Sadık Karamustafa ile Sol'un 70'lerdeki Görsel Serüveni üzerine*
27 Nisan 2020
SALT Araştırma ve Programlar’dan Farah Aksoy, grafik tasarımcısı ve akademisyen Sadık Karamustafa’yla Şubat 2019’da bir söyleşi gerçekleştirdi. 1976-1979 yılları arasında yayımlanan Bağımsız Türkiye haftalık siyasi gazetesinin kapak tasarımını üstlenen Karamustafa’nın çalışmalarını dönemin siyasi olayları kapsamında değerlendiren söyleşi, editörlüğünü Naeem Mohaiemen ile Eszter Szakács’ın üstlendiği ulusaşırı dayanışma temalı Solidarity Must Be Defended [Dayanışma Savunulmalıdır] (2020) antolojisinde yayımlanacak. Mohaiemen’in Bangladeş’in sömürge sonrası çatışmalı tarihi üzerinden üçüncü dünyacılık fikrini sorgulayan Makbul Tarihin Tutsakları sergisi 2019’da SALT Beyoğlu’da açılmıştı.
*Seçili bir bölümü yayımlanan söyleşinin orijinaline sadık kalınmıştır.
Farah Aksoy: Öncelikle grafik tasarım kariyeriniz nasıl başladı onu merak ediyorum. Meslek olarak ne zaman, nasıl seçtiniz?
Sadık Karamustafa: Grafik tasarım eğitiminden önce 1965’te iç mimarlık eğitimine başladım. Aslında mimar olmak istiyordum ama mimarlık bölümünü kazanamamıştım. İç mimarlık diye bir bölümün varlığını ise bilmiyordum bile. Bir arkadaşım tavsiye edince sınavlara katıldım ve kazandım. ‘65’ten ‘68’e kadar iç mimarlık öğrencisiydim, sevmiştim de aslında, bölümü bir araştırma alanı olarak gördüm. Eski Türk evleri, içinde büyüdüğüm merdivenli evler, o tür şeyler hoşuma gitmişti. Hatta mimarlık öğrencisi bir arkadaşımla katıldığımız bir yarışmada ödül bile kazandık. Öğrenciliğim çeşitli nedenlerle uzun sürdü ancak 1976’da mezun oldum bir fırsat bulup. 1968 Mayıs olaylarından sonra, olaylarla bir ilişkisi yok ama bölüm değiştirmeye karar verdim çünkü prosedürler kolaylaşmıştı. Zaten merakımdan ufak tefek grafik tasarım işleri yapıyordum. O merak da ailemin yaşadığı Samsun’daki dükkan tabelalarını çok sevmemden kaynaklanıyordu. Çok güzeldiler, şimdi görsem fikrim değişebilir ama o zaman renkli yazılarla yağlı boya tabelalar vardı. Bütün şehri dolaşıp onlara bakardım. Tabelacı olmak isterdim bir yanda da. Hem mimar hem tabelacı nasıl olunur, ama olunabilir herhâlde… Sonra da bir şekilde tabelacı oldum. Böylece grafik bölümüne geçtim. Hem kendimi ifade etme aracı olarak ama daha çok da başkalarının problemlerine çözüm bulma aracı olarak grafiği sevdim. Çok iyi bir eğitim gördüm mü? Pek de öyle söyleyemem. Çok sınırlı bir eğitimdi, bu nedenle ne öğrendiysem dışarıda yaparak öğrendim.
FA: Eşiniz sanatçı Gülsün Karamustafa ile 1970’lerde bir serigrafi atölyesi kurdunuz, bu dönemden bahsedebilir misiniz?
SK: Gülsün’le 1968’de, okulu işgal ettiğimizde tanışmıştık. Gülsün 1969’da İstanbul Radyosu’nda çalışıyordu ve birlikte bir yerimiz olsun istedik çünkü okulu bitirince atölyeye ihtiyacı olmuştu. Eşref Efendi Sokak’ta bir çatı katında kurduğumuz bu serigrafi atölyesinde hem Devrim için Hareket Tiyatrosu‘nun birkaç afişini bastık hem de bazı profesyonel işler yaptık. Ben o sırada Maden-İş gazetesine çizimler yapıyordum. Gülsün, İşçi Köylü gazetesine katkılarda bulunuyordu. Dolayısıyla orası ilk kendimize ait atölyemiz oldu.
