevleri koşullarının düzeltilmesi, tek tip elbisenin kaldırılması, işkence ve onur kırıcı işlemlerin son bulması için Malatya ve Sağmalcılar cezaevlerinde 675 tutuklu ve hükümlünün başlattığı açlık grevi, bu grev sürerken 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde yapılan eylemde vefat eden, İnsan Hakları Derneği’nin kurucularından Didar Şensoy’un cenazesinde çekilmiş fotoğraflar ise bize sunduğu detaylar ve dönemin eylemselliğini göstermesi açısından oldukça çarpıcı.

Tekerrur 2 İnsan Hakları Yarın Değil Şimdi basın toplantısı, 22.08.1989<br />
Arşiv: Murat Çelikkan<br />
İnsan Hakları Yarın Değil Şimdi basın toplantısı, 22.08.1989
Arşiv: Murat Çelikkan

Takvimler 29 Mayıs 1989’u gösterdiğinde ise başka bir açlık grevi başlar, grevin 35. gününde Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nden 312 tutuklu ve hükümlü Nazilli ve Aydın cezaevlerine nakledilirken 2 tutuklu ölür. Bu olaydan 2 ay sonra Atıf Yılmaz, Mehmet Güreli, Barış Pirhasan, Mozaik, Bulutsuzluk Özlemi, Murathan Mungan, Cem Karaca, Müjdat Gezen, Deniz Türkali, Serdar Ateşer, Ezginin Günlüğü, Şahika Tekand, Grup Merhaba, Şahin Kaygun, Hale Soygazi, Yeni Türkü, Haluk Bilginer, Zuhal Olcay ve İlhan İrem’in çağrısı ve katılımıyla İnsan Hakları Yarın Değil Şimdi! başlıklı bir toplu konser düzenlenir. Sergi kapsamında bu konserin basın toplantısı görseli ve ses kaydı yer alıyor.

Halil Altındere’nin Kayıplar Ülkesine Hoşgeldiniz başlıklı enstalasyonu (1998) ise gözaltında kayıplara odaklanıyor. 1980-1995 yılları arasında gözaltında kaybolan 12 kişinin portrelerinin yer aldığı pullardan oluşan bu işte, her pulda söz konusu kişinin kaybolma tarihi de yer alıyor. Sanatçı posta pullarından devletin ideolojisini yansıtan milli kahramanlar, edebiyatçılar ve devlet büyüklerini sökerek yerine kendisinden haber alınamayan bireyleri yerleştiriyor.

Tekerrur 3 İnsana Saygı Mitingi, Zonguldak, Şubat 1990<br />
Arşiv: Yücel Tuna
İnsana Saygı Mitingi, Zonguldak, Şubat 1990
Arşiv: Yücel Tuna

Soma’da yaşanan katliamın ardından “belleğin” tozlu raflarına kaldırılanlar da birer birer hatırlanıyor bu sergi vesilesiyle. 1983 Zonguldak Kozlu Kömür Üretim bölgesinin İhsaniye ocağında onarım çalışmaları sırasında gerçekleşen patlamada 10 madencinin ölümü, bu olaydan 7 yıl sonra aynı şehirde gerçekleştirilen ve sergide fotoğraflarını göreceğimiz İnsana Saygı Mitingi‘nde açılan “İş yerleri işçinin can pazarı değildir”, “Maden işçilerine yaşarken sahip çıkılsın”, “Ocaklarda can güvenliği” yazılı dövizler ve pankartlar çok güçlü görsel tanıklıklar. Akla ister istemez 2010’da Şili’deki maden kazasında mahsur kalan 33 işçinin 69 gün sonra yeryüzüne çıkarılması üzerine “Böyle bir kaza bizde olsaydı, madencilerimizi üç günde çıkarırdık” sözlerini sarf etmiş olan devlet büyüğümüz ve 2014’te yaşanan trajedi geliyor.

Sergide, aydınların insan hakları için demokratik taleplerini sıraladığı ve 5 Mayıs 1984’te Cumhurbaşkanlığı ve Meclis Başkanlığı’na sunulan Aydınlar Dilekçesi’ne de yer veriliyor. “Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler” başlıklı ve 1256 imzalı dilekçede fikir ve sanat ürünlerinin serbestçe oluşmasını engelleyen hukuki ve fiili sınırların kaldırılması, YÖK düzeninin seçim ilkesine dayalı özerklik yönünde değiştirilmesi ve basının özgürleştirilmesi gibi talepler dile getirilir, ancak dönemin Cumhurbaşkanının sert tepkisiyle karşılaşır. 2014’te ise “Demokrasiye Darbe” başlıklı bildirinin akıbetinin de aynı olduğunu, Cumhurbaşkanının bildiriye imza atanları “ahlak yoksunu” olarak nitelediğini hatırlamakta fayda var.