FA: Bağımsız Türkiye isimli haftalık siyasi yayından ve sizin oradaki çalışmalarınızla ilgili konuşalım isterim.
SK: Bağımsız Türkiye, Mihri Belli’nin başkanı olduğu Emekçi Partisi’nin bir yayın organı. Emekçi Partisi, Türk siyasi hayatında Millî Demokratik Devrim gibi iddialı bir argüman taşıyordu ama geniş bir örgüte sahip değildi. Mihri Belli bir gün beni aradı, “Bir dergi çıkarıyoruz, sen bunun kapaklarını yapar mısın?” diye sordu. Birileri yapmış daha önce ama anlaşılan memnun olmamışlar ya da başka bir ses istiyorlardı. Mihri Belli’yle ilk defa 1974’te, yurt dışından döndüğünde tanışmıştık. Partinin merkezi o zaman Cağaloğlu’nda, Soğukçeşme Sokak ile Ticarethâne Sokak’ın kesiştiği yerdeki eski büyük bir apartmanın ikinci katındaydı. “Biz çok büyük boyda, çok sayfalı, pahalı bir yayın yapma imkânından yoksunuz” dedi, “Tamam” dedim. Peki nasıl olacak? “Üçüncü hamur kâğıda basılacak” dedi. Tam hatırlamıyorum ama bir formalık bir şeydi, katlandığı zaman kapağı da içindeydi. Kapak ayrıca basılmıyordu. Haftalık telefon bilgilendirmesi şeklinde çalışıyorduk. Mihri Belli telefonla arıyordu, “Bu hafta konumuz şu, şöyle bir şeyler düşünüyoruz, böyle bir yazı olacak” diyordu. Birkaç yazı olurdu zaten. Bu şekilde ‘79’da dergi kapatılana dek devam eden bir çalışma yaptık. ‘79’da Mihri Belli saldırıya uğradı, çok ağır yaralandı ama hayatını devam ettirebildi. Sıkıyönetim geldi, yanlış hatırlamıyorsam parti de kapatıldı. Böyle bir maceraydı. Ama ne yazık ki bu derginin bütün sayılarını saklayamadım. 1980 darbesi ertesinde sayıların sadece kapaklarını ve bazı orijinallerini yurtdışına göndermek zorunda kaldım.
FA: Türkiye’de sol hareketlerin görsel ve imgesel dilinin oluşumunda hangi kaynaklar etkili oldu? Farklı ülkelerden sol hareketlerin kullandığı görsel unsurlar, Sovyetler Birliği resmî propaganda dili ya da Anadolu temalı yerel unsurlar mıydı sizin dilinizi biçimlendiren?
SK: Birtakım ikonlar kullanıyorduk. Mesela, işçiler bıyıklı olur, kafasında kaskı olur. Patron ise şişman bir adamdır. Bunlar yeni değil. Konstrüktivizm’in, Süprematizm’in çok önemli insanları o şapkalarını çıkarıp bir halk ressamı gibi, halkın anlayabileceği naif tarzda işler yaparlardı. Oralarda ya da Sovyet afişlerinde patron kapitalist, silindir şapkalı adamdır. Bize de öyle geçti, oradan geçmiştir büyük ihtimalle. İngiliz anahtarını kullanırdık, ki ben onu bazen zenginleştirip başka araçlarda da kullanırım. Çark zaten DİSK’in logosudur. Grafik tasarım birtakım klişelerle yapılır yani… Zaten grafik tasarımcı iyiyse, yaratıcıysa, o klişeleri yaratıcı bir çözüme dönüştürür. Sonuçta 29 harfle çalışıyoruz, onlar da klişedir. Dolayısıyla grafik tasarım tarihine biraz baktığında Türk solunun bu klişeler dışında ortak dili diye bir şey olduğunu zannetmiyorum. Bu işi iyi yapanlar arasında Abidin Dino vardı bir zamanlar. Sol demeyelim ama Cumhuriyetçi bir dergi olan Yeni Adam için Mahmut Cûda’nın yaptığı işler… Hepsi ayrı ayrı yapanın kişiliğine bağlı işlerdi. Ondan sonra işler biraz kolaylaşınca, 1960’larda letraset diye bir çıkartma yazı girdi. Elle yazı yazma işi bitti. Letraseti eline geçiren herkes tasarımcıydı. Düşünün, bir zamanlar Mahmut Cûda’nın, Abidin Dino’nun ya da Arif Dino’nun yaptığı işi hiç bu işle ilgisi olmayan 18 yaşındaki çocukla, bir yayıncı da oturup yapıveriyordu. O açıdan çok kaliteli olduğunu söyleyemeyiz. Çok etkili bir dil olduğunu da söyleyemeyiz. Ben biraz farklı davranmaya çalıştım. Başka anlatım yolları bulmaya çalıştım. Evet bir kısmı dışarıdan geldi: Diyelim ki gül, o da sosyal demokrasinin imgesidir. 1930’lar Avrupası’nda da vardı, bizde de vardı. Benim de o formu zaman zaman kullandığım oldu.
Bir de halk resmini sormuştunuz. O zamanlar halk resmine karşı bir ilgim vardı. Anadolu Halk Resimleri diye bir kitap yayımlanmıştı. Oradaki resimlerden etkilendiğim olmuştur. Zaman zaman o yöntemi de görürüz. Ama onun yanında çağdaş bir yöntem olan kolajı da benimsemiştim. Galiba bir sergiden etkilendim. Bir Dada kataloğunda kolajları gördüm ve gerçekten çok sevdim. Kolayıma da geldi biraz. Kes-yapıştır. Hiçbir şekilde üslupçu biri olmadım. Zaten grafik tasarımcının üslupçu olması kabul edilemez—illüstratör olabilir de—o işi size veren kurum ya da kişinin mesajını iletiyorsunuz. Dolayısıyla onun sesiyle konuşmak zorundasınız. Sınırlar içinde bir yaratıcılık olduğu için hiç öyle üslup peşinde bir tasarımcı olmadım.
FA: 1968-1971 yılları arası faal olan Devrim İçin Hareket Tiyatrosu ile yolunuz nasıl kesişti?
SK: 1968 Mayıs olaylarından sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’nde tanıştığım Ali Özgentürk’ün bana öneriyle gelmesiyle başladı Devrim İçin Hareket Tiyatrosu hikâyesi. “Yeni bir oluşum içerisindeyiz, sen de katılır mısın, afişlerimizi yaparsın, aksesuarlarımızı, dekorlarımızı yaparsın” dedi. Ben de hayatta hiçbir şeye hayır diyemediğim için “Tamam” dedim. Orada hem oyuncu hem grafik tasarımcı olarak çalıştım. Sokaklarda, fabrika işgallerinde, öğrenci gösterilerinde, toprak işgallerinde, amele pazarlarında oyun oynadığımız gibi Türkiye Öğretmenler Birliği Sendikası’nın salonunda da düzenli gösteriler yapıyorduk. Oyuncu olma hikâyesi ise bir gün oyunculardan birinin provaya gelmemesiyle başladı. Mehmet Ulusoy, “Ya şu maskı taksana” dedi, ben de taktım. “Şurada dur sen” dedi ve başlamış oldum. Ama o zamana kadar hiçbir tiyatro hevesim olmamıştı. Tiyatro seyircisi oldum, evet ama bu tiyatronun ve oyunlarının yapısı hiçbir şekilde geleneksel tiyatro biçiminde değildi. Çok fazla oyunculuk gerektirmiyordu. Bu durum böyle iki sene sürdü. O iki yıl içerisinde yüzlerce oyun binlerce seyirciye oynandı. Gözaltına alındığımız da oldu. Tiyatro bir süre sonra bütün sol örgütler gibi—örgüt de değildik de—bölündü, ikiye ayrıldı. Mehmet Ulusoy, sanatçı Kuzgun Acar ve bazı arkadaşlar başka bir şey sürdürmek için ayrıldı, biz devam ettik. Kuzgun Acar öbür grupta kalınca oyunlarda kullanılan ve ondan yapmasını öğrendiğim maske işini de ben devraldım.
FA: Türkiye’de 1 Mayıs için Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) 1976’da başlattığı afiş yarışması var. Sizin bu yarışma ile ilişkiniz nasıldı?