Nerden geldik buraya, 1980’lerin basın-yayın dünyasının da geniş bir panoramasını çiziyor. Bu yıllar cinselliğin daha rahat konuşulur hale gelmesiyle eş zamanlı olarak Erkekçe, Kadınca, Playboy, Penthouse, Playmen gibi dergilerin yayın hayatına başladığı, farklı eğilimleri temsil etmekle beraber seleflerinden daha cesur sayabileceğimiz bir mizah anlayışına sahip Limon ve Hıbır gibi dergilerin gençlerin elinden düşmediği, öte yandan Toplum ve Bilim, Birikim, Gergedan, Metis Çeviri, Kalın, Nokta, Gösteri ve Adam Sanat gibi kültür-sanat, tarih, siyaset ve edebiyat dergilerinin yayınlanmaya devam ettiği bir dönem. Sergide tüm bu dergilerin yanı sıra özellikle vurgulanan bir yayın var : Sokak dergisi. Zira bu dergi kapaklarına taşıdığı net, direkt, zaman zaman kışkırtıcı manşetleriyle dönemin muhalif seslerini net bir biçimde duyumsatıyor. Örneğin ilk vicdani retçi Tayfun Gönül 1990 Ocak sayısı kapağında yer alıyor, takip eden sayılarda “Zorunlu askerliğe hayır kampanyası : Öldürmeyin Sevişin”, “Gözaltına alınan çocuklar”, “Metropolde Kadın ve Kürt olmak”, “Yalçın Küçük’ün Abdullah Öcalan röportajı : Türk Aydını Dalkavuktur” gibi başlıklar dikkat çekiyor. Dergi 1989 ve 1990 yıllarında bireylerin yolculukta, askerlik yolunda, karakolda, evde otururken, sokakta yürürken ve çocukların, kadınların ve travestilerin haklarını nasıl araması ve muhafaza etmesi gerektiğine dair hukuki tavsiyeler içeren birer sayfaya yer veriyor.

Tekerrur 4 <i>Sokak</i>, Sayı: 9, Ekim 1989<br />
Arşiv: Murat Öneş
Sokak, Sayı: 9, Ekim 1989
Arşiv: Murat Öneş

Nereden geldik buraya sergisini kat eden edebi metinler ise hem dönemin eğilimlerini/modalarını, hem de sansür mekanizmasının işleyişini göstermesi açısından önemli. Bu yıllarda Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Bilge Karasu’nun Gece, Orhan Pamuk’un Sessiz Ev ve Kara Kitap, Jacques Séguéla’nın best-seller’ı Anneme Reklamcı Olduğumu Söylemeyin… O Beni Bir Genelevde Piyanist Sanıyor… gibi popüler çeviri metinlerin yanı sıra Türkiye edebiyatının kilometre taşı haline gelen romanların yayınlandığı görülüyor.

Ancak bu süreçte “sansür” tarihimizde yeni bir sayfa açılıyor ve 1986’da “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Yasası” TBMM’de kabul ediliyor. Aynı yıl Nokta dergisinin, polis memuru Sedat Caner’in işkence itiraflarının yeraldığı 2 sayısı toplatılıyor, Pınar Kür’ün Bitmeyen Aşk adlı romanının poşete girmesine karar veriliyor, 22 gün sonra da kitap “müstehcenlik” gerekçesiyle toplatılıyor. Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok romanı da müstehcen bulunduğu için yasaklanıyor.

Aslı Çavuşoğlu’nun sergide yer alan 191/205 başlıklı işi de bu yıllarda sansürün işleyişi üzerine ironik ve eleştirel bir bakış açısı taşıyor. TRT’nin 1985 yılında 205 kelimeyi yasakladığını öğrenen sanatçı bunların 191 adedine ulaşıyor. Yasaklananlar son derece masum sözcükler, “özgürlük, doğa” yerine dönemin TRT müdürü “hürriyet, tabiat” gibi kelimeleri öneriyor. Çavuşoğlu, rap şarkıcısı Fuat Ergin ile işbirliğine giderek tüm bu kelimeleri içeren bir şarkı hazırlıyor. 100 adet basılan bir plağa okunan bu parçaya söz konusu kelimelerin listesi de eşlik ediyor.

1980’lerde sansürün sinemadaki görünümü de çok farklı değil. 1983’te Erden Kıral’ın yönettiği Hakkâri’de Bir Mevsim adlı film Berlin Film Festivali’nden 4 ödülle döner, ancak ertesi yıl gösterimi Sıkıyönetim Komutanlığınca yasaklanır. Sergide bu filmden kısa klipleri görmek mümkün. Atıf Yılmaz’ın Dul Bir Kadın (1985) ve Adı Vasfiye (1986), Ümit Elçi’nin Bir Avuç Gökyüzü (1987) filmleri de başta sansüre takılır ancak yapılan değişikliklerle gösterim şansı bulur.