SK: Türkiye’de bizim dönemimizde 1 Mayıs, İşçi Bayramı olarak ilk defa 1976’da kutlandı. Beşiktaş’tan başlayan yürüyüş Taksim’e kadar kazasız belasız sürdü. O sene DİSK 10 tane sanatçıya 1 Mayıs afişi ısmarlamıştı. Gülsün ve ben hem afiş hem de kart olarak basılan 1 Mayıs afişleri yaptık o çağrı için. Yarışmalar döneminde ise ben hep askerdeydim. Bağımsız Türkiye kapaklarını yapmaya devam ediyordum çünkü çok da uzakta değildim. İzmit’teydim ve hafta sonları İstanbul’a geliyordum. Mihri Belli ile telefonda konuşuyorduk ve çizmeye devam ediyordum. O sene İzmit’teki alayım Bursa’daki gösterilerde görevliydi. Bütün alayı Bursa’ya götürdüler. Beni de sakıncalı olduğum için İzmit’te bıraktılar. “Sen burada kal asteğmenim” dediler. Tabii neden kalmamı istediklerinin nedeni de belliydi. Bir sonraki yıl yine yarışma vardı ve yine birkaç işle katıldım, galiba bir mansiyon aldım. Ama sonradan öğrendim ki bu afişler zaten izinsiz basılmış. O zaman tabii devrimci racon, benim paramı verin falan demedik kimseye. 1978 yılı 1 Mayıs’ı için yarışma açılmıştı, ona da katıldım. Ama yine kazanamadım. Bu yarışmaları ödül için de kazanmak istiyordum, paraya ihtiyacım vardı. Niye olmadığını biliyorum. Yani bu tür yarışmalarda hep vasatlar kazanır. “Oyumu sana vereceğime kuklaya veririm.” Red Kit’te Kukla diye bir tip vardır. Red Kit okudunuz mu?
FA: Bir kitap yazmaya başladığınızı biliyorum.
SK: 1965 ile 1989 arasını kapsayan bir anı kitabı yazıyorum. 1965 Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdiğim yıldır, 1968 okul işgalleri, 1968-70 Devrim için Hareket Tiyatrosu, 1973-74’e kadar hapishane dönemi ve yargılanma dönemimi ve sonra içinde 1 Mayıs’ların olduğu dönemi de kapsayan bir kitap… Tabii çocuğumuzu büyütmeye çalıştığımız dönem, 1980 askerî darbesi ve ardından gelen Barış Derneği yargılama sürecini de kapsıyor. En sonunda da 1989’da pasaport hakkımı kazanıp dünyayla ilk defa yeniden ilişki kurabildiğim, mesleki ve eğitimsel ilişki kurduğum dönemden bahsediyorum. 1989 aynı zamanda öğretmenliğe başladığım yıl, kitabı orada bitireceğim. Şu anda hapishane yıllarının son bölümündeyim. Bunları yaparken unuttuğum şeyleri hatırlamak için biraz okuyorum. Gülsün’le mektuplaşmalarımız çok faydalı oluyor. Günlük gibi. Şu ara üzerinde çalışmaya devam ediyorum.
*Seçili bir bölümü yayımlanan söyleşinin orijinaline sadık kalınmıştır.
Farah Aksoy: Öncelikle grafik tasarım kariyeriniz nasıl başladı onu merak ediyorum. Meslek olarak ne zaman, nasıl seçtiniz?
Sadık Karamustafa: Grafik tasarım eğitiminden önce 1965’te iç mimarlık eğitimine başladım. Aslında mimar olmak istiyordum ama mimarlık bölümünü kazanamamıştım. İç mimarlık diye bir bölümün varlığını ise bilmiyordum bile. Bir arkadaşım tavsiye edince sınavlara katıldım ve kazandım. ‘65’ten ‘68’e kadar iç mimarlık öğrencisiydim, sevmiştim de aslında, bölümü bir araştırma alanı olarak gördüm. Eski Türk evleri, içinde büyüdüğüm merdivenli evler, o tür şeyler hoşuma gitmişti. Hatta mimarlık öğrencisi bir arkadaşımla katıldığımız bir yarışmada ödül bile kazandık. Öğrenciliğim çeşitli nedenlerle uzun sürdü ancak 1976’da mezun oldum bir fırsat bulup. 1968 Mayıs olaylarından sonra, olaylarla bir ilişkisi yok ama bölüm değiştirmeye karar verdim çünkü prosedürler kolaylaşmıştı. Zaten merakımdan ufak tefek grafik tasarım işleri yapıyordum. O merak da ailemin yaşadığı Samsun’daki dükkan tabelalarını çok sevmemden kaynaklanıyordu. Çok güzeldiler, şimdi görsem fikrim değişebilir ama o zaman renkli yazılarla yağlı boya tabelalar vardı. Bütün şehri dolaşıp onlara bakardım. Tabelacı olmak isterdim bir yanda da. Hem mimar hem tabelacı nasıl olunur, ama olunabilir herhâlde… Sonra da bir şekilde tabelacı oldum. Böylece grafik bölümüne geçtim. Hem kendimi ifade etme aracı olarak ama daha çok da başkalarının problemlerine çözüm bulma aracı olarak grafiği sevdim. Çok iyi bir eğitim gördüm mü? Pek de öyle söyleyemem. Çok sınırlı bir eğitimdi, bu nedenle ne öğrendiysem dışarıda yaparak öğrendim.
FA: Eşiniz sanatçı Gülsün Karamustafa ile 1970’lerde bir serigrafi atölyesi kurdunuz, bu dönemden bahsedebilir misiniz?
SK: Gülsün’le 1968’de, okulu işgal ettiğimizde tanışmıştık. Gülsün 1969’da İstanbul Radyosu’nda çalışıyordu ve birlikte bir yerimiz olsun istedik çünkü okulu bitirince atölyeye ihtiyacı olmuştu. Eşref Efendi Sokak’ta bir çatı katında kurduğumuz bu serigrafi atölyesinde hem Devrim için Hareket Tiyatrosu‘nun birkaç afişini bastık hem de bazı profesyonel işler yaptık. Ben o sırada Maden-İş gazetesine çizimler yapıyordum. Gülsün, İşçi Köylü gazetesine katkılarda bulunuyordu. Dolayısıyla orası ilk kendimize ait atölyemiz oldu.
FA: Bağımsız Türkiye isimli haftalık siyasi yayından ve sizin oradaki çalışmalarınızla ilgili konuşalım isterim.
SK: Bağımsız Türkiye, Mihri Belli’nin başkanı olduğu Emekçi Partisi’nin bir yayın organı. Emekçi Partisi, Türk siyasi hayatında Millî Demokratik Devrim gibi iddialı bir argüman taşıyordu ama geniş bir örgüte sahip değildi. Mihri Belli bir gün beni aradı, “Bir dergi çıkarıyoruz, sen bunun kapaklarını yapar mısın?” diye sordu. Birileri yapmış daha önce ama anlaşılan memnun olmamışlar ya da başka bir ses istiyorlardı. Mihri Belli’yle ilk defa 1974’te, yurt dışından döndüğünde tanışmıştık. Partinin merkezi o zaman Cağaloğlu’nda, Soğukçeşme Sokak ile Ticarethâne Sokak’ın kesiştiği yerdeki eski büyük bir apartmanın ikinci katındaydı. “Biz çok büyük boyda, çok sayfalı, pahalı bir yayın yapma imkânından yoksunuz” dedi, “Tamam” dedim. Peki nasıl olacak? “Üçüncü hamur kâğıda basılacak” dedi. Tam hatırlamıyorum ama bir formalık bir şeydi, katlandığı zaman kapağı da içindeydi. Kapak ayrıca basılmıyordu. Haftalık telefon bilgilendirmesi şeklinde çalışıyorduk. Mihri Belli telefonla arıyordu, “Bu hafta konumuz şu, şöyle bir şeyler düşünüyoruz, böyle bir yazı olacak” diyordu. Birkaç yazı olurdu zaten. Bu şekilde ‘79’da dergi kapatılana dek devam eden bir çalışma yaptık. ‘79’da Mihri Belli saldırıya uğradı, çok ağır yaralandı ama hayatını devam ettirebildi. Sıkıyönetim geldi, yanlış hatırlamıyorsam parti de kapatıldı. Böyle bir maceraydı. Ama ne yazık ki bu derginin bütün sayılarını saklayamadım. 1980 darbesi ertesinde sayıların sadece kapaklarını ve bazı orijinallerini yurtdışına göndermek zorunda kaldım.
FA: Türkiye’de sol hareketlerin görsel ve imgesel dilinin oluşumunda hangi kaynaklar etkili oldu? Farklı ülkelerden sol hareketlerin kullandığı görsel unsurlar, Sovyetler Birliği resmî propaganda dili ya da Anadolu temalı yerel unsurlar mıydı sizin dilinizi biçimlendiren?