Bu sürecin sinemasında gündelik yaşama, psikolojik alt metinlere, kadına ve “öteki” cinselliklere odaklı konuların ağır bastığını söyleyebiliriz. Bu bağlamda sergi kapsamında 12 Eylül sonrasının içe dönük, mikro dünyalara odaklı ve ağır psiko-seksüel dinamiklere yönelen sinema anlayışının iyi bir örneği olan Anayurt Oteli (Ömer Kavur, 1986) filminin tamamı izlenebiliyor. Bu noktada olasılıkla travmatik bir ilişki yaşadığı babasının bıyıklarının kendisinde var olduğunu zanneden, annesine yönelik bastırılmış arzular taşıyan ana karakter Zebercet’i, 80’ler Türkiye’sinde “geçmişin hayaletleri”nin etkisinde ve “geleceğin tehdidi” altında yaşamak durumunda bırakılan bireylerin bir yansıması olarak da okumamız mümkün. Zebercet’in berber koltuğunda “olmayan” bıyığından kurtulmak istediği sahnelerde The Cure grubunun Inbetween Days parçasından ” Come back, come back, Don’t walk away/ Go on, go on, Just walk away” sözlerini işitmemiz, karakterin annesi ile özdeşlik kurduğu hayali kadını arzulayışı kadar sinema salonunda yakınlaştığı “delikanlı”yı kısa sürede yüz üstü bırakışının da ilk sinyallerini veriyor.

1980’ler sinemasında kadın ve kadın sorununa odaklanan pek çok örnekten görece kıyıda köşede kalmış olan fakat dönemin günlük yaşamına dair önemli veriler de içeren Şerif Gören’in On Kadın (1987) filminin de tamamı 9 ekrana bölünmüş olarak gösteriliyor. 1986’da Altın Portakal’ı kazanan ve hem kadınlara atfedilen rolleri sorgulayan hem de dönemin entelijansiyasını ve gündelik pratiklerini gözler önüne seren Atıf Yılmaz’ın Aaah Belinda (1986) filminden klipler de sergide yer alıyor.

SALT Beyoğlu’nun 3 katına yayılan tüm bu imge, ses ve videodan sonra SALT Galata’nın alt katında yer alan ve Türkiye’de ilk kez sergilenecek olan Hale Tenger’in Sandık Odası (1997) başlıklı enstalasyonu, serginin meramını ve 1980’lerin halet-i ruhiyesini en net aktaran durak sanırım. Sanatçının doğduğu evin “yeniden yapım”ı olan bu çalışmada yemek yeme, radyo dinleme, ders çalışma gibi “ritüellerin” gerçekleştiği mekanlar, huzur ile huzursuzluğu, çocuksu imgelem ile yetişkinlerin dünyasını, yakalanan teröristlerin ve mühimmatlarının haberleri ile hayat bilgisi kitaplarını bir araya getiriyor. Ev (devlet) ile uzlaşmanın yollarını bazı nadir mutluluk anlarında (pazar sabahı kahvaltıları, eve yeni alınan son model bir alet) yakalayan, fakat ev ödevlerinin bitmek bilmediği, sandık odalarının, gardıropların naftalin kokusunun gitgide boğucu bir hal aldığı anlarda sonsuz bir “gitme” hissine kapılan çocukluğumuzu anımsıyoruz.

80’lerin başında doğmuş biri olarak, Ajda Pekkan’dan “Petrol” çalmaya başlayınca kalkıp oynayan, Katarina Witt’in buz pistinde süzülüşüne hayran hayran bakan, yeni yıla girerken oynanan tombalalarda birinci çinkoda sevinen, Hikmet Şimşek’li Pazar konserlerinde sıkıntıdan patlayan, Devekuşu Kabare’nin kiralanıp defalarca izlenen VHS kasetlerinde anlamadığı halde ebeveynleriyle birlikte esprilere gülen, ilk özel kanal Star 1’de gördüğü erotik sahnelerde heyecanlanan çocukluğumun naif ve mutlu hallerinin, bu serginin de bitiş noktası olan 1993’te televizyon haberlerinde son bulduğunu farkediyorum. Ocak’ta Karlı Sokak’ta, Temmuz’da Madımak Oteli’nde. 2015’in Eylül ayında ise bu sergiyle birlikte zihnimi işgal eden iki sözcük var: Tekerrür ve İfrat.

- - -

Dr. Bora Gürdaş
Hacettepe Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü
Metin Biz’D dergisinin Ağustos-Eylül 2015 sayısında yer almıştır.
PAYLAŞ