SK: Birtakım ikonlar kullanıyorduk. Mesela, işçiler bıyıklı olur, kafasında kaskı olur. Patron ise şişman bir adamdır. Bunlar yeni değil. Konstrüktivizm’in, Süprematizm’in çok önemli insanları o şapkalarını çıkarıp bir halk ressamı gibi, halkın anlayabileceği naif tarzda işler yaparlardı. Oralarda ya da Sovyet afişlerinde patron kapitalist, silindir şapkalı adamdır. Bize de öyle geçti, oradan geçmiştir büyük ihtimalle. İngiliz anahtarını kullanırdık, ki ben onu bazen zenginleştirip başka araçlarda da kullanırım. Çark zaten DİSK’in logosudur. Grafik tasarım birtakım klişelerle yapılır yani… Zaten grafik tasarımcı iyiyse, yaratıcıysa, o klişeleri yaratıcı bir çözüme dönüştürür. Sonuçta 29 harfle çalışıyoruz, onlar da klişedir. Dolayısıyla grafik tasarım tarihine biraz baktığında Türk solunun bu klişeler dışında ortak dili diye bir şey olduğunu zannetmiyorum. Bu işi iyi yapanlar arasında Abidin Dino vardı bir zamanlar. Sol demeyelim ama Cumhuriyetçi bir dergi olan Yeni Adam için Mahmut Cûda’nın yaptığı işler… Hepsi ayrı ayrı yapanın kişiliğine bağlı işlerdi. Ondan sonra işler biraz kolaylaşınca, 1960’larda letraset diye bir çıkartma yazı girdi. Elle yazı yazma işi bitti. Letraseti eline geçiren herkes tasarımcıydı. Düşünün, bir zamanlar Mahmut Cûda’nın, Abidin Dino’nun ya da Arif Dino’nun yaptığı işi hiç bu işle ilgisi olmayan 18 yaşındaki çocukla, bir yayıncı da oturup yapıveriyordu. O açıdan çok kaliteli olduğunu söyleyemeyiz. Çok etkili bir dil olduğunu da söyleyemeyiz. Ben biraz farklı davranmaya çalıştım. Başka anlatım yolları bulmaya çalıştım. Evet bir kısmı dışarıdan geldi: Diyelim ki gül, o da sosyal demokrasinin imgesidir. 1930’lar Avrupası’nda da vardı, bizde de vardı. Benim de o formu zaman zaman kullandığım oldu.
Bir de halk resmini sormuştunuz. O zamanlar halk resmine karşı bir ilgim vardı. Anadolu Halk Resimleri diye bir kitap yayımlanmıştı. Oradaki resimlerden etkilendiğim olmuştur. Zaman zaman o yöntemi de görürüz. Ama onun yanında çağdaş bir yöntem olan kolajı da benimsemiştim. Galiba bir sergiden etkilendim. Bir Dada kataloğunda kolajları gördüm ve gerçekten çok sevdim. Kolayıma da geldi biraz. Kes-yapıştır. Hiçbir şekilde üslupçu biri olmadım. Zaten grafik tasarımcının üslupçu olması kabul edilemez—illüstratör olabilir de—o işi size veren kurum ya da kişinin mesajını iletiyorsunuz. Dolayısıyla onun sesiyle konuşmak zorundasınız. Sınırlar içinde bir yaratıcılık olduğu için hiç öyle üslup peşinde bir tasarımcı olmadım.
FA: 1968-1971 yılları arası faal olan Devrim İçin Hareket Tiyatrosu ile yolunuz nasıl kesişti?
SK: 1968 Mayıs olaylarından sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’nde tanıştığım Ali Özgentürk’ün bana öneriyle gelmesiyle başladı Devrim İçin Hareket Tiyatrosu hikâyesi. “Yeni bir oluşum içerisindeyiz, sen de katılır mısın, afişlerimizi yaparsın, aksesuarlarımızı, dekorlarımızı yaparsın” dedi. Ben de hayatta hiçbir şeye hayır diyemediğim için “Tamam” dedim. Orada hem oyuncu hem grafik tasarımcı olarak çalıştım. Sokaklarda, fabrika işgallerinde, öğrenci gösterilerinde, toprak işgallerinde, amele pazarlarında oyun oynadığımız gibi Türkiye Öğretmenler Birliği Sendikası’nın salonunda da düzenli gösteriler yapıyorduk. Oyuncu olma hikâyesi ise bir gün oyunculardan birinin provaya gelmemesiyle başladı. Mehmet Ulusoy, “Ya şu maskı taksana” dedi, ben de taktım. “Şurada dur sen” dedi ve başlamış oldum. Ama o zamana kadar hiçbir tiyatro hevesim olmamıştı. Tiyatro seyircisi oldum, evet ama bu tiyatronun ve oyunlarının yapısı hiçbir şekilde geleneksel tiyatro biçiminde değildi. Çok fazla oyunculuk gerektirmiyordu. Bu durum böyle iki sene sürdü. O iki yıl içerisinde yüzlerce oyun binlerce seyirciye oynandı. Gözaltına alındığımız da oldu. Tiyatro bir süre sonra bütün sol örgütler gibi—örgüt de değildik de—bölündü, ikiye ayrıldı. Mehmet Ulusoy, sanatçı Kuzgun Acar ve bazı arkadaşlar başka bir şey sürdürmek için ayrıldı, biz devam ettik. Kuzgun Acar öbür grupta kalınca oyunlarda kullanılan ve ondan yapmasını öğrendiğim maske işini de ben devraldım.
FA: Türkiye’de 1 Mayıs için Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) 1976’da başlattığı afiş yarışması var. Sizin bu yarışma ile ilişkiniz nasıldı?
SK: Türkiye’de bizim dönemimizde 1 Mayıs, İşçi Bayramı olarak ilk defa 1976’da kutlandı. Beşiktaş’tan başlayan yürüyüş Taksim’e kadar kazasız belasız sürdü. O sene DİSK 10 tane sanatçıya 1 Mayıs afişi ısmarlamıştı. Gülsün ve ben hem afiş hem de kart olarak basılan 1 Mayıs afişleri yaptık o çağrı için. Yarışmalar döneminde ise ben hep askerdeydim. Bağımsız Türkiye kapaklarını yapmaya devam ediyordum çünkü çok da uzakta değildim. İzmit’teydim ve hafta sonları İstanbul’a geliyordum. Mihri Belli ile telefonda konuşuyorduk ve çizmeye devam ediyordum. O sene İzmit’teki alayım Bursa’daki gösterilerde görevliydi. Bütün alayı Bursa’ya götürdüler. Beni de sakıncalı olduğum için İzmit’te bıraktılar. “Sen burada kal asteğmenim” dediler. Tabii neden kalmamı istediklerinin nedeni de belliydi. Bir sonraki yıl yine yarışma vardı ve yine birkaç işle katıldım, galiba bir mansiyon aldım. Ama sonradan öğrendim ki bu afişler zaten izinsiz basılmış. O zaman tabii devrimci racon, benim paramı verin falan demedik kimseye. 1978 yılı 1 Mayıs’ı için yarışma açılmıştı, ona da katıldım. Ama yine kazanamadım. Bu yarışmaları ödül için de kazanmak istiyordum, paraya ihtiyacım vardı. Niye olmadığını biliyorum. Yani bu tür yarışmalarda hep vasatlar kazanır. “Oyumu sana vereceğime kuklaya veririm.” Red Kit’te Kukla diye bir tip vardır. Red Kit okudunuz mu?
FA: Bir kitap yazmaya başladığınızı biliyorum.
SK: 1965 ile 1989 arasını kapsayan bir anı kitabı yazıyorum. 1965 Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdiğim yıldır, 1968 okul işgalleri, 1968-70 Devrim için Hareket Tiyatrosu, 1973-74’e kadar hapishane dönemi ve yargılanma dönemimi ve sonra içinde 1 Mayıs’ların olduğu dönemi de kapsayan bir kitap… Tabii çocuğumuzu büyütmeye çalıştığımız dönem, 1980 askerî darbesi ve ardından gelen Barış Derneği yargılama sürecini de kapsıyor. En sonunda da 1989’da pasaport hakkımı kazanıp dünyayla ilk defa yeniden ilişki kurabildiğim, mesleki ve eğitimsel ilişki kurduğum dönemden bahsediyorum. 1989 aynı zamanda öğretmenliğe başladığım yıl, kitabı orada bitireceğim. Şu anda hapishane yıllarının son bölümündeyim. Bunları yaparken unuttuğum şeyleri hatırlamak için biraz okuyorum. Gülsün’le mektuplaşmalarımız çok faydalı oluyor. Günlük gibi. Şu ara üzerinde çalışmaya devam ediyorum.